A9 TV Canlı Yayın

19 Mart 2015 Perşembe

Darwinistlerin "Yaşayan Fosiller" Tedirginliği

adnan oktar_response_to_american_scientist
Evrim teorisini savunmak adına yazılan makalelerde, yapılan haberlerde ortak bir nokta dikkati çeker: Bilimsel dayanağı olmayan ve güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak kadar anlamsız cümleler…

American Scientist dergisinin Kasım-Aralık 2014 sayısında yayınlanan "Yaşayan Fosiller Hakkındaki Evrimsel Gerçek" başlıklı makale de bunun bir örneğini görmek mümkün.

Bu makalede “Yaratılış Atlası’ndaki fosiller ile bu canlıların günümüzdeki hallerinin fotoğraflarının yanyana kullanılmasının evrimi çürütecek yönde bir delil teşkil etmediği” ana fikri görülüyor.

Makaledeki iddialardan biri, “Yaşayan fosil tabirinin yanlış kullanıldığı, yaşayan fosillerin evrim anlayışını çürütmediği ve evrim aleyhinde delil teşkil etmediği” şeklindeydi. Tabi ki bunlar bilimsel açıklama getirmekten çok uzak.
Öncelikle belirtmek gerekirse evrim teorisini yanlışlamanın ya da doğrulamanın yegane yolu bilimdir. Bunun için paleontoloji, mikrobiyoloji, genetik, zooloji gibi bilim dallarından faydalanılır. Bu makaledeki iddiaya da fosil bilimini yani paleontolojiyi kullanarak cevap vermek gerekir.

Yaşayan fosil terimini doğru kullanmak

Fosilbilim, fosilleri veri olarak kullanarak dünyada yaşamın tarihini yazmak amacını taşıyan bilim dalıdır. Kimi zaman milyonlarca yıl öncesinden ölmüş canlıların "fosil" olarak isimlendirilen taşlaşmış kalıntılarından ya da izlerinden yola çıkarak araştırmalar yapılır.

Fosiller bize geçmişte yaşamış canlılarla günümüzdeki örnekleri arasında karşılaştırma yapma olanağı sunar. Örneğin 190 milyon yıl önce yaşamış olan bir timsahı bize tanıtan fosiliyle günümüzdeki örneği arasında fark olup olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Elimizdeki bütün fosillerde olduğu gibi hiçbir fark yoksa timsahların milyonlarca yıldır değişmediğini anlarız. Bu nedenle de canlı fosilleri için “yaşayan fosil” terimini kullanırız.

Fosiller evrim teorisine en büyük darbeyi indiren bulgulardır

Aynı şekilde fosil bilimini kullanarak, bir canlıda evrimcilerin varsayımlarının bilimsel karşılığının olup olmadığını da anlayabiliriz. Evrimciler canlıların sürekli küçük değişiklikler geçirerek ilkelden gelişmişe doğru ilerlediğini iddia ederler. Bu iddia doğruysa fosil bulgularında bunun delillerini görmemiz gerekir.
Nasıl ki fosil kayıtları bize tüm canlıların yüz milyonlarca yıl boyunca en ufak bir değişime dahi uğramadığını ispatlıyorsa, aynı şekilde evrimcilerin iddialarının doğruluğunu da göstermeleri gerekirdi.

Ancak fosil kayıtlarında Darwinistlerin “zaman içinde değişim” iddialarının tek bir tane bile delili yoktur. Canlıların birbirlerinden türediklerini ve bunu gösteren ara geçiş formlarının var olduğunu iddia eden Darwinistlerin aksine 150 yıldır yapılan araştırmalar sonucunda bir tane bile ara canlılara ait fosil bulunmamıştır.
Bu durum bize fosillerin evrime destek değil, tam tersine karşı olduğunu gösterir.
Söz konusu makalede “Coelacanth” balığına ait fosil ve günümüzdeki halinin aynı olmadığı da iddia edilmiştir.

Doğruluğunu kanıtlamanın son derece kolay olduğu bu iddia da tam bir çırpınış örneğidir. Çünkü Coelacanth Darwinistlerin yıllarca en önemli sözde “ara geçiş canlısı” olarak tanıtıp üzerinde sayısız spekülasyon yaptıkları bir türdür, ta ki canlı olarak yakalanana kadar…



En eski fosilleri 400 milyon yıl öncesine dayanan Coelacanth balığı canlı olarak yakalanınca ve diplerde yaşayan bir balık olduğu, kara canlıları ile bağlantısının olmadığı ortaya çıkınca evrimci camia adeta şok olmuş ve Focus dergisinin Nisan 2003 sayısında bu bulgunun meydana getirdiği şaşkınlık şu ifadelerle dile getirilmiştir:

Aslında canlı bir dinozor bulunmuş olsaydı, bu çok daha az şaşırtıcı olurdu. Çünkü fosiller Coelacanth'ın, dinozorların sahneye çıkmasından 150-200 milyon yıl önce var olduklarını gösteriyor. Birçok bilim insanının kara omurgalılarının atası olarak gösterdiği, en az 70 milyon yıl önce yok olduğu sanılan balık, canlı bulunmuştu!

Coelacanth’ın bugüne kadar yakalanan yaklaşık 200 canlı örneği ile milyonlarca yıl önceki fosilleri karşılaştırıldığında bu türün de evrimin istediği değişim tablosunu sunmadığı, aksine hiç değişmeyen sabit vücut tipinde olduğu hemen görülmektedir.
 
Burada örnek olarak verdiğimiz canlıları ve fosillerini inceleyerek bu kararı kendiniz de verebilirsiniz.

American Scientist dergisinde yer alan iddialar Darwinist medyanın içinde olduğu çaresizliği göstermesi bakımından önemlidir, ancak Darwinistlerin yapması gereken spekülasyonlardan medet ummak değil, bilim ile teorilerini kanıtlamaktır.

Darwinistler çaresiz çırpınışlara sığınmak yerine bilime başvurmalılar

American Scientist’deki makaleyle ilgili olarak değinilmesi gereken bir nokta daha var:

Fosiller incelenirken tamamen dış görünümlerinden yola çıkarak, o türe ait belirleyici fiziksel özellikler değerlendirilir ve canlının hangi türe ait olduğu anlaşılır. Dolayısıyla haberde yer alan “… belki de günümüzdeki hali ile fark vardır, biz bilemiyoruz...” gibi ifadeler paleontolojinin yöntemleri ile çelişir. Fosilin hangi canlıya ait olduğunun bugün tespit edilebilmesinin nedeni zaten değişim geçirmemiş olmalarıdır. Canlılar sabit oldukları için fosilleri ile günümüzdeki hallerini rahatlıkla kıyaslayıp tür tayini yapılabilmektedir.
Dergide yer alan söz konusu ifade sadece gerçeği görmek istemeyen biri tarafından çocukça bir itiraz psikolojisi ile yazılmış gibi durmaktadır.

Özetle değişim olsaydı fosillerde de bu değişimi görmemiz gerekirdi, ancak böyle bir değişim fosil kayıtlarında yoktur. Bulunmuş olan 550 milyonun üzerindeki fosil bizlere canlıların belli dönemlerde tam ve bir anda var olduklarını ve evrimcilerin iddia ettiği gibi bir değişimin hiçbir zaman yaşanmadığını kesin bir şekilde göstermektedir.
Tabi ki bu gerçeğin ortaya çıkmasında dergideki makalede de adı geçen Yaratılış Atlası isimli dev eserin payı büyüktür.

Yaratılış Atlası’nın muazzam etkisi devam ediyor

Fosilin ne olduğunu birçok insan bilmezken, hatta çoğu kişi fosillere çok az sayıda rastlanıldığını, sadece müzelerde fosil bulunduğunu düşünürken Sayın Adnan Oktar’ın dev eseri Yaratılış Atlası ile birlikte bu yanlış kanılar tamamen değişti.

Hemen herkes fosilin ne olduğunu öğrendi ve en önemlisi de milyonlarca yıl öncesinden günümüze ulaşan bu bilimsel kanıtlarla tanıştı. Eser tüm dünyada büyük bir etki meydana getirdi.

Birbirinden kaliteli fotoğraflar içeren bu dev eser, görünümündeki ihtişam ve etkileyicilik yanında, Allah'ın üstün yaratışının delillerini sunan ve evrim teorisinin geçersizliğini anlatan bilimsel içeriğiyle de dikkat çekiyordu.
İnsanlar Yaratılış Atlası'nın her bir sayfasını dikkatle incelediler ve günümüzde yaşayan canlı türlerinin milyonlarca yıl önce de aynı şekilde olduklarına kendileri kanaat getirdiler.

Hiç kuşkusuz böyle bir kitabı eline alan ve canlıların değişmediğini kendi gözleriyle gören bir insanın evrime inanmayacağını açıktır. Darwinist yayınlardaki paniğin sebebi de işte bu yenilgidir.
Yaratılış Atlası ile ilgili dünya basınında çıkan haberler de bu yenilgiyi göstermesi bakımından çok önemlidir.

Kuraklık Sorununa Çözüm Stenocara Böceğinde Saklı

stenocara-1
  • Stenocaranın su depolama sistemi nasıl çalışır?
  • Bu canlının su depolama sistemindeki yapısal özellikler nelerdir?
  • Stenocara bilim dünyasına nasıl ilham kaynağı olur?
Çölde yaşayan bir canlı için en büyük sorunlardan biri su ihtiyacını karşılamaktır. Ancak Namib Çölü’nde yaşayan stenocara böceği için bu durum pek de sorun oluşturmaz. Böceğin sırtındaki özel dokular havadaki damlacıkları yakalar, yoğuşturur ve doğrudan canlının ağzına iletir. Bu sistem şimdi dünyanın kurak bölgelerinde yaşayan insanlara su sağlama projelerine ilham kaynağı olmaktadır.

Stenocaranın yaşadığı yer, Güney Afrika’da bulunan Namib Çölü’dür. Bu çöl dünyanın en kurak alanlarından biri olarak gösterilir. Burada 60 dereceyi bulan gündüz sıcaklıklarının yanı sıra esen sert rüzgarlar da yaşamı son derece zorlaştırır. Yağmur neredeyse hiç görülmez. Namib Çölü’nde yaşayan canlılar için tek su kaynağı, ayın sadece 6 günü sabahları ortaya çıkan sis damlacıklarıdır.

Bu çölde yaşayan az sayıdaki canlı türünü inceleyen Chris Lawrence ve Andrew Parker isimli İngiliz bilim adamları stenocara böceklerinin diğer türlere nazaran sıcaklarda daha hareketli olduğunu gördüler. Bir ekip çalışması sonucunda toplanan stenocara böcekleri Lawrence ve Parker tarafından da detaylı bir laboratuvar incelemesine tabi tutuldu. Böceğin mikroskop altında incelenen sırtında, suyu şaşırtıcı bir şekilde yakalayıp hayvanın ağzına ileten özel bir yaratılış olduğu ortaya çıkarıldı. Bir Kuran ayetinde şöyle buyrulur:
“O Allah ki yaratandır, kusursuzca var edendir, şekil ve suret verendir...” (Haşr Suresi, 24)

Stenocara Suyu Nasıl Depolar?

Stenocara böceğinin sırtında tepecikler bulunur. Ancak bu tepelerin zirveleri ve yamaçları arasındaki dokular birbirinden farklı özelliktedirler. Zirvelerin arasında uzanan yamaçlar ve vadiye benzeyen kanallar balmumu benzeri bir malzemeyle kaplıdır. Bu malzemenin özelliği suyu iterek etkili bir şekilde iletmesidir. Buna karşın zirvelerde bu malzemeden bulunmaz. Bu yüzden zirveler suyu iten değil çeken bir özelliğe kavuşur. Havadaki su damlacıkları, camla temas eden su buharı gibi zirvelere yapışıp yoğuşurlar. Yapışan su miktarının artmasıyla birlikte ağırlığı da artan su damlacığı yamaçlara doğru kaymaya başlar. Yamaçlara geldiği anda bu defa suyu iten özellikte dokuyla karşılaşan su damlacığı bir teflon tavadaki su damlacığı gibi davranır ve kolayca kayar. Böceğin ağzına doğru ve birbirlerine paralel uzanan kanallar, suyu etkili bir şekilde taşıyarak böceğin ağzına iletirler.

Stenocaranın Dış Kabuğunun Yapısal Özellikleri

Stenocara çölün neredeyse tek nem kaynağı olan sabahın ilk saatlerinde okyanus meltemiyle gelen sisi fırsat bilerek rüzgarı tam doğru açıyla alacak şekilde durur. Stenocaranın kabuğundaki kanallarda suyun akabilmesi, kanal yüzeyinde gözle görülmeyecek kadar küçük tümseklere dayanır. Milimetrenin sadece 100.000 de biri çapında olan bu tümsekler engebeli bir arazi oluşturur. Ön kanatların üzerindeki yumrular, hidrofilik (suyu çeken) yapısında olduğundan havadaki su buharını çeker. Su buharı birikip daha büyük su damlacıkları oluşturur. Yüzeyin kabartılı olması, su damlasının hareketini hızlandırır. Sonra yerçekimi devreye girer ve yumruların arasındaki, suyu iten yapıdaki olukların yardımıyla damlacıklar ön kanatlardan aşağıya iner. Yüzeyle temas alanı azalan su damlacığı daha az bir sürtünme kuvvetine sahip olur ve hiçbir kayba uğramadan böceğin ağzına akar. Bu durumda böcek sadece ağzını açıp bekler. Böylece böcek yaşamış olduğu kurak bölgede tüm gün için su ihtiyacını toplamış olur.

Bilim adamlarının Nature isimli bilim dergisinde yayımlanan araştırmasına göre, böceğin sırtında adeta bir mimari plan bulunmaktadır. Bilim adamları su damlasını etkileyen faktörler arasında matematiksel bir denklem bulunduğunu ortaya çıkardılar. Buna göre rüzgarın hızı, su damlacığının ideal büyüklüğü ve tepenin eğimindeki açı arasında özel bir denge vardır. Yani tepelerin açısı biraz daha farklı olsa veya balmumuyla kaplı yüzey biraz daha dar olsa su böceğin ağzına akmadan buharlaşacaktı. Elbette böyle bir durumda böcek bu su toplama sisteminden mahrum kalacaktı.

Bu böcekteki yapısal özellikleri Allah’ın yarattığı ortadadır. Hiçbir böcek çölde yürürken sırtında özel tepecikler çıkaramaz, bunları özel malzemelerle kaplayamaz, tepe eğiminin uygun matematiksel açısını belirleyemez. Bir bilim adamının tasarladığından iki kat daha etkili bir su toplama ünitesi tasarlayamaz. Yüce Allah yaşadığı sıcak ortamda böceğe böyle etkili bir su toplama sistemi bahşetmiştir. Bilimin doğadaki yaratılış mucizelerini taklit etmeye başlaması Allah’ın yaratışının kusursuzluğunu göstermektedir.

“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir”. (Mülk Suresi, 3-4)

Bilim adamları bu küçücük böceğin sırtındaki mühendislik harikasının günümüzde 22 ülkede kullanılan sis toplama ünitelerinden çok daha etkili olduğunun altını çiziyorlar. Bilim adamları son günlerde bu canlıdaki yaratılış özelliklerinden ilham alarak milyarlarca küçük karbon tüple havadaki nemi depolamayı hedeflemektedirler. Bu milyarlarca küçük karbon tüp aracılığıyla bir gün dünyanın en kurak yerlerinde bile havadaki nemin depolaması ve kuraklığa çözüm olması mümkün olabilecektir.

Stenocarayı inceleyen bilim adamları, ormanın bir santimetre yüksekliğindeki toprak tabakası üzerine - üste suyu seven ve alta suyu iten - karbon nano tüp adı verilen karbon atomlu ince silindirler yerleştirdiler. Böylece herhangi bir güç kaynağına ihtiyaç duyulmadan ormanın üst tabakası su moleküllerini içine çekti. Nem ise su itici polimerler tarafından toprağın içine çekildi. Orman artık tıpkı bir sünger gibi topladığı suyu sıkabilir. Bu sayede su tekrar tekrar kullanılır hale gelir.

Bilim adamlarına göre bu yöntem etkili bir su oluşturma potansiyeline sahiptir. Özellikle yeterli yağış olmayan bölgelerde yerel nüfusu desteklemek için faydalı olacağını düşünmektedirler.

SONUÇ

Doğayı incelemek ve düşünmek, Yüce Allah’ın Kuran’da, bildirdiği emirlerdendir. Evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar, “yaratılmış” olduklarını gösteren işaretlerle doludur ve kendilerini Yaratan, ilmin tek sahibi Allah’ın güç, bilgi ve sanatını göstermek için vardırlar. İnsan, aklını kullanarak bu işaretleri görmek ve Allah’ı tanımakla sorumludur. Tüm kainat gibi böcekler de, Rabbimiz’in ayetlerini taşıyan, bu nedenle dikkat edilmesi, incelenmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken canlılardır. Konuyla ilgili bir Kuran ayetleri şöyledir:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Al-i İmran Suresi, 190-191)
 
Kuran’da Yüce Allah insanları, doğayı incelemeye ve buradaki “ayetleri” görmeye çağırır. Çünkü evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar, “yaratılmış” olduklarını gösteren işaretlerle doludur ve kendilerini Yaratan’ın güç, bilgi ve sanatını göstermek için vardırlar. Stenocara örneğinde görüldüğü gibi düşünen ve aklını kullanan insanlar için Allah’ın yaratması çok açıktır. Ayette şöyle buyrulur: “Şüphesiz müminler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi

14 Mart 2015 Cumartesi

Dünya’ya Bugün Düşen Gün Işıkları 30 Bin Yaşında


Dünya’ya bugün düşen gün ışıkları 30 bin yaşında

Gün ışığı Güneş’in merkezinde meydana gelen nükleer reaksiyonlarla oluşuyor. Ancak Güneş o kadar yüksek bir yoğunluğa sahip ki, oluşan gün ışığının Güneş’in merkezinden çıkarak uzay boşluğuna erişmesi için kendine yol açması gerekiyor. 


Eğer güneş ışınları önüne hiçbir engel çıkmadan düz bir çizgide ilerleyebilseydi, Dünya’ya ulaşması sadece 2 saniye sürerdi. Ancak gün ışığı o kadar külfetli ve zikzaklı bir yol izlemek zorunda kalıyor ki, Dünya’ya ulaşması yaklaşık 30 bin yıl alıyor. Yani, bugün tepenize düşen gün ışıkları aslında Buz Çağı’ndan kalma.
Şems Suresi’nde şöyle bildirilmektedir:


 “Güneş’e ve onun parıltısına andolsun, onu izlediği zaman Ay’a, onu (Güneş) parıldattığı zaman gündüze, onu sarıp-örttüğü zaman geceye." (Şems Suresi, 1-4)

Erkek Fener Balıkları Nasıl Beslenir?

Fener balığı olarak bilinen balık türü, kendine has son derece farklı bir hayat sürer. Fener balığındaki ilk belirgin özellik; erkekleri ile dişileri arasındaki büyük farklılıktır. Bu türün dişileri, erkeklerinden 10-15 kat büyüktür. Dişileri 40-150 cm boyutlarında olabilirken, erkekleri sadece 4 cm kadardır. Yani bu türün erkekleri cücedir.
 
Erkek ve dişi balıklar arasındaki tek fark büyüklükleri değildir. Erkek fener balıkları henüz yavruyken dişleri düşer. Bu durumdayken fener balıkları açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.

Merhamet edenlerin en merhametlisi olan Yüce Rabbimiz’in bu canlıya olan şefkati çok büyük bir iman hakikatidir. Normal şartlarda dişlerini kaybettiği için beslenemeden ölmesi beklenen bu canlı, son derece sıra dışı bir biçimde ihtiyaç duyduğu besinlere ulaşır. Şöyle ki:

Erkek fener balıklarının başlarının üçte birini kapsayan dev burun delikleri vardır. Bu burun delikleriyle yaratılmış olmaları çok özel bir durumdur. Erkek fener balıklarının iyi koku alması önemlidir, çünkü bu canlılar dişilerini feromen denen özel kokulu salgılarını takip ederek bulurlar.Peki henüz yavru olan fener balığı neden dişisini arar?

Çünkü erkek fener balıklarının beslenebilmek için dişi balığa ihtiyaçları vardır. Erkek fener balıkları, dişi balığı bulduğunda sağlam kıskaçlarıyla ona tutunur. Dişi balık erkek balıktan o kadar büyüktür ki aynı anda dört beş erkek balık, dişiye tutunabilir.

Asıl şaşırtıcı olay, erkek balıklar dişiye tutunduktan sonra gerçekleşir. Erkek balığın kıskaçlarıyla tutunduğu noktadan dişinin deri ve damar sistemleri birbiriyle kaynaşır! Bu inanılmaz olay neticesinde, cüce erkek artık dişinin adeta bir uzvu gibidir. Birleşen damar sistemleri sayesinde dişinin kanından geçen besin öğeleri erkeğin vücuduna da ulaşır. Böylece erkek ihtiyaç duyduğu besini dişiden alır.

Bu noktada durup bu olayın şaşırtıcılığı üzerine düşünmek gerekir. İki farklı canlının derilerinin ve hatta damar sistemlerinin birleşmesi hiç beklenmedik bir olaydır. Cüce erkek fener balığının dişlerinin döküldüğünü gören her insan, bu canlının artık yaşamasının imkânsız olacağını düşünür. Böyle sıra dışı bir yöntemle beslenerek hayatta kalması, Allah’ın bu canlı üzerindeki rahmetinin bir tecellisidir.

Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Hud Suresi, 6)

Sivrisinek Mucizesi Allah’ın Detay Sanatına Bir Örnek: Sivrisinek Hortumu

Sivrisinek 1 cm’lik bir canlıdır. Yüce Allah’ın yarattığı mükemmel özelliklere sahip olan bu canlının dikkat çekici özelliklerinden biri de hortumudur. Milimetrenin 10’da biri çapındaki bu hortumun içinde oldukça üstün bir mekanizma ve muhteşem detaylar vardır.

  • Sivrisineğin hortumunun sahip olduğu mükemmel özellikler nelerdir?
  • Sivrisinek kanı emmek için ne gibi işlemler yapar?
  • Kanın pıhtılaşmasına nasıl engel olur?
Sanıldığının aksine, sivrisinekler kanla beslenmezler. Gıdalarını bitki özlerini yiyerek temin ederler. Erkek sivrisinekler ise yaşamları boyunca hiç kan emmezler. Sadece dişi sivrisinekler, yumurtlama döneminde yumurtaların protein ihtiyacını karşılamak için kan emerler.
Sivrisineğin başının üst yanından iki anten çıkar. Bu antenler duyu hücrelerince zengin, çok hassas algılayıcılardır. Dişi sivrisineklerde, antenlerin arasında, kan emmek için kullandığı emme tüpü ya da diğer adıyla hortumu bulunur. Bu hortumun yapısı incelendiğinde Yüce Allah’ın kusursuz sanatı bir kez daha ortaya çıkar.

Sivrisineğin Hortumundaki İnce Detaylar
 
Sivrisineğin hortumu son derece detaylarla dolu kompleks bir yapıya sahipti:
Hortumda çok özel bir kesme ve vakumlama mekanizması vardır
Sivrisineğin iğnesi klasik bir tüp gibi görünmesine rağmen aslında “labium” adı verilen içinde kompleks araçlar bulunan bir kılıfla kaplıdır. Sivrisinek avını ısırdığında bu kılıf geriye doğru esner ve kesici mekanizma devreye girer.

Bu mekanizma 6 parçadan oluşur. Bunlardan 4 tanesi kesici bıçaklardır ve son derece keskindirler.
Bu parçalardan dört tanesi bıçak görevi gören, deriyi kesmeye yarayan ince liflerdir. Bu bıçaklar deriyi keserken aynı zamanda dokuya tutunmasını da sağlar. Böylece sinek bu araçlardan güç alarak diğer parçalarını avının derisine doğru iyice iter.

Diğer iki parça ise birleşerek içi boş bir hortum meydana getirir.
Sivrisinek bu hortumu kestiği dokunun içine sokar, iğnesini canlının bedenine nüfuz ettirdikten sonra itinayla içerideki kan damarlarını arar. Burada dikkati çeken nokta sivrisineğin iğnesini doku içinde çok rahat hareket ettirmesidir. Sinek, damara ulaşmak için iğnesini istediği açıda büker ve hücrelerin arasında adeta sondaj yapar. 

İğne, iki paralel tüpten oluşur
Mikroskop altında incelendiğinde bu paralel tüplerden biri sineğin tükürük salgısını aşağıya doğru gönderirken diğer tüp kanı sivrisineğin kendisine doğru pompalar.
Sivrisineğin iğnesinin en önemli özelliği belirli bir derinlikte eğilebilmesidir
Bu muhteşem özelliği sayesinde iğne deri altında kolaylıkla hareket eder. Böylece sivrisinek iğnesini damarca en zengin bölgeye ulaştırır.

Damara ulaştıktan sonra iğneyi batırıp kan emmeye başlar. Sivrisineğin emiş gücü çok yüksektir, bu nedenle kan müthiş bir akımla sineğin ağzına doğru ilerler. Kimi zaman bu yüksek vakum gücünden dolayı damarların içe doğru çöktüğü görülür. Sivrisineğin damardaki kanı emme süresi ortalama 4 dakikadır.
1 cm boyundaki sivrisineğin, bu kadar etkili sistemlerle donatılmış olması, ihtiyaçlarının doğuştan karşılandığı anlamına gelir. Bu kusursuz sistemi yaratan ve sivrisineği yoktan var eden Allah’tır. Allah yeryüzündeki her canlıya rızkını verdiği gibi, bu rızıklara ulaşmalarını sağlayan yetenek ve donanımları da vermiştir. Bir ayette, bu gerçek şöyle haber verilir:

 Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı O’na ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. Tümü apaçık bir kitaptadır. (Hud Suresi, 6)

 Sivrisinek Lokal Anestezi Yapar
 Sivrisinek bir insanı ısırdığı anda, insan vücudundaki savunma sistemi devreye girer ve o bölgede kanı durdurmak için gerekli bir enzim salgılanmaya başlar. Bu enzim aynı zamanda kanın pıhtılaşmasını sağlar. Kanda pıhtılaşma başlarsa bu durum sivrisineğin kan emişini imkansız hale getirecektir. Ama sivrisinek bu konuda önlemini almıştır.

Küçücük bir canlı olmasına rağmen insan vücudundaki sistemleri biliyormuş gibi hareket eder ve bıçaklardan birinden yaranın içine bir sıvı enjekte eder. Bu sıvı dokuları uyuşturur ve kanın pıhtılaşmasını engeller. Sivrisineğin ısırdığı bölgenin daha sonra kaşıntı yapması ve şişmesinin nedeni bu sıvıdır. Bütün bu anlatılanlar saniyelerle ifade edilebilecek bir zaman diliminde olup biterken, insan kendisini bir sivrisineğin soktuğunun farkına bile varmaz. Peki, kanın pıhtılaşma gibi bir özelliği olduğunu sivrisinek nereden bilmektedir? Ameliyat öncesinde lokal anestezi yapmak insanın tıp bilimi yardımıyla geliştirdiği bir tekniktir. Peki, sivrisinek bu ilme nasıl sahip olmuştur? Bu sıvıların laboratuvar şartlarında bile sentezlenmesi son derece güçken, sivrisinek bu sıvıya doğuştan nasıl sahip olmuştur?

Kuşkusuz sivrisineğin insan vücudundaki kanın kimyasal bileşimi hakkında bilgi sahibi olması ve sonra da bu bilgiyi değerlendirerek kendi bedeninde çözümler geliştirmesi söz konusu dahi olamaz. Açıktır ki, sivrisinekteki salgı ve bu salgıyı canlıların damarlarına enjekte edebilmesini sağlayan sistem, hem insanın hem de sivrisineğin anatomisini en ince ayrıntısına kadar bilen ve bunlara hakim olan tek bir Yaratıcının yaratmasıyla var olmuştur.

Kuran’da, Rabbimiz’in “alemlerin Rabbi” olduğu bildirilir. “Alem” çoğul bir kelimedir ve “farklı dünyalar, farklı boyutlar ya da farklı düzen ve sistemler” gibi anlamlara gelir. “Rab” kelimesi ise, “eğiten, yetiştiren, düzenleyen, hüküm koyan, sahip” olan gibi anlamlar taşır. Sivrisineğin insan bedeninde gerçekleştirdiği inanılması zor “operasyon” da, kendi içinde küçük bir alemdir. Bizim ayrıntılarının farkında olmadığımız, bilim yoluyla yeni yeni keşfettiğimiz bu alemdeki üstün “dizayn”ın sahibi, yani bu alemin “Rabbi” Allah’tır. Bu küçücük hayvana bile kolaylıkla mağlup olan insana düşen görev ise, Allah’ın farklı alemlerde yarattığı delilleri görmeye çalışmak, Rabbimiz’in kudretini hakkıyla takdir etmektir. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:

Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkar edenler ise, “Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?” derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz. (Bakara Suresi, 26)
 
Sivrisinek yoktan var olan, bir bataklığın içinde veya bir su birikintisinde, birçok mucizevi aşamadan sonra dünyaya gelen bir böcektir. Teknoloji hangi aşamaya gelirse gelsin, bir canlıyı yoktan var edemez. Tek bir sinek bile yaratamaz. Çünkü yaratmak yalnızca alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsus bir özelliktir. Yaratılan her varlık da O’nun varlığının bir delilidir. Ayetlerde Allah, insanları bu konu üzerinde düşünmeye şöyle çağırır

: Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir araya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir. (Hac Suresi, 73-74)

Sivrisinekteki muhteşem yaratılış mucizelerini bilim adamları çok defa incelemişlerdir. Sivrisinekleri inceleyen tıbbi entomolojist (böcek bilimci) Dr. James Logan, bu canlıların mucizevi özelliklerini şöyle anlatır:

 “Görüntüleri izleyince samimi olarak çok şaşırdım. Sivrisineğin iğne parçalarının bir kılıf içinde saklı olduğunu biliyordum. Bunları gerçek zamanlı olarak izlemek harikaydı. İğnenin sert bir yapı olduğu düşünülür, çünkü iğne gibi cilde batması gerekir. Ama aslında bu yapı son derece esnektir ve tamamen kontrol edilebilir. Sineğin vücudundaki bu harikalar beni her zaman hayretler içinde bırakıyor!”