29 Kasım 2010 Pazartesi
Sürtünme Kuvvetinin Hayatımızdaki Önemi
Evrende düzeni sağlayan tüm bu fizik yasaları, evrenin de içindeki canlılar gibi tasarlanmış olduğunun kanıtlarıdır. Gerçekte fizik yasaları, sadece Allah’ın yaratmış olduğu düzenin insanlar tarafından yapılan bir açıklamasıdır. Evrendeki düzeni sağlayan değişmez kurallar Allah tarafından yaratılmış ve hakkında düşünüp Allah’ın üstünlüğünü kavramaları ve verdiği nimetlere şükretmeleri için insanların hizmetine verilmiştir.
İskelet Nasıl Dengede Durur?
Omurların aşınmaması için her bir omur arasında bir nevi amortisör görevi yapan dayanıklı diskler vardır.
Bu diskler, insanın her adım atışında yerden vücuda gelen tepki kuvvetini azaltarak kemiklerin yaylanmasını sağlar. Nitekim omurga kemiklerinin dizilimi de özel bir planlamanın ürünüdür. Üst üste dizilerek "S" harfi çizen omurga kemiklerinin bu şekli, son derece hikmetlidir. Çünkü, eğer "S" şeklinde değil de, dümdüz bir görünümde dizilmiş olsalardı ve aralardaki disklerin darbeleri emme özellikleri bulunmasaydı, 30 cm. yükseklikten atlayan bir insanda omurganın boyuna yapacağı baskı sonucu, omurga beyni parçalayarak kafatasından dışarı çıkacaktı. Ya da eğer omurgaların yapısı kafatası gibi yekpare tek bir kemikten oluşsaydı, insan en basit bir hareketi bile yapamayacaktı. Kemiklerin hiçbir elastikiyeti olmayacağından, insan sürekli olarak dimdik durmak zorunda kalacak, en hafif bir eğilmede dahi kemikler kırılacak ve omurilik son derece önemli hasarlar görecekti. Ancak Allah'ın rahmeti sayesinde bunlar olmaz ve insan rahatlıkla yaşamını sürdürür.
Atom Çekirdeğindeki Muazzam Güç
Nükleer enerji denilen muazzam güç ise, çekirdekteki bu yapıştırıcı kuvvetin serbest bırakılmasıyla ortaya çıkar. Çekirdek büyüdükçe nötron-proton sayıları ile bunları birarada tutan kuvvetin büyüklüğü de artar. Büyük bir çekirdekte, protonların ve nötronların birlikteliğini sağlayan bu kuvveti serbest bırakmak son derece zordur. Parçacıklar, birbirlerinden ayrıldıkça, tıpkı bir yay gibi, daha büyük bir kuvvetle bir araya gelmeye çalışırlar. Bu öyle bir kuvvettir ki yerçekimi kuvvetinin değerinden yaklaşık 1038 yani "yüz milyar kere milyar kere milyar kere milyar" kadar daha büyüktür. (Encyclopedia Britannica, Electromagnetism) Üzerinde bir oynama yapılmadığı zaman kimseye bir zararı yoktur, ama insan müdahalesiyle milyonları öldüren bir güç haline gelebilmektedir. Bu eşsiz düzen ve hassas dengede karşımıza çıkan tek gerçek Yüce Allah'ın kusursuz yaratışıdır.
27 Kasım 2010 Cumartesi
Arıların Peteklerindeki Depreme Dayanıklı Tasarım
Mimari tasarımlar yapılırken doğadaki örneklerden yararlanmak günümüzde son derece yaygın olan bir yöntemdir. Çünkü doğadaki tasarımlar her yönden kusursuzdur. Enerji tasarrufu, estetik, kusursuz işlevsellik, sağlamlık gibi mimari bir tasarımda olması gereken bütün özellikler doğadaki örneklerinde eksiksiz olarak mevcuttur. Her ne kadar insanların karşısında örnek almaları için çok üstün sistemler bulunsa da bunların taklitleri hiçbir zaman asılları kadar iyi ve pratik olamamaktadır. Doğada var olan tasarımın taklit edilebilmesi ve mimari yapılarda uygulanabilir hale gelmesi için yüksek derecede mühendislik bilgisi gerekmektedir. Oysa doğadaki canlılar ne yapı statiği, ne de mimari tasarım bilgisine sahiptir. Böyle bir eğitim alma imkanları da yoktur. Arı peteklerinin inşasında son derece önemli detaylar vardır. Bu detaylardan biri de peteklerin dayanıklılığıdır. Arılar birbirlerine yön tarif ederken kovanda, bu boyutlarda bir yapı için deprem kabul edilebilecek titreşimler oluşur. Peteğin duvarları bu ufak depremleri emer. Nature dergisi, bu üstün yapının mimarlara, depreme dayanıklı binalar inşa etmede fayda sağlayacağını belirtmiştir. Haberde Almanya'nın Wurzburg Üniversitesi'nde görevli olan Jurgen Tautz bu konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: Kovanlardaki titreşimler arılar tarafından oluşturulan minyatür depremler gibidir, dolayısıyla yapının buna nasıl bir tepki verdiğini görmek oldukça ilginç. Titreşimlerin emilmesini anlamak, mimarlara, binaların depremlere karşı hangi taraflarının daha dayanıksız olacağını söylemede yardımcı olacak. Bundan sonra bu kısımları kuvvetlendirebilirler ya da binaların kritik olmayan kısımlarına zararlı titreşimleri emecek zayıf noktalar yerleştirebilirler.1 Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi, arıların büyük bir ustalıkla inşa ettikleri petek, kusursuz bir tasarım harikasıdır. Dolayısıyla petekteki bu yapı mimarlara ve bilim adamlarına ışık tutmakta, yeni fikirler vermektedir. Arıların peteklerini böylesine kusursuz yapmalarını sağlayan şey, evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfler değildir. Arılara bu özellikleri, bu şaşırtıcı yetenekleri veren sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah'tır. |
1 http://www. nature. com/nsu/011206/011206-4. html Erica Klarreich, Good Vibrations, Nature Science Update, 3 Nisan 2001 |
Yarış Yapan, Dans Eden Hücreler
Her bir hücre, bu hayati fonksiyonları yerine getirirken birbiri ile tam bir uyum içinde çalışır. Peki, bu çalışma sırasında hücrelerin raylarda hız yaptıklarını, dans ettiklerini, akrobasi hareketleri ve hatta bayrak yarışı yaptıklarını biliyor muydunuz?
Bilim dünyasının ortak kanaatiyle, insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı en kompleks yapı ünvanını koruyan hücre, hala keşfedilmemiş pek çok sırrı içinde barındırmakta ve Yüce Allah’ın yaratış sanatının, üstün aklının delillerinden birini oluşturmaktadır. Nitekim evrim teorisini savunanlar da hücrenin gerçekleştirdiği bu kompleks işlemleri ve birbirini denetleyen mükemmel kontrol mekanizmalarını incelediklerinde, Rus evrimci A. I. Oparin’in "Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir." sözlerine katılmaktadırlar. Hücrelerin en küçük parçalarında dahi gerçekleşen bu mükemmel organizasyon, yaratılış gerçeğini bir kez daha ortaya koymaktadır.
Tren Raylarında Hız Yapanlar
Proteinler, amino asit dediğimiz ve karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomlarından meydana gelen moleküllerin yan yana dizilmeleri ile oluşmuşlardır. Üç boyutlu yapılarındaki girinti çıkıntılar aracılığı ile ya başka proteinlere ya da alıcı moleküllere bağlanarak hücre içi faaliyetleri gerçekleştirirler. Örneğin motor proteinler, hücrelerde bulunan kas kasılması, hücre bölünmesi, kromozomların hareketi, molekül taşımacılığı gibi yüzlerce farklı işlevi yerine getiren hayranlık uyandırıcı moleküler makinelerdir. Hayati öneme sahip olan bu parçacıkların çalışmasında bir aksama olması durumunda dev bir makineyi andıran insan vücudu görevini yerine getiremez; örneğin kalbimiz çalışmaz ve yaşamımız sona erer.
Raylardaki Hız Nasıl Gerçekleşir?
Kimyasal enerjiyi mekanik harekete çevirebilen ‘miyosin’ adı verilen minik protein motorları, molekülleri bir yerden bir yere taşıma işlevi yapan yük trenlerine benzetilebilir. Bu trenin bir ana vagonu vardır. Bunun arkasında ise yavru vagon yer alır. Bunlar ‘aktin’ denilen sarmal şekildeki proteinin üzerinde tıpkı bir ray üzerindeki tren gibi ilerlerler. Ancak bu ilerleme sırasında ana vagon ilerleyip rayların sonuna geldiğinde durur. Arkadaki yavru vagon da taşıdığı yükün ağırlığına bağlı olarak, ağırsa daha yavaş, hafifse daha hızlı hareket ederek, ana vagonun arkasından gider ve rayların sonuna geldiğinde o da durarak ana vagona bağlanır. Böylece kuyruğun sonunda ana ve yavru vagon birleşir. Bu birleşme ile taşınması gereken maddeler tam da gerektiği kadar uzağa taşınmış olur. Burada dikkat çeken 3 ayrı akılcı aşama vardır:
- Gözleri olmayan ve nereye ilerleyeceğini bilmeyen ana ve yavru vagonların adımlarını eşit aralıklarla ve çok hassas bir ölçüyle atmaları,
- Sarmal şeklinde olan rayın etrafında dönerek ilerlemek yerine, tıpkı ray üzerinde ilerleyen vagonlar gibi düz bir hat boyunca yollarına devam etmeleri,
- Yolun sonuna geldiklerinde ise birbirlerine çarpmadan durup beklemeleri.
Aklı ve şuuru olmayan bu küçük atomların yükünü istenen yere ulaştırma görevi, elbette Yüce Allah’ın ilhamıyla ve O'nun belirlediği bir düzen içinde gerçekleşir. Nitekim Yüce Allah yerden göğe herşeyi bir düzen içinde yarattığını Kuran’da şöyle bildirir:
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir." (Furkan Suresi, 2)
Dansçı Hücreler
Bir organizmanın büyümesi ve gelişmesi, ölen hücrelerin yerine yenilerinin gelmesi ve üreme hücrelerinin oluşumu (sperm ve yumurta hücreleri) bu organizmayı oluşturan hücrelerin bölünmeleri sonucu çoğalmaları ile mümkün olur. Hücrenin çoğalması, hücrenin büyümesine bağlı olarak ortaya çıkar. Hücre belli bir büyüklüğe erişince, çekirdekte bulunan genetik yapı kendisini kopyalar ve böylece yeni yavru hücreye gereken DNA üretilmiş olur. Çekirdekteki kromozomların kendilerini kopyalarken geçirdikleri bir safha vardır ki, dörtlü bir dans grubunun sahnede estetik bir gösteri yapmasına benzetilebilir.
DNA'nın kopyalanması işlemi, insanı hayrete düşürecek kadar kusursuz bir organizasyon ve düzen içinde gerçekleşir.
Hücrelerde Dans Nasıl Başlar?
Bilindiği gibi kromozom X şeklinde bir görünüme sahiptir, X’in her uzantısı ise bir kol gibidir. X’in ortası, kolların birbirine tutunduğu merkezdir. Kromozomların dans ettikleri ortam, hücrenin bir ucundan diğerine gerilmiş ipliklerden oluşan bir yerdir. X, uçlarından (telomer) ya da tam ortasından (sentromer) bu iplere tutunan bir cambaz gibidir. Kromozomlar bu ipliklere hücrenin ortasındayken yapışırlar. Ancak aralarında gen değişimi yaptıktan sonra oluşacak iki yeni hücrede eşit miktarda kromozom olması için kromozomların hücrenin iki ayrı ucuna gitmeleri gerekir. İşte, kutuplaşma veya “polarizasyon” adı verilen bu işlem sırasında ipliklere tutunan kromozomlar, kutuplara doğru çekilirken bu iplikleri bir çeşit kement gibi kullanan akrobat dansçılar gibidirler.
“Peki, sadece eğlence olsun diye hücrede bu kadar büyük bir organizasyon olabilir mi?”
Elbette hayır. Çünkü bu şuursuz varlıkların dans sırasında yaptıkları kusursuz iş bölümü, disiplinli ve akılcı çalışmalar sonucunda, DNA, yani bizi biz yapan tüm bilgilerin toplandığı arşiv, hatasız ve eksiksiz olarak kopyalanmış olur. Burada elbette karşımıza çıkan bazı sorular vardır:
- Dans eşleri kendi yerlerini ve geri dönüş yollarını nasıl bulurlar?
- Hücre bölünürken fiziksel olarak çözülen ve açılan kromozomlar nasıl olur da yavru hücrede hemen eski haline dönme eğilimi gösterirler?
- Hücre, yaşamının büyük bir kısmında bu kararlı tavrını neden bozmaz?
Elbette bu sorulara verilecek tek cevap vardır. Her bir hücrede gerçekleşen bütün bu olaylar, Yüce Allah’ın an an yaratmasıyla meydana gelmektedir.
"… Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?" (Mülk Suresi, 3)
Bayrak Yarışı
Hücrenin en temel yapıtaşı olan proteinler bazen çeşitli sebeplerle zarar görebilir ve hasarlı hale gelebilirler. Proteinin zarar görmesi ise canlı yaşamının riske girmesi demektir. Ancak ‘ubiquitin’ adlı küçük bir protein bu riski önler. Hasarlı proteinlerin ucuna ubiquitin eklendiğinde, bu proteinler kolayca tanınır ve yok edilirler. Ubiquitin adlı bu küçük proteini bayrak, onu hasarlı proteinlere bağlamak için taşıyan enzimleri ise yarışçılar gibi düşünebiliriz. E1, E2, E3 adı verilen bu üç enzim, ubiquitini yarıştaki bayrak gibi birinden diğerine ileterek hiç düşürmeden ya da takılmadan taşır. Bayrak, grupların birinden diğerine geçince, oyuncu bazen bayrağı tam kavrayabilmek için büyük şekil değişikliklerine uğrar ve enzim, bu kıvrılmalar ve bükülmeler sayesinde şekil değiştirebilen bir anahtar gibi hareket eder. Böylelikle zincirdeki bir sonraki reaksiyonu başlatarak, bayrağı kendisinden sonraki bölgeye teslim etmiş olur.
Hücrenin 4 Evresi
Canlının en küçük parçası olan hücrenin, yaşamı boyunca 4 evresi (fazı) vardır. Bunlar G1, S, G2, M olarak adlandırılırlar.
G1: Yeni oluşmuş bir hücrenin DNA’sını kopyalayabilecek kadar büyümesi için geçen evre,
S: Hücrenin DNA’sını kopyaladığı süre,
G2: DNA’nın sentezlenmiş olduğu ve hücrenin bu aşamada artık bölünmeden önce son hazırlıklarını yaptığı evre,
M: Mitoz evresi; burada hücre bölünür ve iki yeni hücre oluşur.
Evreler arasındaki geçişler hücre için çok önemlidir. Çünkü, hücre bir evreden diğerine geçtikten sonra artık geri dönemez. Örneğin, eksik malzemeyle DNA üretemez, mutlaka ihtiyacı olan herşeyin depolanmış olması gerekir. Mitoz bölünme başladıktan sonra geri dönüş yoktur. Eğer bir hücre mitoza (yani bölünmeye) hazır olmadan girerse ve bunun sonucunda hasarlı bir bölünme yaşanacağını fark ederse, bölünmeyi yapmaktansa kendini öldürmeyi (apoptoz) tercih edebilir.
Bu evrelerin sinyalleri hücre için hayati önem taşır. İşte burada siklin-bağımlı kinaz denen küçük moleküller, hücre içindeki hazırlıkların yapılması için gerekli işaretleri veren haberciler gibidirler. Bunlar sakin duran proteinlere gidip fosfor molekülünü bağlarlar. Fosforun bağlandığı proteinlerde ampul varmış gibi de düşünebiliriz. Bu haberci gelip de ilgili proteine fosfor bağlandığında bu ampul yanar. Bir ampulün yanması sonucunda da diğer proteinler sinyal alırlar ve hücre faz değişeceğini anlar.
Sonuç
Hücre içindeki tüm parçacıklar; DNA'lar, ribozomlar, mitokondriler, enzimler ya da hormonlar, son derece aktif varlıklardır ve hayret verici işleri başarıyla yürütmektedirler. Ancak bunlar ardı ardına dizilmiş amino asitlerden oluşan kimyasal zincirlerden başka bir şey değildirler. Görme, duyma, hissetme, düşünme, karar verme yeteneğinden yoksun olan bu kimyasal bileşikler, oldukça ihtişamlı bir "akıl gösterisi" sergilemektedirler. İşte bu aklın kaynağı Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır.
"Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na ‘gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar." (Rum Suresi, 26)
Hücrenin kendisini kopyalaması sırasında (mayoz bölünme), DNA'nın paketlenmiş hali olan kromozomların aralarında gen değiştirdikleri bir aşama olur. İşte dörtlü dans tam bu sırada meydana gelir. Dans olarak adlandırılan bu aşamada hiçbir hareket rastgele olmaz. Ubiquitin adlı küçük protein, hücre içinde hasar görmüş proteinlere ya da yapılara bağlanarak hücreye bunu haber verir.
Karıncanın Gözlerindeki Pusula
Çöl karıncası yuvasından, 200 metre uzağa kadar varabilen bir alanda sık sık durarak ve olduğu yerde dönerek dolambaçlı bir yol izler. Ama bu zikzakların bütün karmaşıklığına rağmen, yiyeceğini bulduğunda, hemen yuvasına doğru düz bir çizgi şeklinde bir rota izleyerek yola koyulur. Karıncanın bu yolculuğu, boyu ile kıyaslandığında, bir insanın çölde 35-40 km. dolaştıktan sonra, pusula vs. kullanmadan başladığı noktaya doğrudan dönmesine denk bir yolculuktur.
Çöl gibi bir arazide yön belirlemeye yarayan işaretlerin azlığı düşünüldüğünde, -ki karıncanın yolda gördüğü işaretleri hafızasında tutup, yolunu onlara bakarak bulması da başka bir mucize olurdu- karıncanın başardığı işin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Karıncanın ne bir pusulası ne de haritası vardır. Ancak gözlerine Allah'ın yerleştirdiği yön tayin sistemi bütün bu aletlerden üstündür. Karıncanın gözleri insanların sahip olmadığı bir özelliğe sahiptir: Çöl karıncası da önceki sayfalarda örnek verdiğimiz yer örümcekleri gibi ışığı polarize edebilir. Bu işlem sırasında bizim göremediğimiz bazı ışınları görür ve bunları kullanarak çevresine baktığı her an kuzey-güney şeklinde kesin bir yön tayini yapabilir. Böylece her an yuvasının hangi tarafta olduğunu tahmin eder ve geri dönerken hiçbir zorluk çekmez. Bir karıncanın insanların bile yeni haberdar olduğu ışığın polarizasyon özelliğini bilmesi nasıl açıklanabilir? Üstelik karınca bundan bir pusula gibi faydalanmaktadır. Bütün bunları karıncanın kendisinin biliyor olması elbette ki mümkün değildir.
Şüphesiz karıncanın sahip olduğu bu kompleks göz yapısını rastgele oluşan tesadüflerle açıklamak imkansızdır. Tüm çöl karıncaları dünyadaki ilk günlerinden beri bu özellikte gözlere sahiptir. Bu gözler onların, diğer tüm canlıların ve bizim Yaratıcımızın eseridir. O Yaratıcı, üstün ilim sahibi olan Allah'tır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadette kararlı ol. Hiç O'nun adaşı olan birini biliyor musun? (Meryem Suresi, 65)
24 Kasım 2010 Çarşamba
UYKUDA HAREKET ETMENİN ÖNEMİ
Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı. (Kehf Suresi, 18)
Yukarıdaki ayette yüzlerce yıl uykuda kaldıkları bildirilen Kehf Ehlinden bahsedilmektedir. Ayrıca Allah bu ayette bu kişilerin bedenlerini sağ ve sol yanlara çevirdiğini bildirmektedir. Bunun hikmeti ise çok yakın bir tarihte keşfedilmiştir.
Uzun süre aynı yatış pozisyonunda kalan insanlar ciddi sağlık problemleri ile karşılaşırlar: Kan dolaşımında komplikasyonlar meydana gelmesi, deride yaraların oluşması, yatılan yüzeye temas edenbölgelerde kanın pıhtılaşması gibi... 1
Uzun süre aynı pozisyonda yatıldığında meydana gelen yatak yaralarına "basınç yaraları" da denir. Çünkü çok uzun süre aynı pozisyonda yatıldığında, vücudun belli bir bölgesine uygulanan sürekli basınç, kan damarlarının sıkışıp kapanmasına neden olabilir. Bunun sonucu olarak kan yoluyla taşınan oksijen ve diğer besinler deriye ulaşamaz ve deri ölmeye başlar. Bu durum vücutta yaraların oluşmasına sebep olur. Eğer bu yaralar tedavi edilmezse derinin katmanları, yağ ve kas dokuları da ölebilir.2
Derinin ya da dokunun altında oluşan bu yaralar, tedavi edilmezlerse ya da enfeksiyon kaparlarsa ciddi boyutlara ulaşabilir, hatta hayati tehlikeye sebep olabilirler. Bu nedenle deri üzerindeki basıncı azaltmak için her 15 dakikada bir pozisyon değiştirmek en sağlıklısıdır. Kendi kendine hareket edemeyen felçli hastalar da bu nedenle özel bir bakıma tabi tutulurlar ve her 2 saatte bir başkasının yardımıyla hareket ettirilirler.3 Yukarıdaki ayette yüzyılımızda keşfedilen bu tıbbi bilgilere dikkat çekilmesi, kuşkusuz Kuran'ın ayrı bir mucizesidir.
1. Dr. Mazhar U. Kazi, 130 Evident Miracles in the Qur'an, Crescent Publishing House, New York, ABD, 1998, s. 108.
2. http://www.geocities.com/abusedelders/page9.html
3. http://www.biomedcentral.com/1364-8535/5/81/abstract
KAN DOLAŞIMI VE SÜTÜN OLUŞUMU
Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz. (Nahl Suresi, 66)
Vücudun beslenmesini sağlayan temel maddeler, sindirim sistemindeki kimyasal dönüşümler sonucunda oluşur. Sindirilen bu besin maddeleri daha sonra bağırsak duvarından kan dolaşım sistemine geçerler. Kan dolaşımı sayesinde ilgili organlara sevk edilmiş olurlar.
Yukarıdaki tabloda mide kanalından gelen yarı sindirilmiş besinlerle damarlardan gelen kanın birleşerek vücuda dağılımı görülmektedir. Bu karışımın bir kısmı kaslara ve diğer vücut dokularına dağılırken, bir kısmı da süt bezlerine süt olarak salgılanmak üzere ulaşmaktadır. |
Süt bezleri de diğer vücut dokuları gibi kan yoluyla kendilerine getirilen sindirilmiş gıdalarla beslenirler. Bu nedenle kan, besinlerden gelen gıdaların toplanıp iletilmesinde çok önemli bir rol oynar. Süt de tüm bu aşamalardan sonra süt bezleri tarafından salgılanır ve sindirilmiş besinin kan dolaşımıyla taşınması sonucunda oluştuğu için besin değeri oldukça yüksektir.
İnsanlar ne hayvanın karnındaki yarı sindirilmiş besini ne de hayvanın kanını doğrudan tüketemezler. Dahası bunların herhangi birini ya da karışımlarını doğrudan tüketmeleri ciddi zehirlenmelere hatta ölüme bile yol açabilir. Ne var ki Allah, yarattığı son derece kompleks biyolojik sistemler sayesinde, bu sıvıların içinden temiz ve sağlıklı bir gıdayı insanların faydasına sunmaktadır.
Böylece insanların doğrudan tüketemeyeceği kan ve yarı sindirilmiş besinden içilir nitelikte, besleyici süt üretilmiş olur.
Arap alimi İbn-i Nefis, 1242 yılında insan vücudundaki kan dolaşımını ilk kez doğru olarak tarif eden kişi olmuştur. İngiliz doktor William Harvey'in 1616 yılında ilan ettiği kan dolaşımı modeli ise, konu hakkındaki bilgilerin yaygınlaşmasında etkili olmuştur. Dolayısıyla Kuran'da sütün bileşenlerinin asıl kaynağı, yüzyıllar öncesinden en doğru şekilde tarif edilmiştir. Memelilerin sindirim sistemine, kan dolaşımına yönelik uzmanlık gerektiren böyle bir bilginin, Kuran'ın indirildiği dönemde insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmayacağı son derece açıktır.
Görüldüğü gibi Nahl Suresi'nin 66. ayetinde, sütün biyolojik oluşumu ile ilgili tarif edilenler, fizyoloji, anatomi gibi bilimlerin günümüzde ortaya koyduğu bilgilerle büyük bir uyum içindedir.
22 Kasım 2010 Pazartesi
10 Ünlü Darwinist Yalan
- “Hayatın İlkel Dünyada Tesadüfen Oluşabildiği İspatlanmıştır” Yalanı
- Atın Evrimi Fosil Kayıtlarıyla İspatlanmıştır” Yalanı
- “Doğa Tarihi Hayat Ağacını Doğrulamaktadır” Yalanı
- Archaeopteryx, Sürüngenler ve Kuşlar Arasındaki Kayıp Halkadır” Yalanı
- "İnsan Embriyosunda Solungaçlar Vardır" Yalanı
- “Canlılarda Körelmiş Organlar Vardır” Yalanı
- “Omurgalıların Beş Parmaklı El Yapısı Evrime Delildir” Yalanı
- “Sanayi Devrimi Kelebekleri, Doğal Seleksiyonla Evrime Delildir” Yalanı
- “Mutasyon Deneyleri Evrime Delildir” Yalanı
- “Fosiller, Yarı Maymun İnsanların Yaşadığını İspatlamaktadır” Yalanı
Bu iddiayı öne süren evrimci kaynaklarda tek kanıt olarak 1953 yılında yapılan Miller Deneyi gösterilir. Oysa bu deneyde canlı bir hücre oluşturulmamış, sadece birkaç basit aminoasit sentezlenmiştir. Aminoasitlerin tesadüfen doğru sıralamayla dizilerek proteinleri oluşturmaları, bunların da bir hücre meydana getirmeleri matematiksel olarak imkansızdır. Kaldı ki, Miller’in sentezlediği aminoasitler dahi anlam taşımamaktadır. Çünkü Miller, deneyinde ilkel dünya atmosferinde bulunmayan gazlar kullanmıştır.
Onlarca yıldır, "atın evrimi" iddiası , evrim teorisinin en iyi belgelenmiş kanıtlarından biri olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Farklı devirlerde yaşamış dört ayaklı memeliler küçükten büyüğe doğru dizilmiş ve bu hayali "at serileri" doğa tarihi müzelerinde sergilenmiştir. Oysa son yıllardaki araştırmalar, at serilerindeki canlıların birbirlerinin atası olmadığını, sıralamaların çok hatalı olduğunu, atın atası olarak gösterilen canlıların gerçekte attan daha sonra ortaya çıktıklarını ortaya koymaktadır.
Darwinizm, yeryüzündeki yaşamın bir ağaç gibi tek bir kökten doğup giderek geliştiğini ve dallara ayrıldığını öne sürer. Evrimciler, doğa tarihini bu iddiaya uyarlamak için 150 yıldır çabalamaktadırlar. Oysa doğa tarihi, tam aksi bir tablo ortaya koymuştur. Fosil kayıtları bir "hayat ağacı" bulunmadığını, temel canlı gruplarının yeryüzünde aynı anda ve aniden ortaya çıktığını göstermektedir. Bilinen filumların (temel canlı gruplarının) tamamına yakını, 530-520 milyon yıl önceki Kambriyen devirde ortaya çıkmıştır.
Archaeopteryx adlı 150 milyon yıllık kuş fosili, evrimciler tarafından 19. yüzyıldan beri "evrimin en büyük fosil kanıtı" olarak gösterilmiştir. Bu kuşun bazı sürüngen özellikleri gösterdiği ve bu yüzden sürüngenler ile kuşlar arasındaki "kayıp halka" olduğu iddia edilmiştir. Ancak 2000 yılında ortaya çıkarılan Lonqisquama adlı fosil, bu iddiayı geçersiz kılmıştır. Çünkü 220 milyon yıl yaşındaki Lonqisquama, Archaeopteryx’ten 70 milyon yıl daha eski olmasına rağmen eksiksiz bir kuştur.
Bu iddia, evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından 20. yüzyılın başında yapılan bir bilim sahtekarlığına dayanmaktadır. Haeckel, evrime delil oluşturmak için, insan, tavuk, balık gibi canlıların embriyolarını yanyana çizmiş, ancak bu çizimler üzerinde çarpıtmalar yapmıştır. Bugün tüm bilim dünyası bunun bir sahtekarlık olduğunu kabul etmektedir. Haeckel’in "solungaç" diye gösterdiği yapı, gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcıdır.
Uzun zamandır evrimci kaynaklarda canlılardaki bazı organların işlevsiz olduğu ileri sürülmekte ve bunların sözde o canlıların atalarından miras kalmış evrimsel kör noktalar olduğu iddia edilmektedir. Örneğin insan vücudundaki appendiks (apandisit) veya kuyruk sokumu, yıllarca "körelmiş organ" sayılmıştır. Oysaki son yılların bilimsel araştırmaları, tüm bu organların önemli işlevleri olduğunu ortaya koymuş durumdadır. Evrimcilerin 20. yüzyıl başında çıkardıkları "körelmiş organlar listesi" bugün tamamen çürütülmüş durumdadır.
Yunusun yüzgeçlerinde, yarasanın kanatlarında veya insanın ellerinde, 5 parmaklı bir kemik yapısı bulunur. Bu benzerlik, evrimci ders kitaplarında veya bazı yayınlarda, uzun zaman, bütün bu canlıların ortak bir atadan evrimleştiği iddiasına delil olarak sunulmuştur. Oysaki genetik araştırmalar, benzer gibi gözüken bu organların aslında çok farklı genler tarafından kontrol edildiğini göstermiştir. Bugün evrimciler bile "benzer organlar evrime delil oluşturmuyor" itirafında bulunmaktadır.
Evrim teorisinin dünya çapında en çok tekrar edilen sözde "delil"lerinin başında, 19. yüzyıl İngilteresi’nde gerçekleşen sanayi devrimi sırasındaki kelebek popülasyonu gelir. Sanayi devrimindeki hava kirliliği ağaç kabuklarının rengini koyulaştırmış, bu nedenle koyu renkli kelebekler daha kolay kamufle olarak avcı kuşlardan korunmuş ve sonuçta koyu renkli kelebeklerin nüfusu artmıştır. Ama bu bir evrim değildir, çünkü yeni bir kelebek türü ortaya çıkmamış, sadece zaten var olan türlerin nufüs oranı değişmiştir.
Mutasyonlar, neo-Darwinizm’in öne sürdüğü iki "evrim mekanizması"ndan biridir. DNA üzerinde mutasyonlarla meydana gelen rastlantısal değişikliklerin canlıları evrimleştiği öne sürülür. Bu iddiaya destek oluşturabilmek için binlerce mutasyon deneyi yapılmıştır. Başta meyve sinekleri olmak üzere seçilen bazı canlı popülasyonları yoğun mutasyona uğratılmıştır. Evrimci yayınlar bu mutasyon deneylerini "evrimin laboratuvardaki kanıtı" gibi gösterirler. Oysa gerçekte bu deneyler evrimi kanıtlamak bir yana, çürütmüştür. Çünkü mutasyona uğrayan hiçbir canlıda genetik bilgi artışı gözlemlenmemiştir. Aksine, mutantlar (mutasyona uğrayan canlılar) hep sakat, kısır ve hasta olmaktadır.
Darwinizm’in en önde gelen aldatmacası, insanların maymun benzeri canlılardan evrimleştiği iddiasıdır. Bu iddia, oluşturulan binlerce hayali çizim ve maket yoluyla kitlelere empoze edilir. Oysa gerçekte "maymun-adamlar"ın yaşamış olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. İnsanın en eski atası olarak ileri sürülen Australopithecus, şempanzelerden pek farklı olmayan soyu tükenmiş bir maymun türüdür. Evrim şemasında Australopithecus’un sonrasına yerleştirilen Homo erectus, Homo sapiens neanderthalensis, Homo sapiens archaic gibi sınıflamalar ise, farklı insan ırklarıdır.
Hücre İçi İstihbarat Birimleri
Birçoğumuz yüksek haberleşme kuleleri ile karşılaşmışızdır ya da haberleri seyrederken yeni açılan benzer bir tesisin görüntüleri gözümüze çarpmıştır. Bunların bizlerde bıraktığı ilk izlenim, muhtemelen, çeşitli gelişmiş antenler ve karmaşık elektronik cihazlarla dolu yapılar olduklarıdır. Aslında böyle bir görüş hatalı da sayılmaz, çünkü bu tesislerdeki teknolojik aletleri iyice tanımak için elektronik ve haberleşme alanında belirli bir uzmanlık veya mühendislik bilgisine sahip olmak gerekir. Bunun yanında hemen hemen hepimizin ortak bir kanaati daha vardır: Dünyanın dört bir yanındaki insanlarla iletişim kurmamıza olanak sağlayan bu tesisler artık insanlık için "olmazsa olmaz" bir konumdadır. Şöyle bir düşünelim: Tüm dünyadaki haberleşme kuleleri, santralleri ve istasyonları kısa bir süre için devre dışı kalsa neler olurdu? Açıktır ki böyle bir durum büyük bir kaos ve kargaşaya yol açardı. Ancak meydana gelen zarar maddi olarak ne denli büyük olursa olsun yine de telafii edilebilirdi.
Oysa 100 trilyon hücremizin kendi aralarındaki ve her bir hücrenin kendi içindeki haberleşmenin, saniyelerle ölçülecek kadar kısa bir zaman zarfında bile devre dışı kalması ve hücresel mesajların yerine ulaşamaması ölümle sonuçlanmaktadır. Günümüzdeki haberleşme sistemleri en ileri teknolojiye sahip elektronik ve mekanik aygıtlar kullanılarak kurulmuştur. Oysa insanın sırlarını dahi çözemeyeceği kadar ileri teknolojiye sahip hücre içi haberleşme sistemleri, protein yapılı aygıtlar kullanılarak kurulmuştur. Proteinlerin içinde ise modern aygıtlarda olduğu gibi elektronik devreler, yarı iletkenler değil; bunların yerine karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomları bulunmaktadır. Hemen belirtelim, vücudumuzda 30 bin civarında farklı protein olduğu tahmin edilmektedir ve henüz bunların sadece %2'sinin vücuttaki görevi tam anlamıyla çözülebilmiştir. Birçok proteinin yaptığı görev insanoğlu için halen bir bilinmeyendir.
Hücreler Arasındaki Sistem
Hücreler arasında kurulu haberleşme sistemi birçok açıdan insanların kullandıkları haberleşme sistemlerine benzer. Örneğin hücrelerin zarları üzerinde kendilerine ulaşan mesajları algılamalarını sağlayan "antenler" bulunmaktadır. Bu antenlerin hemen altında ise hücreye ulaşan mesajın kodunu çözen "santraller" bulunur.
Sözü edilen antenler, kalınlığı milimetrenin yüz binde biri kadar olan ve hücreyi çepeçevre saran hücre zarında yer alırlar. "Tirozin kinaz" reseptörü olarak isimlendirilen bu alıcı; anten, gövde ve kuyruk olmak üzere üç temel bölümden meydana gelir. Antenin hücre zarının dışında kalan parçasının şekli, uydu yayınlarını toplamakta kullanılan çanak antene benzer. Her çanak antenin belirli bir uydunun yayınını almaya yönelik olması gibi, değişik hormon moleküllerinin taşıdığı mesajların dilinden anlayan farklı antenler vardır.
Diğer hücrelerden gelen mesajlar -hormonlar-, hücre zarındaki antenlere temas eder. Ancak her anten yalnızca tek bir mesajı algılayacak şekilde tasarlanmıştır. Bu, çok özel bir tasarımın eseridir. Böylece gönderilen mesaj yanlışlıkla bir başka hücreyi harekete geçirmez.
Hormon ve anten birbirlerine öylesine uygun yaratılmışlardır ki, bu benzerlik hemen hemen bütün biyoloji kaynaklarında anahtar-kilit uyumuna benzetilir. Yalnızca doğru anahtar kilidi açabilir, yani yalnızca doğru hücre gönderilen mesajla muhatap olur, diğer hücreler için bu mesajlar hiçbir şey ifade etmez.
Hormon, hücreye ulaştığı andan itibaren hücre içinde bir sistem devreye girer. Hücreye gelen mesaj çok özel haberleşme sistemleri tarafından hücrenin DNA'sına ulaştırılır ve hücrenin bu mesaj doğrultusunda hareket etmesi sağlanır.
Şimdi genel olarak tasvir edilen bu olayın aslında ne büyük bir mucize olduğunu anlamak için günlük yaşamda herkesin karşılaşabileceği sıradan bir örnek üzerinde düşünelim.
Bilgisayar ağına bağlı kişisel bir bilgisayara internet aracılığıyla bir dizi bilgi gönderilebilir. Bilgisayar kendisine gönderilen bilgileri bir başka üniteye, örneğin bilgisayar yazıcısına iletir ve yazıcı bilgiyi kağıt üzerine döker. Bu, hemen her ofiste rastlanabilecek türden ve insanlar için sıradan görülen bir olaydır. Çünkü 80'li yıllardan itibaren bilgisayarlar kullanılmaya başlanmış, bilgisayar evlere, işyerlerine girmiş, 90'lı yılların ikinci yarısından itibaren de internet insan yaşamının bir parçası olmuştur. Bu yüzden yukarıdaki paragrafta insanı şaşırtacak bir yön yoktur.
Eğer bir gün gazetede gözle görülemeyecek kadar küçük bir bilgisayar yapıldığı, bu bilgisayarın diğer bilgisayarlarla haberleştiği yolunda bir haber okursanız şüphesiz tepkiniz çok daha farklı olur. Belki de bu teknolojinin bu kadar küçük bir boyuta sığdırıldığına inanamazsınız. Oysa gerçek hayatta bundan çok daha ileri teknolojiye sahip bir haberleşme sistemi, gözle göremeyeceğiniz kadar küçük bir bölgenin içinde her an çalışmaktadır.
Hücrenin antenlerine gelen bir mesajın, büyük bir hızla hücrenin çekirdeğine iletilmesi, üstelik bu haberleşme sırasında çok üstün bir teknoloji kullanılmış olması, gözle görülmeyen bir bilgisayarın yapılmış olmasından çok daha büyük bir mucizedir. Çünkü hücre bir et parçasıdır ve sizin bu yazıyı okuduğunuz gözlerinizden, dergiyi tuttuğunuz elinize kadar bütün vücudunuz hücrelerin bir araya gelmeleri ile oluşmuştur. Vücudumuzda her birinin içinde çok ileri bir haberleşme sistemi olan 100 trilyon küçük canlı bulunmaktadır. Şüphesiz bu çok büyük bir mucizedir. (Harun Yahya, Hormon Mucizesi)
"Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için." (Talak Suresi, 12)
Hücrelerdeki Özel Haberciler
Çevrenizdeki insanlara içinde bulunduğumuz çağın en önemli iletişim olayının ne olduğunu sorsanız, verilen yanıtlar arasında ilk sırayı kuvvetli bir ihtimalle "internet" alırdı. Bu yanıtı verenlere neden böyle düşündüklerine dair ikinci bir soru yöneltin: Size internet teknolojisinin, küçük bir zaman diliminde büyük oranlarda bilgiyi dünyanın bir ucundan diğer ucuna transfer etmeye olanak sağladığını söyleyeceklerdir. Kimileri bunun haberleşmede bir devrim olduğunu, kimileri de hayret verici bir gelişme olduğunu belirtecektir. Elbette internet teknolojisi insanlık tarihinin en önemli gelişmelerinden birisidir. Ancak şurası da bir gerçektir ki, internet vasıtası ile sağlanan bilgi transferinin hız ve kapasitesi, hücreler arasındaki bilgi transferi ile karşılaştırıldığında oldukça düşük kalır.
Özellikle beyindeki nöronlar yani sinir hücreleri veya göz hücreleri gerek sürat gerek kapasite açısından insanoğlunun bildiği en hızlı bilgi transferi kapasitesine sahiptir.
Söz konusu hücrelerde, hızlı ve kusursuz veri transferini mümkün kılan sistemler her an işler durumdadır. Sinir hücrelerinin haberleşme ağı üzerine yapılan son bilimsel araştırmalar göstermiştir ki, bazı proteinler "inanılmayacak kadar çok sayıda bağlantı modülüne" sahiptir. Bu proteinler bu sayede, haberci protein gruplarını sürekli olarak bir arada tutabilmektedir. Sinir hücrelerindeki son derece hızlı iletişim de, işte bu özel tasarımdan kaynaklanmaktadır.
PSD-95 Haberci Proteini
PSD-95 proteininin bağlantı modüllerinin üç tanesi PDZ modülüdür. Bunlardan birincisi reseptörün sitoplazma içindeki kuyruğuna bağlanır, ikincisi hücre zarının iyon kanalını kontrol eder, üçüncüsü de sitoplazmadaki haberci proteinleri yakalar. Diğer bir ifadeyle, PSD-95 proteininin yapısındaki bağlantı modülleri ona birçok haberleşme unsurunu aynı anda koordine etme imkanı sağlar.
Bu harika haberleşme sistemleri sadece sinir hücreleriyle sınırlı değildir. Gözlerimizde de benzer sistemler bulunur. Hemen hatırlatalım ki elinizdeki bu kitabı okumanız, önemli ölçüde, göz hücrelerinizdeki hızlı haberleşme sisteminden kaynaklanmaktadır. Böylesi bir sürat olmasaydı, belki de bu satırlara baktığınız anda birkaç sayfa önce okuduklarınızı algılıyor olacaktınız.
Sözü edilen muhteşem mekanizmalar hayvanların gözlerinde de bulunmaktadır. Meyve sineği üzerinde yapılan çalışmalar, bu canlının çok sayıdaki küçük gözden oluşan göz modelinde de özel haberleşme modüllerinin varlığını ortaya çıkarmıştır.
Sonuç olarak, buraya kadar anlatılan gerçekleri göz önüne alalım ve kendi kendimize şu soruları soralım: Nasıl olmuş da proteinler böylesine akılcı ve özel iletişim sistemlerini kurmuşlardır? Nasıl olmuş da proteinler 100 trilyon hücrenin farklı ihtiyaçlarına anında cevap verecek haberleşme ağlarını inşa etmişlerdir? Ve yine nasıl olmuş da tasarım harikası modüler sistemleri kendi aralarında anlaşarak dizayn etmişlerdir?
Bu soruların cevabını teknolojik gelişmelerden bir örnekle birlikte verelim:
Hücreler dünyasındaki modüler sistemlere en yakın örnek olarak halen yapımı devam eden Uluslararası Uzay İstasyonu'nu verebiliriz. Bu istasyon, insanlık tarihinin en büyük mühendislik başarılarından birisi olarak kabul edilmektedir ve modüler sisteme göre yapılmaktadır. Hiç kimse bu uzay istasyonunun atomların, moleküllerin, rüzgarların, yıldırımların, güneş enerjisinin bir araya gelmesiyle tesadüfen ortaya çıktığını iddia edemez. Gerçek olan şudur ki bu uzay aracı, dünyanın değişik ülkelerinden birçok bilim adamının uzun yıllara dayanan bilgi birikiminin ve çok detaylı mühendislik hesaplarının sonucunda inşa edilmektedir.
Bu durumda hücrenin içinde görev yapan ve bilim adamlarının tam olarak sırlarını çözemedikleri ileri bir teknolojiye sahip olan haberleşme modüllerinin bir yaratıcısı olduğu kesindir. Haberci proteinleri de ve bunlardan oluşan harika iletişim sistemlerini de "her şeyi yaratan" (Enam Suresi, 101) ve "her işi evirip düzene koyan" (Secde Suresi, 5)Allah yaratmış ve kusursuz bir şekilde düzenlemiştir.
Kış Güvelerindeki Isıtma Sistemi
Güveler genellikle ilkbaharda dünyaya gelirler, yaz boyunca yaşamlarını sürdürdükten sonra kış yaklaştığında, ölmeden önce yumurtalarını bırakırlar. Güveden geride kalan yumurtalar, tırtıllar ve pupalar ilkbahara kadar hiçbir yaşamsal faaliyet göstermezler. Bu yaşam şekli kış güvelerinde ise tam tersidir. Orta Asya, Sibirya, Kuzey Avrupa gibi geniş bir coğrafyada yaşayan kış güveleri, diğer güvelerin tersine yaşamsal faaliyetlerini kışın gösterirler. Onlar, yaz boyunca hareketsiz kalırlar ve aylarında yetişkin hale gelirler. İlkbaharda da doğacak yeni nesil için yumurtalarını bırakırlar.
Kış güvelerinin uçabilmeleri için, kanatlarının bulunduğu göğüs bölgesindeki sıcaklığın en az 30oC olması şarttır. Oysa yaşadıkları yerde ısı genellikle 0oC düzeyinde hatta bunun da altındadır. Peki, kış güveleri nasıl oluyor da böylesine soğuk ortamlarda yaşamlarını sürdürebiliyorlar? Hareketsiz kaldıklarında soğuktan donmamaları, şiddetli soğuğa rağmen uçabilmeleri nasıl mümkün olmaktadır? Bu soruların cevabı kış güvelerinin, yaşamlarına olanak sağlayan özel bir ısınma sistemi ile yaratılmış olmalarıdır. Bu sistem, birbirini tamamlayan özelliklerden oluşan, son derece hassas bir planlamanın ürünüdür. İşte bazı detaylar:
Titreşen Kanatlarla Isınma
Kış güveleri uçuş öncesinde kanatlarına bağlı olan ana kaslarını art arda kasarlar. Böylece kanatlarını titretirler. Kanatların hızla bu şekilde titreştirilmesi böceğin göğüs bölgesindeki ısının artmasını sağlar. İşte bu artış sayesinde göğüs bölgesinin sıcaklığı 0oC'den 30oC'ye hatta daha yüksek seviyelere kadar çıkabilmektedir. Ancak güvenin kanatlarını titretebilmesi de özel bir sinir sistemine sahip olmayı gerektirir. Nitekim güvenin sinir sistemini, oldukça düşük sıcaklıklarda nasıl çalıştırabildiği, bilim adamları için hala bir sır niteliğindedir.
Kış güveleri genellikle hava sıcaklığı 0oC'yi biraz geçince titremeye başlarlar. Hatta kimi zaman titremeyi -2oC gibi düşük bir sıcaklıkta başlatırlar. Yarım saatlik bir titreme sonunda da uçuş için gerekli ısıya ulaşmış olurlar.
Bilim adamları kış güvesinin dinlenme, titreme ve uçuş sırasındaki metabolizma hızlarını ölçmüşler ve elde ettikleri verileri, diğer güve türleri ile karşılaştırmışlardır. Ölçümlerin tüm güve türlerinde aşağı yukarı aynı olması sonucunda, ısınma nedeninin metabolizma hızıyla ilgili olmadığı anlaşılmıştır. Bu sonuçlar kış güvelerinin özel bir ısınma sistemini kullandıklarını ortaya çıkarmıştır.
Kış Güvesi Isıyı Nasıl Yalıtır?
Bilindiği gibi, sıcak olan ortamdan soğuk ortama doğru bir ısı transferi söz konusudur. Bu nedenle, kış güvesinin vücut ısısını yükseltmesi, uçuş için tek başına yeterli bir koşul değildir. Çünkü kış güvesi bir yandan vücudunu ısıtırken bir yandan da dış ortamın soğuk olmasından ötürü ısı kaybedecektir. Ve böceğin vücut sıcaklığıyla hava sıcaklığı arasındaki fark arttıkça, bu ısı kaybı da hızlanacaktır. Dolayısıyla kış güvesinin ürettiği ısıyı koruyabileceği bir yönteme de sahip olması gereklidir. İşte güvenin bu ihtiyacı, soğumaya karşı en etkin metot olan yalıtımla çözümlenmiştir: Güveler, ısı kayıplarını azaltan yoğun bir pulsu örtü ile kaplanmışlardır. Bilim adamları yaptıkları incelemeler sonucunda, pulsu örtüye sahip olmayan bir güvenin, örtülü olanlardan 2 kat daha hızlı soğuduğunu tespit etmişlerdir.
Peki, güveler bu fizik yasasını nereden bilmektedirler? Isı transferine karşı tedbir almayı ve yalıtımın böyle bir soğumaya çözüm olacağını nasıl düşünmüşlerdir? Hiç şüphesiz küçücük bir güvenin bunu akletmesi ve kendi imkanlarıyla böyle bir yapı kazanmış olması mümkün değildir. Güve dondurucu soğuklarda bile uçmasını mümkün kılacak bu özel tasarımla yaratılmıştır. Bu yüzden de incelenen her detayında hayranlık uyandıran bir kusursuzlukla karşılaşılmaktadır.
Diğer Bir Sorun: Nem
Kış güvelerini bekleyen bir diğer sorun ise nem bulunan ortamlarda ancak -2oC'ye kadar yaşayabilmeleridir. Bu onların standart donma noktasıdır. Ancak yaşadıkları coğrafyada ısı sıklıkla -20oC'nin altına bile düşebilmektedir. Peki, böylesine dondurucu soğuklarda bu küçücük böcek nasıl olup da yaşamını sürdürebilmektedir?
Bu sorunun cevabı da güvenin bulunduğu ortamdaki nem ve ısı ile ilgilidir. Bir kış güvesinde donma süreci vücuduna giren bir buz kristali ile başlar. Eğer güve buz kristallerinin olmadığı kuru bir ortamda bulunursa, donma ısısı oldukça aşağılara iner. İşte kış güveleri de buzdan ve ani sıcaklık düşüşlerinden etkilenmeyecekleri böyle ortamları tercih ederler. Fakat kutuplarda kendilerini koruyacak böyle bir ortamı nereden bulacaklardır?
Bu sorunun cevabı da oldukça hayret vericidir: Yapraklar soğuğa karşı mükemmel bir koruma sağlarlar. Dışarıda hava sıcaklığı -30oC kadarken bile, yeri örten yaprak tabakasının altındaki sıcaklık -2oC'nin altına düşmez. Kış güveleri de ısı -2oC'nin altına düştüğünde, hava yeniden yaşamalarına imkan tanıyacak ısıya ulaşana kadar, yorgan görevi gören yaprakların altında gizlenirler.
Kuşkusuz ki güvelerin, yaprakların iyi bir yalıtıcı olacağını kendiliklerinden bilmelerine imkan yoktur. Güveler de diğer canlılar gibi Allah'ın ilhamıyla hareket ederler ve Allah'ın kendileri için tasarladığı sistemler sayesinde, bulundukları zorlu ortamlarda dahi yaşamlarını sürdürmeyi başarırlar. İnsana düşen Allah'ın eşsiz yaratışının delilleri üzerinde düşünmektir. Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır." (Bakara Suresi, 164)
19 Kasım 2010 Cuma
Dolunayı Bekleyen Aterinalar
Dünyadaki tüm canlılar üremelerinden, korunmalarına, beslenme şekillerinden yuvalarına kadar sayısız üstün özelliklerle donatılmışlardır. Bu canlıların yaşantıları incelendiğinde ise, hem fiziksel özelliklerinin hem de davranışlarının birbiriyle ve yaşadıkları ortamla tam bir uyum içerisinde olduğu görülür. Denizlerin altındaki canlılarda da, bu tür üstün özelliklere rastlarız. Bunlardan biri de Aterina balığıdır.
Aterina balıkları diğer balıklardan farklı olarak yumurtalarını karada toprağın içine gömerler, çünkü yumurtaları ancak böyle bir ortamda gelişme imkanı bulabilir. Ancak Aterinalar için karaya kısa süreliğine bile çıkmak ölüm demektir. Bu tehlikeye rağmen bunu yaparlar çünkü eğer yapmazlarsa nesillerini devam ettiremeyeceklerdir.
Üreme mevsimi geldiğinde binlerce Aterina balığı yumurtalarını kumsala bırakmak için kusursuz bir zamanlama ile aynı anda harekete geçerler. Bunun için son derece pratik bir yöntem bulmuşlardır. Karaya çıkmak için dolunayın çekim gücüyle gerçekleşen gel-git olayını beklerler. Gel-git sebebi ile kabaran denizin en yüksek anını kollayan balıklar, kıyıya vuran büyük dalgalarla kendilerini karaya atarlar.
Karaya bu yolla çıkmayı başaran dişi Aterinalar, bir müddet kumun üstünde kalırlar. Her dişi Aterina, suyun dışında kaldığı bu kısacık zaman aralığında, ustaca kıvrılıp bükülerek kuma gömülür ve 5 cm. derinliğe yumurtalarını bırakır. Bunun sebebi yumurtaların, ancak kumda gömülüyken gelişebilmesidir. Yumurtaların, akıntılı bir suyun içinde çatlamadan gelişebilmeleri imkansızdır. Yeni doğacak Aterina yavrularının sapasağlam yumurtadan çıkabilmeleri, 15 gün boyunca sarsıntısız ve güvenlikli bir ortamda gelişebilmelerine bağlıdır. Bu da ancak kıyıda gömülü kalmalarıyla mümkün olur.
Balıkların çoğu yumurtalarını, suyun içindeki bir düzlüğe bırakırken, Aterinalar yumurtalarını karaya açtıkları bir çukura gömmeleri gerektiğini bilirler. Böyle bir aklın bu balığın kendisine ait olmadığı apaçık bir gerçektir. Çünkü bir balığın bunu bilebilmesi için yumurtaların kabuğunu inceleyip hangi şartlar altında kırılacağını ya da sağlam kalacağını hesaplamış olması, sonra da karanın daha güvenli olduğuna karar vermesi gerekir. Aynı zamanda yumurtanın gelişimini tamamlama süresini tahmin etmesi, bunu da gel-git olayının süresine göre ayarlayıp aynı ana denk gelmesini sağlayacak bir plan yapması gerekir. İnsanların bile, özel deneyler yapmadan bilemeyeceği bu doğum yöntemini, Aterina balığına öğreten kuşkusuz ki tüm alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
"... Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendir. Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sahibi O'dur." (Yusuf Suresi, 100)
Aterina dışında hiçbir balık kendini bu şekilde karaya atma ihtiyacı hissetmez. Kara, balıkların yaşayamayacağı, uzak durmaları gereken bir yerdir. Ama Aterina, yumurtalarının karada büyümesi gerektiğini bilirmişçesine, karaya çıkma cesaretini gösterir. Binlerce yumurtanın bırakıldığı bu yorucu işlemden sonra, dişi balık son bir güçle kumdan çıkarak denize döner. Tekrar yumurtlamaya hazır duruma gelinceye kadar da bir daha karaya çıkmaz.
Dişi Aterinanın kuma gömdüğü yumurtaların olgunlaşma süresi tam on beş gündür yani yumurtaların çatlaması tam olarak bir sonraki gel-git zamanına denk gelir. Aradan geçen on beş gün içinde yumurtaların karada gömülü kalıp olgunlaşması gerekir. Gerçekten de bu süre içinde, yumurtaların olduğu yere deniz suyu gelmez. Fakat tam on beş gün sonra yani yumurtaların artık çatlayıp denize dökülmesi gerektiği zaman, su yeni bir gel-gitle yükselir ve yumurtaları alarak denizin içine sürükler. Bu sürükleme esnasında, çatlayan yumurtalardan artık denizde yaşama zamanları gelmiş küçük Aterina yavruları çıkar.
Herşey öyle mükemmel bir biçimde hesap edilmiştir ki yumurtaların karaya gömüldüğü zamanı izleyen günlerde kıyıdaki su yükselmez. Bu arada yumurtalar gelişir ve çatlayacak hale gelir. Yumurtaların tam bir sonraki gel git sırasında çatlaması da başka bir mucizedir. Eğer sular on beş günden daha önce yükselip yumurtalara ulaşsaydı, suların çarpmasıyla yumurtalar çatlayacak ve vakitsiz doğan yavrular, yumurtadan çıkar çıkmaz ölecekti. Eğer denizin tekrar yükselmesi ve yumurtalara ulaşması on beş günü geçseydi bu sefer de yumurtalar kendi kendine çatlayacak ve doğan yavrular karada kalıp denize ulaşamadan öleceklerdi.
Bu olayda üzerinde düşünülmesi gereken başka noktalar da vardır. Örneğin balıklar yumurtaları bırakmak üzere gerçekleştirdikleri ilk atlayıştan bir süre önce gel-git kuşağının hemen gerisindeki bölüme yığılır ve toplu olarak denizin kabarmasını beklerler. Yani denizin kabaracağını bilirler. Peki ama nasıl?
Akıl sahibi olmayan balıklara bunu öğreten alemlerin Rabbi Allah'tır. Yüce Allah'ın ilhamıyla balık, yumurtlamak için hem suların en çok kabardığı günü hatta saati bilir, hem de erken davranmaması gerektiğini.
Herşeyi hikmetiyle donatan ve kudretiyle yönlendiren Allah bu balığa da neslinin devamını sağlaması için böyle muazzam bir yöntem göstermiş, ihtiyacı olan tüm nimetleri ona vermiştir. (Harun Yahya, Doğadaki Mühendislik)
Bu mucizelerle dolu üremenin bir diğer hikmetli yanı ise yumurtaların denizdeki tehlikelerden uzakta ve güven içinde gelişmesidir. Allah'ın üstün yaratışının delillerinden bir tanesi olan Aterina balığı, bu davranışı yüzyıllardır hiç şaşırmadan Şubat ayının sonundan Eylül ayına kadar büyük bir disiplin içinde tekrarlar.
Kuşkusuz tüm bunlar, düşünen insanlar için hem Allah'a kayıtsız şartsız bir teslimiyet örneği, hem de bu teslimiyet karşısında Rabbimiz'in her yeri rahmetiyle nasıl sarıp kuşattığını görmekten kaynaklanan bir şükür vesilesidir.
Mars Yolculuğu ve Kelebekler
Mars yolculuğu ve kelebekler arasında nasıl bir ilişki olabilir?" Bu sorunun cevabını kelebeklerin aerodinamik yeteneğini detaylarıyla keşfeden bilim adamları veriyor.
Yapılan son bir araştırma, harika desenlere sahip kelebeklerdeki üstün aerodinamik yeteneği ortaya çıkardı. Tam 12 yıldır böcek uçuşunun aerodinamiğini inceleyen Oxford Üniversitesi ' nden Dr. Adrian LR Thomas, uçuş sırasında kanatların havayla nasıl bir etkileşim içinde olduğunu izleyebilmek için özel bir rüzgar tüneli geliştirdi. Tamamlanması 3 sene süren bu tünel, yapay bir çiçeğe doğru uçan kelebeğin kanat hareketlerini izlemek için kullanılıyor. Tünelin içinde çiçeğe doğru kanat çırparken kelebeğin kanatlarına doğru renkli duman üfleniyor. Renkli dumanın kanatlarla karşılaştıktan sonra aldığı şekiller incelenerek kanatların havayla nasıl bir etkileşim içinde olduğu anlaşılıyor. Bu arada yüksek hızda kayıt yapan bir dijital kamerayla kelebeğin hareketleri kaydediliyor.
Dr. Thomas ve yardımcısı Dr. Robert Srygley bu tüneli kullanarak, Kızıl Amiral olarak bilinen Vanessa Atalanta türüne ait kelebekleri incelediler. Kelebeğin görüntülerini izlediklerinde böceğin aerodinamik yeteneği karşısında hayrete düştüler. Kanat hareketlerini ve duman şekillerini karşılaştıran bilim adamları, kelebeğin değişen hava akımlarına fazla enerji tüketmeksizin, kolayca uyum sağladığını belirtiyorlar. Buna göre, kelebekler hava akımlarını karşılamada o kadar yetenekli ki, kanatlarını 6 farklı şekilde çırpıyor ve döndürebiliyorlar. Kanatlarıyla yaptıkları özel hareketler sayesinde havada minik hortumlar oluşturuyor böylelikle ekstra kaldırma gücü sağlamış oluyorlar. Araştırmalarının sonuçları Nature dergisinde yayımlanan Thomas ve Syrgley, bu konuda şunları söylüyor: "Kelebeklerin kanat çırpma hareketleri rastgele, kararsız bir gezinme değil. Bu hareketler geniş bir dizi aerodinamik mekanizmanın hünerli bir şekilde kullanılmasından ortaya çıkıyor."(www.news.bbc.co.uk/2/hi/science/Nature/2566092.stm)
Kelebeğin havadaki hareketleri akrobasi uçuşu yapan pilotların hareketlerine benzetiliyor. Dr. Thomas, kelebeklerin bu hareketleri yaparken yorulmadıklarını belirtiyor. Bir atın yürüme, koşma ve dörtnala koşma arasındaki geçişleri kolaylıkla yapabilmesi gibi kelebekler de kendi isteklerine göre bir uçuş tarzı ortaya koyabiliyorlar.
Kelebek uçuşundaki bu yetenekte kanatlardaki özel tasarımın yanı sıra, kanat hareketlerini düzenleyen sinir sistemi de önemli rol oynuyor. Kanatların hangi hızda ve hangi yönde döneceklerini belirleyen bu sistem, uçaklardaki elektronik sistemlere benzetiliyor. Ancak bilim adamları, kelebeğin sahip olduğu 3000 nöronla bu karmaşık hareketleri nasıl yapabildiğini bir türlü anlayabilmiş değiller. Kelebekteki kontrol sistemi en modern uçaklardakinden bile üstün. Nature dergisinde Thomas ' ın araştırmasıyla ilgili bir yorum şöyle:
"İnsan yapımı uçan taşıtlar yazılım komutlarıyla kontrol edilirler. Ancak yazılım tasarımı, yıllar boyu süren insan emeği sonucu ortaya çıkar ve uygulamaya konması için kuvvetli bilgisayar çipleri gereklidir. Oysa örneğin sineklerde, uçuş kontrolü muhtemelen sinek beyninde bulunan ve yaklaşık 3.000 nörondan meydana gelen bir kompleksten ortaya çıkar. Bu, sineğe bir ekmek kızartma makinesinin sahip olduğundan daha az işlem kapasitesi kazandırır ama yine de sinekler süper hızlı dijital elektronikle donatılmış uçaklardan daha çeviktirler."(Aerodynamics: Red admiral agility, Nature 420, 615 – 618 (2002); 12 Aralık 2002)
Bir Böcekten İlham Almak
Sineklerin günümüz uçaklarından çok daha üstün bir uçuşa sahip oldukları biliniyor. Öyle ki bir sinek gibi uçabilen minyatür uçaklar, mühendislerin rüyalarını süslüyor. Örneğin uzay ve havacılık endüstrisinin rüyası olan Mars ' a yolculuk projelerinde gezegene iniş yapabilecek etkin bir manevra kabiliyetine sahip robotlara önemli görevler düşüyor. Sunduğu hava akrobasisiyle kelebekler, bu tür robotlara ilham kaynağı olmada ön plana çıkıyorlar. NASA ve Georgia Tech kuruluşlarından bilim adamları, Mars yüzeyine inebilen ve yüzeyde ilerleyebilen robotlar tasarlıyorlar. Böceklerden ilham alan bu robotlara "entomopter" adını veriyorlar. (www.spacedaily.com/news/mars-plane-01a.html)
Günümüzde 15 santimetreden daha küçük kanat genişliğine sahip uçaklar üretmek mümkün değildir. Çünkü bundan daha küçük kanatlar kaldırma kuvveti oluşturamayacak kadar küçük kalır. Çok daha küçük olan sinekler ise minicik kanatlarıyla mükemmel uçuşlar yapabilmektedirler. Kanatların sağladığı kaldırma kuvveti, birim alana oranlandığında sineklerin uçaklardan 10 kat daha üstün olduğu ortaya çıkmaktadır. (Harun Yahya, Biyomimetik)
15 santimetre boyundaki uçaklar, mini kamera monte edilerek 100 metre yükseklikten uçurulabiliyor ve casusluk amacıyla kullanılıyor. ABD ' nin California eyaletinde kurulu olan AeroVironment isimli şirket yıllardır bu uçakların üretimini yapıyor. Proje lideri Matt Keennon, bir sinek gibi havada asılı kalabilen, ani manevralar yapabilen, dik yüzeylere konabilen ve uzaktan kumandayla yönetilen bir robo-sinek üretmek istiyor. Ancak günümüz teknolojisi sinekleri bu anlamda taklit etmede tamamen yetersiz kalıyor. Sinek uçuşunun taklit edilemeyecek kadar karmaşık olması, küçücük bir canlının yaptığı hareketleri insanın tam olarak taklit edemiyor olması da Allah ' ın izniyledir. Allah Kuran ' da sinekteki yaratılış mucizesini şu şekilde haber vermektedir:
"Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir araya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de." (Hac Suresi, 73)
12 Kasım 2010 Cuma
Bir Çift Gözdeki Üstün Detaylar
Göz, 600 bin sinirle beyne bağlanır. Aynı anda 1.5 milyon mesaj alıp bunları düzenler ve saatte 500 km'lik hızla beyne gönderir. Tek bir noktaya baktığınızda, aslında birbirinden farklı yüzlerce detay görürsünüz. Göz, bunların hepsinden gelen mesajları ayırt eder, hepsini değerlendirir ve her birini beyne iletir. Elinizdeki gazete size oldukça yakınken, aynı anda arka planda gördüğünüz manzara oldukça uzaktır. Ama her birini aynı netlikte görürsünüz. Baktığınız yerdeki tek bir detay bile ihmal edilmez, tek bir nokta bile bulanık değildir. Karşınızdaki manzara ne kadar fazla detay içerirse içersin, o manzara içinde hareket eden küçük bir karıncanın bile görüntüsü beyninize mutlaka ulaşır.
Hiçbir kamera, hiçbir televizyon bu netliği sağlayamamıştır. Hiçbir teknoloji ile göz vesilesiyle sağlanan mükemmelliği ve görüş hızını elde etmek mümkün değildir. İnsan, kendisine doğuştan verilmiş olan bu nimetten mahrum kalsa, etrafını tekrar görebilmek için yine bu kusursuz sisteme ihtiyaç duyacaktır. Bu da, ancak Allah'ın dilemesiyledir.
İnsan için, henüz anne karnında küçük bir embriyo iken yaratılmış bu özel nimet, Müstean olan yani Kendisi'ne her an ihtiyaç duyulan ve Kendisi'nden her an yardım beklenen Allah'ın bir ikramıdır.
"De ki: "Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)
Uçakları Geride Bırakan Mucize Canlılar
Balıkların, memelilerin ve hatta böceklerin birçok türü şaşırtıcı göç seyahatleri yaparlar. Ancak dünyadaki en hareketli canlılar, grup olarak kuşlardır. Kuşlar, bu yolculukları sırasında ise hepsi ayrı birer yaratılış delili olan sayısız özelliklerini kullanırlar.
Gaussmetre (güç, frekans, manyetik alan ölçer), dünyanın manyetik alanı, airfoil şekil, kanat ucu girdabı... Birçok insan için bu terimler bir anlam ifade etmeyebilir. Örneğin dünyanın iç çekirdeğinin katı, dış çekirdeğinin ise sıvı halde olduğu, bu iki katmanın birbiri etrafında hareket ettikleri, bu hareketin de çekirdekteki ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturduğu, bu manyetik alandan nasıl faydalanılacağı gibi detaylar da bilinmeyebilir. Airfoil şeklinin kanatlarda, fanlarda ve pervanelerde bulunduğundan, bu şeklin etrafında hava akımı olduğunda bir kaldırma kuvveti sağladığından bundan da kalkış ve uçuşta faydalanıldığından, uçak mühendisleri ya da konuya özel ilgi duyan kişilerden başka, kimsenin haberi olmayabilir.
Mühendisler, uzmanlar bu gibi bilgileri kullanarak yeni uçaklar dizayn eder, manyetik alanın varlığının etkilerini inceler, bundan faydalanır, olası tehlikelere karşı önlemler alırlar.
Ancak bu bilgileri ya da sistemleri kullananlar yalnızca bu konuda eğitim almış, bilgili insanlar değildir. Yüce Allah’ın sayısız mucizelerle yarattığı kuşlar da adeta bu konuların eğitimini almışçasına yaşamları boyunca mucizevi davranışlarda bulunarak yaratılış ilminin kusursuzluğunun delillerinden sadece birkaç tanesini sergilemektedirler.
Kuşların Yükseklik ve Hava Tahminleri Konusundaki Ustalıkları
Göç eden canlılar hava koşullarını doğru tahmin etmek zorundadırlar. Bu ise meteoroloji konusunda uzmanlık gerektiren bir durumdur. Avustralya'daki bogong güveleri bu konuda örnektir. Bu güveler, tırtıl olarak yaşamlarını geçirdikleri ovaların sıcak neminden kaçınmak için Avustralya Alplerindeki serin bir bölgeye doğru, yüzlerce kilometrelik bir seyahat yaparlar.
Tırtıllar baharda yeşil yaylalarda beslenirler. Yazın hava ısınmaya başlayınca pupa dönemine girerler ve küçük grimsi-siyah güvelere dönüşürler. İşte bu dönemde yazın yakıcı sıcaklarına dayanmaktansa, Avustralya Alplerine doğru uzun bir yolculuğa çıkarlar. Burada bu uzun mesafe yolcularının milyonlarcası yazı geçirir, kayaların çatlaklarına ve mağaralara kümeleşirler ve yalnızca geceleri uçarlar. Dağa ulaştıktan sonra burada yazı, asılı bir şekilde geçirirler ve tırtıl oldukları dönemde depoladıkları yağ rezervleri ile hayatta kalırlar.
Bu küçük canlılar Alplerin tepelerine ulaşmak için güneydoğu yönünde hareket eden ve onları yazın dinlenecekleri yere doğru taşıyacak olan soğuk cepheyi tahmin etmek zorundadırlar. Bilim adamları bu canlıların barometrik basınç değişimlerini veya hatasız tahminler yapmalarını sağlayan havadaki iyon dengesindeki değişimleri fark edebildiklerini düşünmektedirler.
Kuşların Kulaklarındaki Mucize Sistemler
Güvelerde bulunan benzer bir barometrik duyu, kuşların kulaklarında da bulunur. Göçmen kuşlar en ufak yükseklik değişimlerine bile o kadar hassastırlar ki, bulutlar yeri görmelerini engellese bile 17 km yükseklikte dar bir hava koridorunda yönlerini kaybetmeden uçmaya devam edebilirler. Eğer bir güvercinin ya da ördeğin hassasiyetine sahip olsaydık yalnızca basınçtaki değişimi fark ederek kaçıncı katta olduğumuzu bilebilecektik.
Bir kuşun basınç duyusu yükseklik için yararlı olduğu kadar havanın durumunu tahmin etmesinde de yardımcı olur. Atmosfer basıncındaki ani düşüşler kış fırtınalarından biraz önce oluşurlar ve kuşlar bu düşüşü fark ederek önlerindeki zorlu yolculuğa hazırlanırlar. Göçmen kuşlar için yanlış bir tahmin ölümcül olur. İlkbaharda kuzey yarım küredeki kuşlar yalnızca ısı yükseldiği, basınç düştüğü ve güney rüzgarları estiği zaman göçe hazırlanırlar.
Kuşlar Neden Çoğunlukla Gece Göç Ederler?
Kuşların çoğu yaşamsal faaliyetlerini gündüz gerçekleştirirler. Fakat uzun seyahatler için geceyi seçerler. Kıyı kuşları, sinekçiller, sarı asma kuşları, çoğu serçe türleri, çalı bülbülleri, ardıç kuşları gibi küçük kuşlar klasik gece göçmenleridir. Gece gökyüzünde büyük bir hareketlilik yaşanır. Dolunayda teleskopla yapılan gözlemlerde kuş yollarından saatte 9.000 kuşun geçtiği tahmin edilmektedir. Bu gece göçleri, güneşin batmasından bir saat sonra başlar, gece yarısından biraz önce maksimuma ulaşır ve gün ağarana kadar yavaş yavaş azalır.
Gece göçü kuşlara birçok avantaj sağlar. Bunlardan en önemlisi düşmanlarından bu yolla kaçabilmeleridir. Gece göç eden kuşların büyük bir bölümü küçük ve uçma kabiliyeti zayıf olanlardır. Bu yüzden gece karanlığında uçmak bu kuşlar için daha güvenlidir. Fakat gece göçleri sadece bu sebeple açıklanamaz. Çünkü güçlü uçucu olan ve okyanusta hiç durmadan 3.200 km'lik bir mesafeyi uçabilen bazı sahil kuşları da gece göç ederler.
Kuşların gece yolculuğunu seçmelerinin sebeplerinden biri de beslenme zamanlarıdır. Genellikle gündüz beslenen kuşlarda sindirim çok hızlıdır. Bu nedenle kuşların gündüz beslenirken kısa aralıklarla besin almaları ve göçten önce bu besinleri vücutlarında yağ şeklinde depolamaları gerekir. Eğer küçük göçmenler, gündüz uzun uçuşlar yaparlarsa ulaşacakları yere gece bitkin bir halde ulaşırlar ve gece beslenemeyeceklerinden ertesi sabahı beklemek zorunda kalırlar. Bu durumda muhtemelen bulundukları ortamın soğukluğundan ve enerji elde edememekten dolayı birçoğu yaşamını sürdüremeyecektir. Bu yüzden bu canlılar geceleyin seyahat ederek çok programlı hareket etmiş olurlar. Gündüzü beslenerek ve göç için yağ depolayarak geçiren kuşlar gece göç ederler, güneşin doğuşuyla beraber mola verirler ve bu döngü bu şekilde devam eder.
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Gece Göçünde Yüksek Isı Tehlikesi Yoktur
Gece göçünün tam ispatlanmamakla beraber tahmin edilen bir avantajı da, çevre ısısının düşük olmasıdır. Gün boyunca kanatlarını durmaksızın çırpan kuşlar için güneş ışıkları aşırı ısınma riski oluşturur. Gece yolculuğu da bu tehlikeyi önlemiş olur. Ayrıca harcadıkları enerji de belli bir ısı üretir. Kuşlar bu ısıyı hava keselerinden su buharlaştırarak yani bir çeşit terleme ile düşürürler.
Kuşların durmadan uçabilecekleri mesafeyi büyük ihtimalle yağ depolarından başka vücudun su kaybı da belirler. Bu yüzden gece yapılan göçlerde havanın serinliğinden faydalanıp daha az su kaybederek vücut ısılarını düşürebilirler. Su kaybının minimuma inmesi uçulan mesafeyi de artırır.
Kuşlar tüm bu nedenlerle gece göçlerini tercih ederler. Elbette vücut yapıları buna uygun olarak yaratılmış olan türler dışında gündüz uçmaya elverişli yaratılmış kuşlar da vardır. Ördekler, turnalar, martılar, pelikanlar, atmacalar ve kırlangıç gibi kuşlar da gündüz göç ederler. Süzülerek uçma yöntemini kullanan leylekler ve akbabalar ise sadece gündüz uçabilirler. Çünkü uçuş şekilleri, ısı yayılmasına ya da dağ ve tepelere çarpan rüzgarın onları sürüklemesine bağlıdır.
Sonuç olarak kuşlar, kendi vücut yapıları ve yaşam şekilleri nasıl bir göç şekline izin veriyorsa o düzende göç ederler. Bu canlıları Allah yaratmış ve gerekli yeteneklerle donatmıştır. Yaptıkları tüm işler de, Allah'ın varlığının ve kudretinin delillerindendir. Bu nedenle her yaptıkları iş, Allah'ı tesbih etmek (yüceltmek) anlamına gelmektedir. Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir. (Nur Suresi, 41)
Uçaklarla Aynı Mesafede Uçan Kuşlar ve Yüksek Uçuşun Avantajları
Göçmen kuşların bazıları imkansız gibi görünen yüksekliklerde uçarlar. Örneğin sırtı kırmızı kum çulluğunu ve diğer bazı küçük göçmen kuşları 7.000 m yükseklikte görmek mümkündür ki bu uçakların geçtiği şerittir. Bir kuğu türünün 8.200 m yükseklikte uçtuğu görülmüştür. Bazı kuşlar da stratosfere ulaşırlar (atmosferin 8–40 km yükseklik arasındaki ince tabakası) Çubuk kafalı kazların stratosferin başladığı yere yakın olan 9.000 m yükseklikte Himalayaları geçtikleri belirlenmiştir.
Kuşların neye göre uçuş yüksekliklerini belirledikleri tam olarak bilinmemektedir. Fakat yüksekten uçuş bu canlılara birçok yarar sağlar. Böylece hem tanıdık yer şekillerini daha iyi belirler, hem sis ve bulutların üzerinde uçarak görüş mesafelerini artırır, hem de fiziksel engellerin üstesinden gelirler. Örneğin bazı kuşlar su kaybını aza indirgemek için çok yükseklerde uçarlar. Çünkü hava yüksek seviyelerde daha serindir, bu ise kuşların daha az su kaybetmesi demektir.
Yüksek Uçuşun Zorlukları Kuşları Etkilememektedir
Göçmen kuşlara bu kadar çok avantaj sağlayan yüksekten uçuşun, bazı zorlukları da beraberinde getireceği düşünülebilir. Örneğin bu yükseklikte oksijen konsantrasyonu deniz seviyesindekinden 1/3 daha azdır. Ancak kuşlar hiçbir zorlukla karşılaşmazlar çünkü vücut sistemleri yüksek uçuşa uygun yaratılmıştır. Kazların ve diğer kuşların bu düşük oksijen seviyesi ile baş edebilmeleri için kanlarında yeterli miktarda oksijen taşıyabilen hemoglobin molekülü bulunur. Ayrıca oksijenin uçuş kaslarına taşınabilmesi için vücutlarında yüksek yoğunlukta kılcal damarlar vardır. Kuşlara özgü olan "avien akciğer" yapısı ise, havanın akciğerlerde tek yönlü olarak sürekli hareket halinde olmasını, dolayısıyla kuşun her an temiz oksijenli hava solumasını sağlamakta, böylece havadaki oksijeni en verimli şekilde kullanmalarına imkan tanımaktadır.
Göçmen kuşların soğuğa nasıl dayandıkları ise hala bir sırdır. Bu yükseklikte ısı 140C'nin altına düşebilir ve göç eden kuşlar birkaç gün boyunca bu dondurucu koşullarda yaşamak zorunda kalabilirler.
Her canlı ömrü boyunca karşılaşabileceği zorluklara güç yetirebilecek şekilde yaratılmıştır. Kazların bu yükseklikte ve bu derece az oksijen bulunan ve kimi zaman dondurucu soğukların hüküm sürdüğü bir ortamda uçabilmeleri vücutlarındaki özel tasarım sayesinde mümkündür. Kuşkusuz bu tasarım bilinçsiz doğa mekanizmalarıyla, rastlantılarla, kısacası "evrim"le ortaya çıkmamıştır. Onları bu eksiksiz tasarımla yaratan göklerin ve yerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. Allah herşeyin başını ve sonunu bilir ve yeryüzünden gökyüzüne tüm canlıları da her yönden mükemmel özelliklere sahip olarak yaratmıştır.
Yedek Yağ Depolarıyla Uçmanın Faydaları
Daha önce de belirttiğimiz gibi göçe başlamadan önce kuşlar olabildiğince çok besin tüketir ve bu yediklerini yağa dönüştürürler çünkü yağ en ideal yakıttır. 1 gr yağ yakıldığında aynı miktardaki protein ve karbonhidrattan iki kat daha fazla enerji ve su açığa çıkar. Göç sırasında, biriktirilen bu yağlar tüketilir. Ancak kuşların taşıdıkları bu yedek enerjinin bazı zorlukları vardır. Örneğin kızıl gerdanlı kum kuşu normal vücut ağırlığının %90'ını geçen bir yağ yükü taşır. Bu kuş türü 24 saat boyunca hiç durmadan uçtuğu göç yolculuğunda bu yağı yavaş yavaş yakar.
Kuşlar bu yedek yükü belirli bir yüksekliğe taşıyabilmek için önemli miktarda yakıt kullanırlar. Gerekli yüksekliğe ulaşıldığında, kuşun tüm yakıtı bitene kadar durmadan yolculuğuna devam etmesi en iyi yöntemdir. Çünkü kuş bu enerji desteğini kullanmadan yere konarsa ciddi risklerle karşılaşabilir. Örneğin eğer inerse tekrar devam edecek kadar hızlı enerji alamayacağı bir yere iniş yapabilir. Bu nedenle yedek yağ depolayarak uçmak kuşlar için her zaman daha avantajlıdır. Örneğin göçmen kıyı kuşları her yıl 12.000 km'lik zorlu bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuklarında katettikleri mesafenin tüm yaşamları boyunca toplamı, Ay'a gidiş-dönüş mesafesine eşittir.
Pek çok kişinin varlığından bile haberdar olmadığı bu küçük kuşlar yakından incelendiği zaman karşımıza olağanüstü bir yaratılış mucizesi olarak çıkarlar. Bir insanın asla yaşayamayacağı şartlarda kusursuz bir yolculuk gerçekleştirirler. Şüphesiz kuşları tüm bu özellikleriyle Yüce Allah yaratmıştır. Bu canlılar Rabbimiz’in sonsuz akıl ve bilgisinin yeryüzündeki tecellilerinden yalnızca biridir.
10 Kasım 2010 Çarşamba
Daha Samimi ve Daha Çok İnanarak Dua Etmek
Yüce Allah insana, dilediği her konuda Kendisi’nden yardım isteme ve dua edebilme imkanı vermiştir. Ve Allah, samimi kullarının dualarına kesin olarak karşılık vereceğini vaat etmiştir. (Bakara Suresi, 186) İnsan için bu, Allah’ın çok büyük bir lütfu ve nimetidir.
Ancak samimiyette çok büyük bir sır gizlidir. Bir insan bir olayın gerçekleşmesini gerçekten samimi olarak çok isteyebilir ve bunu çok fazla isteyerek Allah’a dua edebilir. Fakat duada aranılan samimiyet bu değildir. Buradaki, insanın sadece o istediği şeye odaklandığı ve onu istemede yaşadığı samimiyettir. Duada asıl gereken samimiyet ise, Allah’a karşı duyulan çok güçlü samimiyettir. Allah’ı çok sevmek, Allah’a çok güvenmek, Allah’ın sözlerine ve vaadlerine hiç şüphe duymadan inanmak, Allah’ın sonsuz akıllı olduğunu bilmek ve Allah’ın en güzelini yaratacağından kesin emin olmak...
Bir insan Allah’ın sonsuz gücünü, sonsuz aklını, sonsuz sevgisini, sonsuz şefkat ve merhametini, sonsuz lütufkarlığını, sonsuz affediciliğini ve dilediği an dilediği her şeyi hiç sebepsiz yaratabileceğini gereği gibi takdir edebiliyorsa ve tüm bu gerçeklere olan inancında asla şüpheye yer vermiyorsa, işte ancak o zaman bu kimse samimi dua edebilir.
Yalnızca Çaresiz Kaldığında Dua Etmek Büyük Bir Gaflettir
Toplumda Allah’a gereği gibi inanmayan, fakat şüpheyle de olsa (Allah’ı tenzih ederiz), zaman zaman Allah’ın adını anan pek çok insan vardır. Bu kimseler Allah’a gerçekten inanmadıklarını, Allah’a ibadet etmeyerek ve Kuran ahlakını yaşamayarak açıkça ortaya koyarlar. Ancak dünyadaki şartlar dahilinde bir konuda istedikleri sonucu elde edemeyeceklerini gördüklerinde ya da sıkıntı, zorluk, hastalık gibi sorunlarla karşılaştıklarında Allah’ın ismini anmaya başlarlar. Ancak elbetteki aranılan samimiyet burada yoktur. Bu sadece, içerisinde bulunduklarını düşündükleri açmazdan kurtulmak için, insanların geçici ve yüzeysel olarak Allah’a yönelmeleridir.
Sonsuz kudret sahibi olan Allah Kuran’da bu gibi insanların tavrını birçok ayetle haber vermiştir. Normal şartlarda (Allah’ı tenzih ederiz) Allah’ı hiç düşünmeyen, Allah’ı hiç anmayan; Allah’a şükretmeye, Allah’a ibadet etmeye, Allah’tan korkup sakınmaya hiç gerek duymayan bu insanlar, zahiren çaresiz olduklarını hissettikleri anlarda, ‘yalnızca Allah’ın adını anıp, yalnızca Allah’tan yardım dilemektedirler’. Bu gerçek Kuran’da şöyle bildirilmiştir:
“De ki: “Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki,siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: -Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.” De ki: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.”” (En’am Suresi, 63-64)
Ayetlerde bildirilen insanlar, Allah dualarına karşılık verip üzerlerindeki sıkıntıyı kaldırdığında, hemen imansızlıklarına ya da şirk içerisindeki hayatlarına geri dönerler. Allah’ın yaratmadaki sonsuz gücünü, kullarına olan yakınlığını, sevgisini, şefkatini, koruyup kollamasını çok açık gördükleri halde, yine de samimi olmaz ve gerçek anlamda iman etmezler.
Allah’ın Her Duaya İcabet Ettiğine Kesin Bir İmanla İman Etmeme Hatası
Kimi insanlar da Allah’a iman eder ve gün boyu, Allah’ın bu isimlerinin tecellilerini hayatlarında açıkça görürler. Allah’ın ne kadar büyük lütuf sahibi olduğunu, iman edenlere ne kadar güzel bir hayat sunduğunu, her bir insana ne kadar eşsiz nimet ve rızıklar verdiğini çok açık olarak fark ederler. Ancak yine de dua ederken, bazen bu gerçeklerden gaflete düşer; ‘Allah’ın dualarına kesin olarak icabet edeceğine olan inançlarını’ tam olarak muhafaza edemezler. Olayları Allah’ın sonsuz gücüne göre değil de, dünyadaki şartlara, olayların gelişimine, teknik gerçeklere bakarak değerlendirirler. Kendi akılları doğrultusunda, hayat ve yaşanacak olaylar hakkında kesin teşhislerde bulunur ve kendilerine göre belirli çıkarımlar yaparlar. Örneğin ‘2+2 toplanırsa, kesin olarak 4 eder; ve bu iki rakamdan bunun dışında da bir sonuç çıkması mümkün değildir’ gibi teknik teşhislerde bulunurlar. Ve bu teknik gerçeklere olan inançlarını dualarına da yansıtırlar. Allah’tan bir şey isterken, gerçekte dünya şartlarında bunun mümkün olmayacağına dair neredeyse kesin bir inanç içerisindedirler.
(Allah’ı tenzih ederiz) Bu inançtaki insanlar Allah’a, ‘Ya olursa’ mantığıyla dua etmektedirler. ‘Ben bu olayların nasıl gelişeceğini biliyorum, sonuç kesin şu şekilde olur, ama ben yine de belki aksi olur diye dua edeyim’ gibi bir anlayışla Allah’a yönelmektedirler. Bu düşünceleriyle, aslında kendi teşhislerinin gerçekleşmesi için dua ettiklerinin farkında değillerdir. Çünkü böyle bir insanın asıl inandığı ve desteklediği fikir, kendi teşhisleridir. İstediği şeylerin gerçekleşmesi için gerekense, bunun tam tersidir: Allah’a çok kesin olarak güvenerek ve Allah’ın istediği her şeyi yaratabileceğine çok fazla inanarak dua etmek...
Samimi imanın ve samimi duanın en önemli şartlarından biri, insanın kendine ait, dünya hayatının görünen yüzüne aldanarak yaptığı teşhislerini kafasından atmasıdır. Allah’ın sonsuz aklının yanında, kendisinin çok sınırlı ve yüzeysel bir akla sahip olduğunu bilmesidir. Ve Allah’ın dilediğini yaratmadaki sonsuz gücünün yanında, kendi acizliğini görmesidir. Olayların dıştan görünen yüzüyle, bunların ardında gizlenen gerçeklerin aynı olmadığını ve bunları ancak Allah’ın bilebileceğini kavramasıdır. Teknik gerçeklere bakarak yaptığı teşhislerin çoğu zaman aldatıcı olabileceğini, Allah’ın gücünün tüm bunların üstünde olduğunu anlamasıdır. Bir insan kalbinde Allah’a karşı derin bir sevgi, güven ve teslimiyet yaşıyorsa, Allah’ın bu insan için, her olayı olabilecek en güzel, en hayırlı şekilde sonuçlandıracağını unutmamasıdır. Allah’ın, sıkıntı ve ihtiyaç içerisinde olan samimi bir kulunu, mutlaka rahmetiyle kuşatacağından emin olmasıdır.
Peygamberlerimiz Nasıl Dua Ederlerdi?
Dua etmek, Allah’a teslim olmanın bir yoludur ve insanların tamamı duaya muhtaçtır. Bunun en hikmetli örnekleri ise, Kuran’da bildirildiği üzere, tüm Peygamberlerin her konuda Allah’a yönelerek O’na dua etmeleridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ve diğer tüm Peygamberlerin dualarında, hem Allah’a olan teslimiyetlerini, Allah’ı tek dost ve yardımcı olarak gördüklerini, hem de Rabbimiz’in şanını en güzel isimleri ile yücelttiklerini görürüz.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Duaları
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dualarında Allah’ı sıfatları ile birlikte anmanın en güzel örnekleri görülmektedir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in dualarının bildirildiği ayetlerden biri şöyledir:
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, her şeye güç yetirensin.” (Al-i İmran Suresi, 26)
Rivayetlerde de, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Rabbimiz’e kendisine güzel bir ahlak ve iyi bir huy vermesi için dua ettiği belirtilmektedir:
“Allah’ım! Yaratılışımı ve ahlakımı güzelleştir. İlahi! Beni ahlakın kötülerinden uzaklaştır.” (Tırmizi, İmam Ahmed ve Hakimden; Huccetül İslam İmam Gazali, İhyau Ulumid-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 789)
Hz. Nuh (a.s.)‘ın Duası
Kuran’da, yıllar boyunca, örnek bir kararlılıkla kavmini tevhid dinine çağıran Hz. Nuh (a.s.)‘ın sabrı, övgü ile bildirilmiştir. Hz. Nuh (a.s.), kendisine ve yanındaki müminlere düşmanlık gösteren kavmine karşı kararlılıkla mücadele etmiştir. Hz. Nuh (a.s.)‘ın içinde bulunduğu her türlü durumda Allah’a yönelmesi, O’nun yardımını umarak samimiyetle dua etmesi ise müminler için büyük bir örnektir. Bir ayette Hz. Nuh (a.s.)‘ın içinde bulunduğu durumu Allah’a bildirdiği ve şöyle dua ettiği haber verilmiştir:
“Sonunda Rabbine dua etti: “Gerçekten ben, yenik düşmüş durumdayım. Artık Sen (bu kafir toplumdan) intikam al.”” (Kamer Suresi, 10)
Allah, Hz. Nuh (a.s.)‘ın bu duasını kabul etmiş ve ileride kopacak olan Tufan’a hazırlık yapmasını emretmiştir. Hz. Nuh (a.s.) yakında herhangi bir deniz veya göl olmamasına rağmen Allah’ın emri üzerine büyük bir gemi yapmaya başlamıştır. Geminin yapımı sırasında kavmi kendisine manevi baskı yapmaya devam etmiştir. Zamanı geldiğinde ise Allah’ın vaadi gerçekleşmiş ve tufan felaketi meydana gelmiştir.
Hz. Yunus (a.s.)‘ın Duası
Kuran’da bu değerli Peygamberimizin, kavminden, çağrılarına cevap vermedikleri için ayrıldığı bildirilmektedir. (Saffat Suresi, 139–142) Ayetlerde bildirildiği üzere, bunun ardından Hz. Yunus (a.s.)‘ın binmiş olduğu gemide yolcular arasında kura çekilmiş ve kura sonucunda onun denize atılmasına karar verilmiştir. Denize atılan Hz. Yunus (a.s.), dev bir balık tarafından yutulmuştur. Bu olayların üzerine Hz. Yunus (a.s.) Allah’a sığınıp dua etmiştir. Yüce Allah, Kuran’da bu olayı şöyle haber vermiştir:
“Balık sahibi (Yunus’u da); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: “Senden başka İlah yoktur, Sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum” diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duasına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte Biz, iman edenleri böyle kurtarırız.” (Enbiya Suresi, 87–88)
Ayetlerde bildirildiği üzere Hz. Yunus (a.s.), duasında içinde bulunduğu durumu samimi olarak itiraf etmiştir. Allah’a dua etmiş, sabırla yardım etmesini beklemiştir. Sonsuz merhamet sahibi Rabbimiz, Hz. Yunus (a.s.)‘ın tevbesini kabul etmiş ve duasına icabet ederek onu balığın karnından kurtarmıştır.
Hz. Eyüp (a.s.)‘ın Duası
Kuran’da Hz. Eyüp (a.s.)‘ın sabrı müminlere örnek olarak bildirilmiştir. Allah’tan vahiy alan ve seçilmiş bir kul olan Hz. Eyüp (a.s.) (Nisa Suresi, 163), ciddi bir sıkıntıya yakalanarak zor bir dönem geçirmiştir. Ancak içinde bulunduğu her türlü ağır şarta rağmen, daima sabırlı ve Allah’a olan tevekküllü tavrı ile müminlere örnek olmuştur. (Sad Suresi, 44) Bu kutlu Peygamberimizin içli duası bir ayette şöyle bildirilmiştir:
“Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.”(Enbiya Suresi, 83)
Yüce Allah’ın, salih kullarından biri olan Hz. Eyüp’ (a.s.)’ın duasına icabet ettiği ise bir Kuran ayetinde şu şekilde bildirilmektedir:
“Böylece onun duasına icabet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona Katımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir katını daha verdik.” (Enbiya Suresi, 84)
Samimi Edilen Duaların Dünyada da Ahirette de Karşılığı Vardır
Peygamberlerimizin kıssalarında da gördüğümüz üzere Allah Kuran’da, dilediği takdirde herşeyin mümkün olabileceğini insanlara çok açık olarak göstermektedir. Allah en zor anlarda; hiçbir çıkış yolunun olmadığına dair çok net deliller oluşan olaylarda dahi, hiç beklemedikleri yerlerden kullarına yardımını ulaştırmaktadır. Allah dilediğinde çok az bir topluluğu, çok fazla sayıdaki insanlara galip getirmektedir. Firavun’un askerleriyle denizin suları arasında sıkışıp kalan İsrailoğullarına ve Hz. Musa (a.s.)’a Allah hiç ummadıkları şekilde bir kurtuluş yolu açmaktadır. Yaşı ilerlediği ve hanımı da doğuma elverişli bir yaşta olmadığı halde, Allah, kutlu Peygamberi Hz. Zekeriya (a.s.)’a soyunu sürdürecek bir çocuk vermektedir. Allah bir balığın karnındaki Peygamberi Hz. Yunus (a.s.)’a oradan çıkıp kurtulma imkanı yaratmaktadır. Allah, kimsenin göremeyeceği bir kuyunun dibine bırakılan Peygamberi Hz. Yusuf (a.s.)’a oradan kurtulacağı bir fırsat yaratmaktadır. Kuran’da Allah’ın sonsuz yaratma gücüne ve samimi kullarına olan yardımlarına dair daha pek çok haber verilmiştir. Tüm bu örneklerin bir hikmeti de, insanların Allah’ın sonsuz gücünü, sonsuz rahmetini ve dilediğinde insanlara hiç ummadıkları yerlerden yardımını ulaştırabileceğini kavramalarıdır.
Allah, Kendisi’ne gönülden bir samimiyetle inanan; kayıtsız şartsız, hiçbir şüphe duymadan, tam bir teslimiyetle güvenen bir kimsenin dualarına icabet edeceğini Kuran’da şöyle haber vermiştir:
“Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm.Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.” (Bakara Suresi, 186)