A9 TV Canlı Yayın

31 Mart 2012 Cumartesi

Sabrın ne olduğunu detaylı olarak hiç düşünmüş müydünüz?


Genelde cahiliye toplumunda sabır bir şeye kısa süreli tahammül etme olarak algılanır. Tahammül eden kişinin tavırlarında rahatsızlığını hissettirme payı olur. Çünkü tahammülde hoşnutsuzluk vardır. Karşı karşıya kalınan durumdaki hayır görülmez, kişi her şeyin Allah’ın kontrolünde geliştiğinden gafil olur. Bu kişilerin inancına göre olaylara sebep olan insanlar vardır. Konuların bu insanların gücüne ve iradesine dayandığını sanırlar. Her şeyin onların isteklerine ve kararlarına göre şekil aldığını düşünürler.
Dolayısıyla bu kişiler Allah’tan, her şeyin kaderde olduğundan tamamen gafil bir bakış açısıyla konuları değerlendirirler. Oysa her konu, sebep sonuç ilişkileri, hep Allah’ın takdiriyle gelişir. Allah, insanları, konuları kişiyi sınamak için vesile kılar.
Kimi insanların sabır zannettikleri davranış aslında tahammüldür. Toplumda yaygın kullanılan tabirle yalnızca ‘bir parça dişlerini sıkmaları’gerektiğine inanırlar. Asıl istedikleri, yaşanılan o anki istenmeyen durumun hemen atlatılmasıdır. Olaylar kısa sürede kişinin isteğine göre şekillenmezse, bu durumda kişi, toplumda‘çığrından çıkma’olarak adlandırdıkları ahlak bozukluğunu yaşamayı normal karşılar. Hatta bunu bir hak olarak bilir. İstemediği durumun süresi uzarsa sinirlenmeyi, bağırmayı, çağırmayı, huysuzluğu, cahiliye ahlakına ait tripleri, çevresini rahatsız edecek davranışları, çevresindekilere laf dokundurmayı, bunalımlı bir ruh haline bürünmeyi, fiziksel olarak kendini yıpratmayı, söylenmeyi, hatta psikolojik bozukluk olduğu imajı veren davranışlar göstermeyi normal görür. Örneğin, bir yere dakikalarca gözünü dikerek bakmak, tırnaklarını yemek, eline geçen bir kalemle kağıt üzerine manasız, yaşadığı karamsarlığı temsil eden karalamalar yapmak, yüzü asık gezmek, iç karartıcı konuşmalar yapmak, ağlamak, öflemek gibi.
Tüm bunlar tahammülün, kişinin güzel görmediği şeylere katlanması olduğunu gösterir. Rahmani bir bakış açısından, dindarlığın getirdiği mutmainlikten uzak olunduğu için de, her aşama negatif ve hayır görmekten uzak bir ruh hali içerisinde gelişir.
Sabır ise Rabbimiz’in Kuran’da tarif ettiği, şuurlu bir şekilde, düşünerek, titizlikle uygulanan, Allah’tan razı olmuş, hoşnut bir ruh hali içerir. Müslümanın hayatının her safhasına hakim olan çok önemli bir ibadettir. Sabır, imanın temel özelliklerindendir. Tevekkülle, Allah’a güvenle iç içedir.
Müslüman, cahiliye bakış açısının tersine hayatın her safhasını, evreni, yeryüzündeki canlıları, bitkileri, sosyal olayları, var olan her şeyi, melekler alemini, boyutları, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ın kontrol ettiğini, Allah’ın hepsini bir kader üzerine yarattığını bildiği için bu inanç temeli üzerine Allah’a güvenle yaşar. Bu temel üzerine kararlar alır, hayatını yönlendirir ve daima bu temel üzerine düşünür. Her şeyi var eden, her şeyi mükemmel bir denge üzerine yaratan Rabbimiz’in elbette ki onu da bu mükemmel denge içerisinde yarattığını, onu koruduğunu, esirgediğini ve bir kader üzerine terbiye ederek, eğitim verdiğini çok iyi bilir. Yaratılışının bir amacı vardır. Ve Allah onun için güzellik, sonsuz hayır dilemektedir. Bundan dolayı Allah’a, Allah’ın yarattığı olaylara hüsn-ü zannı, tevekkülü tamdır. Zaten baştan teslim olmuştur. Herşeyin güzelliğini baştan kabul etmiştir. İmanının gereği olarak her şeyi olumlu ve hayırlı görme kararı almıştır. Dünya hayatının bir denenme, imtihan yeri olduğunu anlamış ve her ne yaşarsa yaşasın, başına her ne gelirse gelsin, Allah’ın desteği, yardımıyla bunları mutlaka imanla aşabileceğini en başından kabul ederek kalben teslim olmuştur.
Hac Suresi’nin 15’inci ayetinde Rabbimiz kendisine dayanıp güvenen, yardım isteyen bir insana mutlaka yardım edeceğini şöyle bir örnekle bildirmiştir: ‘Kim, Allah'ın ona, dünyada ve ahirette kesin olarak yardım etmeyeceğini sanıyorsa, göğe bir araç uzatsın sonra kesiversin de bir bakıversin, kurduğu düzen, onun öfkesini giderebilecek mi?’
Rabbimiz Bakara Suresinin 45’inci ayetinde de,  ‘Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır.’ buyurmuştur.
Ayette samimi iman edenlerin dışındakiler için sabrın ağır olduğu vurgulanmıştır. Kalbi Allah’a dayalı olmayan bir insan için herhangi bir konuya sabretmek önceki satırlarda tarif edildiği gibi çok güçtür. Böyle bir kişi her karşılaştığı olayda endişelenecek, şüphelenecek bir konu bulur. Olmadık ihtimalleri kafasında sıralayıp, kendini sıkıntılı bir karakter içine sokar. Dünya hayatının bir imtihan yeri olduğunun farkında değildir.
Ancak Allah’a güvenip dayanan bir insan sabredebilir. Allah’ın yarattıklarında hayır görerek, yaşadıklarını, başına gelenleri, gayretle hep güzel görür, hep Allah’a sığınır. Allah’ın yardımıyla, her zorlukla bir kolaylık olduğunu; yaşadığı yerin dünya hayatı olduğunu, özel bir talim mekanında bulunduğunu bilir. Allah her ne yaratırsa, her ne verirse, şükreder. ‘Rabbim Sen bunu sonsuz güzel aklınla taktir edip yarattın, bu Senin seçimin, mutlaka bu en hayırlısı, en mükemmeli, en güzeli; ben Senin her yarattığına ancak hamd ederim; Yüce Allah’ım Sen benim günahlarımı bağışla, beni hayra ilet, canımı Müslüman olarak al, ben Sen’den gelen her şeye razıyım’ der. Şükreder, dileği Allah’ın rızasını kazanıp bağışlanmaktır.
Müslüman, Allah’a teslim olmayı en baştan kabul etmiştir. Olayın şekline, durumuna göre bu tavrı, inancı değişkenlik göstermez. Mazlum ve Allah’ın büyüklüğü ve gücü karşısındaki zavallılığını bilen bir ruh hali içerisinde Allah’tan yardım diler, rızasını kazanmak ister.
İşte bu nedenle dünya hayatındaki denenme süresi ne kadar olursa olsun, karşılaştığı her olaya hoşnutluk içerisinde hep sabır gösterir. Hep zorluğun ardında bir güzellik olduğuna iman eder.
Müslüman için sabır gerektiren zamanlar zaten çok kıymetlidir. Bu nedenle böyle bir imkan ile karşılaştığında, ‘şimdi sabır zamanı’ diye düşünür ve bu ibadeti titizlikle, itinayla yerine getirir. Allah’ın mutlaka ona bir güzellik vermeyi dilediği için onu denediğine iman eder. Ahirette ‘Rabbim ben Senin rızanı kazanmak için yaşadıklarımı güzel gördüm, şükrettim, zorluğa sabır gösterdim, Sana tevekkül ettim, yardımı Sen’den istedim’ diyebileceği zorlukları dünyada imanla geçmesi çok kıymetlidir. Dünyada yaşadığı zorluklar, o kişinin ahireti açısından, birer şeref nişanı niteliğindedir.
Bu nedenle Müslüman için sabır ibadetinin limiti yoktur. Bu ibadeti yerine getirmeyi Allah’ın taktir ettiği ömür boyunca uygulamayı en başından seçip tercih etmiştir ve hayatına geçirerek uygulamıştır. Allah’tan gelen her şeyde hayır olduğuna iman eder, yeryüzüne 1 milyon kere gelse de, 1 milyon kere aynı şeyin olacağını, Yüce Rabbimiz’in kaderde seçip taktir ettiğinin asla değişmeyeceğini, her birinde mutlaka güzellik, hikmet olduğunu bilerek, iman eder. Rabbimiz Nahl Suresinin 30’uncu ayetinde Müslümanların bu üstün ahlakını şu şekilde bildirir:
(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir.

David Coppedge isimli bilim adamı evrimi reddettiği için NASA'daki görevine son verildi


David Coppedge isimli bilim adamı evreni üstün bir gücün yaratmış olması gerektiğini, çünkü yaşamın evrimle oluşamayacak kadar karmaşık olduğunu ifade ettiği için 15 yıldır çalıştığı NASA'daki görevine son verildi.
Satürn ve Satürn'ün çok sayıda uydusunun keşfedilmesi konusunda yürütülen görevde ekip lideri olan David Coppedge, iş arkadaşlarıyla evrimin geçersizliği üzerine yaptığı konuşmalar ve bu konuyla ilgili dağıttığı DVD'ler nedeniyle kendisine ayrım yapıldığını söylüyor.
Seattle Discovery Enstitüsü’ndeki Bilim ve Kültür Merkezi’nin yardımcı direktörü John West, “Bu bir sürecin parçası. Darwin’in fikirlerine karşı olan kişilere yönelik bir savaş var ve bunu uzun yıllardan beri görmekteyiz. Oysa herkes inancında ve konuşmalarında özgür olmalı.” diyor.
Bu durum Sayın Adnan Oktar'ın gerek kitaplarında gerekse konuşmalarında önemle dikkat çektiği Darwinist diktatörlüğün dünya çapındaki baskısını ve bu dikta sistemine direnen kişilerin derhal görevlerinden uzaklaştırıldıkları gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Darwinist diktatörlük konusu ile ilgili daha geniş bilgi edinmek için bkz:

30 Mart 2012 Cuma

Canlıların Bilgisayar Teknolojisine Örnek Olan Özellikleri



-Bilim adamları biyo bilgisayarları hangi amaçla geliştirmişlerdir ?

-Örümcek ağları hangi özellikleriyle günümüzdeki internet ağlarına ilham kaynağı olmaktadır?

-Bilgisayarlardaki virüs tehlikesine karşı bağışıklık sistemimizden gelen çözüm nedir? 

Bilgisayar teknolojisi, bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini ve kullanılan aletleri kapsayan bilgilerin tümü demektir. Bu teknolojiyi üretmek kolay değildir. Çünkü bilgisayar teknolojisini üretebilmek için ilk önce tam bir bilgiye sahip olmak gereklidir. Daha sonra bu bilgiyi kullanacak bilim adamları ve teknik elemanların sağlanması şarttır. Ayrıca gerekli materyaller ve bu materyallerin işleneceği bir de tesis olmalıdır. İşte tüm bu nedenlerden dolayı bilgisayar üretmek kolay değildir. Oysa bugün bilim çevrelerinin birçok yatırım, bilgi ve araştırma sonucunda ürettiği bilgisayar ürünlerinin pek çoğunun benzerleri hatta daha da mükemmelleri doğada vardır. Dahası bilgisayarlara ait bazı teknolojik ürünler canlılardan örnek alınarak geliştirilmiştir. 

www.bilimveteknoloji.org 

Canlılar Taklit Edilerek Yapılan Biyo Bilgisayarlar 

Hayvan, bitki ya da mantar olarak değerlendirilemeyen, “ökaryot” olarak adlandırılan “amipimsi” bir kökbacaklı olan canlı türü, beyni olmamasına rağmen hücrelerini organize ederek bilgiyi işleyebilir. Araştırmalar bu mikroskobik canlı türünün, kendisine zarar verebilecek ışık ve nem gibi kaynaklardan uzak kalırken, en kestirme yolu seçerek besine ulaşmayı başardığını göstermiştir. Çürüyen yapraklarda ortaya çıkan ve buralardaki bakterileri yiyerek beslenen bu canlının bazı türleri, mikroskop kullanmadan da gözlenebilir. Bilim adamları bilgisayarların hesap yükü nedeniyle yapmakta zorlandığı işlemlerin, söz konusu canlıların bilgi-işlem ve karmaşık sorunları çözen yeteneklerini taklit eden “biyo bilgisayarlar” aracılığı ile ortadan kalkacağını düşünüyorlar. 

Elbette mikroskobik bir canlı türünün herhangi bir öğrenme yeteneği ve teknolojik sorunları çözebilecek aklı yoktur. Bu canlıyı böylesine mükemmel bir sistem ile yaratan herşeyin hakimi olan Yüce Allah’tır. Bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır: 

“Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dır, övülmeye layık olandır.” (Hac Suresi, 64) 

Örümcek Ağından, İnternet Ağına 

Örümcek ağları sağlamlık, esneklik gibi özellikleri ve kullanım avantajlarının yanı sıra, bir mimarlık ve mühendislik harikasıdır. Örümcek ağı sadece sert ve estetik olmakla kalmayıp aynı zamanda adeta “akıllı”dır. Çünkü Avrupa’da yaşayan bahçe örümceği Araneus diadematus’un üzerinde bilgisayar modellerini kullanarak yapılan araştırmalarda, örümcek ağlarının farklı gerilme seviyelerine değişik tepkiler verdiği tespit edilmiştir. Örümcek ağı gerektiği zamanlarda yumuşayan, ardından yine eski sertliğine kavuşan mükemmel bir özelliğe sahiptir. Yapılan araştırmada, örümcek ağı hafif bir rüzgarda yumuşarken, genel yapısında bozulma görülmez. Ağın belli bir noktasına daha güçlü bir kuvvet uygulandığında ise ağ bu bölgede esnekliğini yitirecek şekilde katılaşmış ve kırılmıştır. Ancak bu durumun, ağın genel yapısını ve bütünlüğünü daha da güçlendirdiği ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar farklı bölgelerindeki iplikler kırılınca, ağın normalde taşıdığından yüzde 3 ile 10 arasında daha fazla ağırlık taşıyabildiğini ortaya çıkarmış ve örümcek ağının çeliğe karşı en büyük avantajının bu özelliği olduğunu belirtmiştir. 

Araştırmacılar, örümcek ağının sırlarının deşifre edilmesiyle, gelecekte internet gibi karmaşık ağların çok daha güçlü ve bozulmalara karşı dirençli olarak inşa edilebileceğini düşünmektedirler. Oluşturulacak yeni görsel ağlar çok fazla hasar görse de mekanik özelliğini yitirmeyecek, böylece sistemin bir yeri saldırıya uğrarsa, ağ sadece o noktada çökecektir. Örümcek ağı üzerindeki araştırmaların ilerlemesiyle elektrik şebekelerinden dokumacılık sektörüne kadar birçok alanda büyük atılımlar yapılabilir. 

Örümcekler ne yapı statiği, ne de mimari tasarım bilirler. Böyle bir eğitimleri yoktur. Onlar da diğer canlılar gibi sadece kendilerine doğuştan, Allah tarafından gelen ilhama uyarak hareket etmektedirler. Ürettikleri mimari harikalarının tek nedeni budur. Allah bir ayetinde tüm canlıların Kendi denetimi altında olduğunu şöyle bildirmektedir: 

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka İlah yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir.” (En’am Suresi, 102) 

Akrepteki Muhteşem Bilgisayar Ağı 

Çölde yaşayan kum akreplerinin gözleri hemen hemen hiç görmez. Buna karşın her bir ayağının ucunda bulunan ve “milimetrenin milyonda birinden daha küçük titreşimlere” yol açan hareketleri bile tespit eden algılayıcıları sayesinde avlarını kovalayabilir ya da düşmanlarından kaçabilirler. Kelebek konması gibi, akrebin yakınındaki en ufak bir hareket kumda titreşim dalgası oluşturur. Her dalganın yayılma hızı farklıdır. Akrep bu dalgaların kendisine ulaşma süreleri arasındaki farktan ava olan mesafesini belirler. 

Avdan yayılan düşük hızlı dalganın, akrebin ava en yakın algılayıcısı ile en uzaktaki algılayıcısına ulaşmasından da avın hangi tarafta olduğu tam olarak belirlenir. Hatta bu son iki sinyal akrebin tam bir hesaplama yapabilmesi için biraz geciktirilir. Ancak bu geciktirme süresi bile göz açıp kapama süresinden kısadır. Nitekim iki sinyal arasındaki fark, saniyenin beş yüzde biri kadar ise akrep saldırı için bir an bile beklemez. Akrebin bir saniyede yüzlerce defa tespit ve hesaplama yapan alıcıları adeta bir bilgisayar ağı gibi işler. Bilim adamları bu konuda araştırmalar yürütmektedirler. 

Böyle ince detaylar bu canlının Darwin’in iddia ettiği gibi tesadüfler zinciriyle oluşmadığını, Allah tarafından yaratıldığını ispat eder. Bir akrep kendi kendine vücuduna böylesine mükemmel bir bilgisayar ağı kuramaz. İnsanın bile yapamayacağı bu hareketleri kendi vücudunda kendi kendine oluşturamaz. Ancak ilhamla hareket eder ve milyonlarca yıl önce bütün bu özelliklerle birlikte yaratılmıştır. İnsanlar ancak çevrelerini dikkatlice incelediklerinde önlerinde milyonlarca yaratılış delillerinin apaçık durduğunu görebilirler. Bir ayette canlılarda bizler için yaratılan özellikler şöyle bildirilmiştir: 

“Gerçekten hayvanlarda da sizin için bir ders (ibret) vardır; karınlarının içinde olanlardan size içirmekteyiz ve onlarda sizin için daha birçok yararlar var. Sizler onlardan yemektesiniz.” (Mü’minun Suresi, 21) 

www.bilimdunyasi.net 

Bugün pek çok bilim adamı ve araştırma-geliştirme (AR-GE) uzmanı projelerine başlamadan önce, bunun canlılardaki örneklerini araştırmakta, onlardaki sistem ve yapıları taklit etmektedirler. Bilim adamları, Allah’ın doğada yarattığı tasarımları görüp incelemekte ve bunlardan ilham alarak yeni teknolojiler geliştirmektedirler. Bu gerçek ayetlerde şöyle buyrulur: “Gerçekten hayvanlarda da sizin için bir ders (ibret) vardır; karınlarının içinde olanlardan size içirmekteyiz ve onlarda sizin için daha birçok yararlar var. Sizler onlardan yemektesiniz. Onların üzerinde ve gemilerde taşınmaktasınız.” (Müminun Suresi, 21-22) 

Retina Hücrelerinden Bilgisayar Devrelerinin Tasarımına 

Gözümüzün sinir hücreleri olan “retina hücreleri”nin gelen ışığı tanıyıp yorumlayarak, değerlendirdiği bilgiyi bağlantıda olduğu diğer hücrelere iletmesi, yeni bilgisayarlara model oluşturmaktadır. Bunun sebebi ise retina hücrelerinin yalnızca ışığa hassas hücrelerden ibaret olmamasıdır. 

Retina birbirleriyle yoğun bir bağlantı oluşturmuş sinir hücrelerinden oluşur. Işığa ait sinyaller daha beyne iletilmeden önce birçok işlemden geçirilir. Örneğin retinayı oluşturan hücreler; cisimlerin kenarlarını hesaplar, ışık sinyalinin gücünü arttırır, aydınlık veya karanlığa göre uyum sağlar. Günümüzün güçlü bilgisayarları da bu işlemleri yerine getirebilmektedir, fakat retinadaki sinir ağı bu olağanüstü işlemi çok düşük bir güçte kolaylıkla gerçekleştirmektedir. 

Sonsuz ilim sahibi Allah’ın insanın bedeninde yarattığı bu mükemmel yapıyı, benzersiz sanatı ve üstün ilmi takdir edebilen her insan, Allah’a yönelip dönmelidir. Kuran’da, bu nimetler karşısında Allah’a sürekli şükür içinde olunması gerektiği şu şekilde bildirilmektedir: 

“De ki: “Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz?” (Mülk Suresi, 23) 

Bilgisayarlardaki Virüs Tehlikesine Karşı Bağışıklık Sistemimizden Gelen Çözüm 

Bir bilgisayar bir virüsten etkilenecek olursa bu, dünyadaki diğer bilgisayarların da etkilenebileceği anlamına gelir. Dolayısıyla pek çok firma, bilgisayar network sistemlerini virüslerden korumak için bir “bağışıklık sistemi” oluşturmanın gerekliliğini hissetmiş ve bu alanda çok sayıda çalışma yapmaya başlamışlardır. Bu çalışmaları sürdüren merkezlerden biri de New York’ta bulunan, IBM’in Watson Araştırma Merkezi’ndeki virüs yalıtım laboratuvarıdır. Burası, öldürücü virüslerle çalışan yüksek güvenlikli bir mikrobiyoloji laboratuvarıdır. Ayrıca burada, şimdiye kadar tanımlanmış 12.000 bilgisayar virüsünü teşhis edebilecek, aynı zamanda virüsü güvenli bir şekilde bilgisayarlardan izole ve yok edebilecek programlar üretilmektedir. 

Biraz önce bahsettiğimiz siber alemdeki virüslere karşı mevcut bilgisayar sistemlerini koruyabilecek dünya çapında bir bağışıklık sistemi kurmaya çalışan firmalardan birisi de ünlü IBM firmasıdır. 

Firma yetkililerinden biri olan Steve White, bu konuda çözüme ulaşabilmek için insan vücudundaki gibi bir bağışıklık sisteminin kurulması gerektiğini şöyle ifade etmektedir: 

“İnsan ırkının varlığını devam ettirebilmesinin tek sebebi, sahip olduğu bağışıklık sistemidir. Siber-alemin devamı için de bir bağışıklık sistemine sahip olması şarttır.” (http://www.newscientist.com/hottopics/ai/strikesback. jsp) 

Araştırmacılar bilgisayar ağları ile canlılar arasında kurdukları bu bağlantı sayesinde, bilgisayarları tıpkı savunma sistemimizin işleyişi gibi koruyan programlar üretmeye başlamışlardır. Onlara göre epidomoloji (salgın hastalıklarla ilgilenen bilim dalı) ve immunolojiden (bağışıklık sistemi ile ilgilenen bilim dalı) öğrendiklerimiz, canlı organizmaları koruduğu gibi elektronik organizmaları da yeni tehlikelerden koruyabilecektir. 

Bilgisayar virüsleri, bilgisayarlara sızıp kendilerini kopyalayarak çoğaltacak ve girdiği bilgisayarda hasarlar oluşturacak şekilde dizayn edilmiş sinsi programlardır. Bu virüslerin belirtileri, tıpkı insanlarda görülen çeşitli hastalıklar gibi, bilgisayar sisteminin yavaşlaması, bazen de esrarengiz bir şekilde dosyalarda hasar oluşmasıdır. 

Virüs tehdidine karşı bilgisayarınızı korumayı vaad eden programlar, bilgisayarınızın hafızası tarafından daha önce tanımlanmış virüslerin izlerini bulmak için bilgisayarın bütün belleğindeki her kodu araştıran teşhis programlarıdır. Bilgisayar virüsleri, yazılımcısının imzası niteliğini taşıyan ve tanınmasına imkan veren izler barındırırlar. Bilgisayardaki virüs tarayıcı program bu imzayı bulduğunda, bilgisayara virüsün bulaştığına dair bir uyarı verir. 

Yine de anti virüs programlarının bilgisayarlar için tam bir koruma sağladığı söylenemez. Çünkü bazı kişiler birkaç gün içinde yeni virüsler hazırlayıp bilgisayar ortamlarına yerleştirebilmektedir. Bu durumda anti virüs programlarının sürekli olarak güncellenmesi, yeni virüs izlerini tanımalarını sağlayacak bilgilerin verilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla sistemler devamlı yenilenmeli ve yeni geliştirilen virüslere karşı yeni anti-virüs programlarının eklenmesi gereklidir. 

Ayrıca dünya çapında internet kullanımının yayılması ile birlikte bu virüsler de çok büyük bir hızla yayılmaya ve bilgisayarlara ciddi hasarlar vermeye başlamıştır. IBM firması araştırmacıları da çözümü, doğadaki örneklerin taklit edilmesinde bulmuşlardır. Herşeyden önce bilgisayar virüslerinin de suni bir hayatı vardır ve tıpkı doğadaki biyolojik virüsler gibi, içinde bulundukları sistemi kendilerini çoğaltmak için kullanırlar. Araştırmacılar bu benzerlikten yola çıkarak insanın bağışıklık sisteminin insan vücudunu nasıl koruduğunu incelemişlerdir. 

Vücut, yabancı bir organizmayla karşılaştığında hemen istilacıyı tanıyıp etkisiz hale getirecek bir antikor oluşturmaya başlar. Bağışıklık sistemi hastalığa yol açabilecek hücrenin bütününü analiz etmek durumunda da değildir. İlk enfeksiyon yatıştırıldığında, vücut ileriki bir enfeksiyonda daha hızlı karşılık verebilmek için bu antikorlardan bir kısmını hazır tutar. İşte bu hazır tutulan antikorlar sayesinde hücrenin tümünün incelenmesine gerek kalmaz. Nitekim mevcut anti-virüs programları da bütün virüsü değil ama virüsün imzasını tanıyacak bir antikoru içerirler. 

Görüldüğü gibi insanları teknolojik alanda çaresiz bırakan konuların çözümleri dahi doğada mevcuttur. Her detayın düşünülmüş olduğu kusursuz bir işleyişe sahip savunma sistemimiz, daha biz doğmadan önce -bizi korumak göreviyle- hazır bulundurulmuştur. Rabbimiz herşeyi koruyan ve gözetendir. Bir ayette şöyle buyrulur: 

“... Doğrusu benim Rabbim, herşeyi gözetleyip-koruyandır.” (Hud Suresi, 57) 

www.nanoteknolojimucizesi.com 

Her canlı üstün ve mükemmel sistemlere sahiptir. Bu mükemmel sistemler ilk yaratıldıkları anda kusursuz ve eksiksiz olarak ortaya çıkmışlardır. Çünkü Allah, “kusursuzca var eden”dir. Allah, Kuran’da şöyle buyurmaktadır: 

“(Bunlar,) ‘İçten Allah’a yönelen’ her kul için ‘hikmetle bakan bir iç göz’ ve bir zikirdir.” (Kaf Suresi, 8)

Güneş Sistemindeki Mucizevi Dengeler

-Güneş Sisteminin Samanyolu Galaksisi içindeki konumu nasıldır?

-Yörüngenin, galaksinin merkezinden çok uzakta ve spiral kolların dışında bulunması neden önemlidir? 


-Güneş Sistemindeki hassas dengenin yaşam açısından önemi nedir?

Samanyolu Galaksisi spiral şeklinde bir yapıya sahiptir. Spiral galaksilerdeki yıldızlar ve gök cisimleri, şişkin yuvarlak bir merkezi ve bu merkezden dışarı doğru aynı düzlemde ve aynı açıda kıvrılan kolları oluşturacak biçimde konumlanmışlardır. Merkezden çıkan bu spiral kolların arasında kalan uzay boşluğunda da bazı yıldız sistemleri bulunur. Fakat bunların sayısı yok denecek kadar azdır. İşte bizim Güneş Sistemimiz bu spiral kolların arasında yer alan ender yıldız sistemlerinden biridir. Ayette şöyle buyrulur:

“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl suresi, 12)

Uzay Boşluğundaki Net Görüntü

Güneş Sistemi konumu nedeniyle, spiral kollardaki gazlar ve artıklardan uzak, temiz ve net bir uzay görüntüsüne sahiptir. Güneş Sistemimiz eğer spiral kollardan birinin içinde olsaydı, görüntümüz dikkate değer ölçüde bozulurdu.

Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece uygun olmasıdır. Güneş Sistemimizin bir galaktik kolun kıyısında bulunması, bizim geceleri gökyüzünü inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık.

www.evreninvarolusu.com

Güneş’in Özel ve Ayrıcalıklı Konumu

Spiral kollar arasında yer alan yıldızlar, normalde yerlerinde uzun süre tutunamaz, sonunda bu kolların içerisine çekilirler. Ancak, Güneş Sistemimiz son 4.5 milyar yıldır galaksinin spiral kolları arasındaki sabit yörüngesinde konumunu devam ettirmektedir.

Konumumuzun sabitliği, Güneş'in "galactic co-rotation radius" (galaktik ortak dönüş yarı çapı) adı verilen bir hat üzerinde yer alan ender yıldızlardan biri olmasından kaynaklanır.

Bir yıldızın iki spiral kol arasında sabit kalabilmesi için sadece galaksi merkezinden belli bir mesafede, yani "co-rotation radius" üzerinde olması ve tam olarak galaksi kollarının merkez çevresinde döndüğü hızda yol alması gerekmektedir. Bunun yanı sıra, spiral kolların dışında olduğumuz için evrenin en güvenli yerinde bulunduğumuzu da görürüz. Çünkü yıldızların yoğun olarak bulunduğu ve bu nedenle çekim güçlerinin gezegen yörüngelerinde aksamalara yol açabileceği bölgelerin dışındayız.

Ayrıca, supernova patlamalarının öldürücü etkilerinden de çok uzağız. Aksi takdirde, Dünya'nın 4 milyar yılı aşkın uzun yaşamı (gezegenin insan yaşamına elverişli hale getirilmesi için gerekli olan süre) içinde bulunduğumuz galaksinin başka bölgelerinde mümkün olmazdı.

İşte ancak Güneş Sistemimiz’in bu özel ve ayrıcalıklı konumda yaratılması sonucunda canlılık ve tabii ki insanlık Dünya üzerinde varlığını sürdürebilmektedir. İnsanlar ancak bu vesileyle içlerinde bulundukları evreni inceleyebilmekte ve Allah'ın yaratmasındaki eşsiz, üstün ve muazzam sanatı ve hikmetleri gözlemleyebilmektedirler.

Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Güneş Sistemi'nin uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için yaratılmış olduğunu gösteren apaçık kanıtlardan biridir.

Güneş Sistemindeki Hassas Dengeler

Gezegenlerin Güneş’e olan mesafesi sabittir:


Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Pluton'dur. Gezegenlerin Güneş’e olan bu mesafesi sabittir ve asla değişmez. Bu gezegenlerin ve 54 uydunun içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır.

Güneş’in Çekim Gücü ve Gezegenlerin Merkezkaç Kuvveti Arasında Bir Denge Vardır:

Gezegenleri dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.

Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.

Evrendeki hassas denge ve düzeni en açık biçimde gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamız’ın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş Sistemi'ndeki büyüklü-küçüklü gezegenlerin eşsiz düzenleri, sistemin 4 milyar yılı aşkın bir süredir kararlı bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır. İşte bu noktada Allah’ın sonsuz gücü ve evrendeki her bir zerre (atom) üzerindeki hakimiyeti ile karşı karşıya kalmaktayız. Allah'ın, yarattıkları üzerindeki bu gücü ve hakimiyeti bir ayette şöyle haber verilir:

“Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın.” (Yunus Suresi, 61)

www.evrenmucizesi.imanisiteler.com 

28 Mart 2012 Çarşamba

Atomdaki Kusursuz Düzen

Canlılarda elektron ve protonların elektrik yükleri arasındaki denge, 100 milyarda bir oranında değişmeyle gerçekleşebilir. Evrenin yok olması ise, bu dengedeki milyar kere milyarda bir oynama ile meydana gelir. Yani evrenin ve canlıların varlığı, çok hassas dengelerle mümkündür. Bu dengenin ortaya koyduğu gerçek ise, evrenin, rastgele ortaya çıkmamış, belirli bir amaca yönelik olarak düzenlenmiş olduğudur.

Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen yegane kudret ise, elbette ki "tüm alemlerin Rabbi" olan Allah'tır.
Atomun içindeki kusursuz düzenin biraz daha detayına inmekte yarar görüyoruz. Bilindiği gibi elektronlar, sahip oldukları elektrik yükü nedeniyle çekirdeğin etrafında sürekli olarak dönerler. Bütün elektronlar eksi (-) elektrik yükü ile yüklüdürler, bütün protonlar ise artı (+) yüküyle. Ve atomun çekirdeğindeki artı yük, elektronları kendine doğru çeker. Bu nedenle elektronlar, hızlarının kendilerine verdiği merkez-kaç gücüne rağmen, çekirdeğin etrafından ayrılmazlar.

Atomun merkezinde ne kadar proton varsa, dışında da o kadar elektron olur. Bu sayede atomların elektriksel yükü dengelenir. Ancak protonun hacmi de, kütlesi de, elektrondan çok daha fazladır. Eğer bir karşılaştırma yapmak gerekirse, aralarındaki fark, bir insanla bir fındık arasındaki fark gibidir. Ama yine de elektrik yükleri birbirinin aynıdır. Peki acaba proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?

Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik nedeniyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun sonucunda da evrendeki her atom birbirini itecekti. Acaba evrendeki atomların her biri birbirini itse neler yaşanır?
Yaşanacak olan şeyler çok olağandışıdır. Atomlardaki bu değişiklik oluştuğu anda, şu anda bu kitabı tutan elleriniz ve kollarınız bir anda paramparça olurlar. Sadece elleriniz ve kollarınız değil, gövdeniz, bacaklarınız, başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası bir anda havaya uçar. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da bir anda havaya dağılır. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya ayrılıp yok olurlar. Ve bir daha da evrende gözle görülür hiçbir cisim var olmaz.

Üstelik canlılar için böyle bir olayın yaşanması elektron ve protonların elektrik yükleri arasındaki dengenin 100 milyarda bir oranında değişmesiyle gerçekleşebilir. Evrenin yok olması ise bu dengedeki milyar kere milyarda bir oynama ile meydana gelir. Yani evrenin ve canlıların varlığı, çok hassas dengelerle mümkündür. Bu dengenin ortaya koyduğu gerçek ise, evrenin, rastgele ortaya çıkmamış, belirli bir amaca yönelik olarak düzenlenmiş olduğudur. Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen yegane kudret ise, elbette ki (Kuran'daki ifadeyle) "tüm alemlerin Rabbi" olan Allah'tır. Kuran'da belirtildiği gibi, Allah, göğü bina etmiş, sonra ona belli bir düzen vermiştir. (Naziat Suresi, 27-28)

Çekirdekte Saklı Güç

Atom çekirdeğinin içinde, protonları ve nötronları birbirine bağlayan çok güçlü bir kuvvet vardır. Bu kuvvete, "Güçlü Nükleer Kuvvet" adı verilir. Nükleer enerji, çekirdekteki bu kuvvetin serbest bırakılmasıyla ortaya çıkar.
Bu kuvvet üzerinde bir oynama yapılmadığı zaman kimseye bir zararı yoktur, ama insan müdahalesiyle milyonları öldüren bir güç haline gelebilmektedir. Atomun çekirdeğinde bulunan ve milyonlarca kişinin hayatını tehlikeye sokabilecek olan bu olağanüstü kuvveti, "fisyon" (nükleer parçalanma) ve "füzyon" (nükleer kaynaşma) tepkimeleri açığa çıkarmaktadır.
Bu tepkimeler, ilk bakışta atomun çekirdeğinde gerçekleşiyor gibi gözükse de, aslında atomun bütün yapı taşlarının birlikte katıldığı tepkimelerdir. Fisyon adıyla bilinen reaksiyon atom çekirdeğinin bölünmesi, füzyon isimli reaksiyon ise iki çekirdeğin büyük bir güçle biraraya getirilip birleştirilmesi olayıdır. Her iki reaksiyonda da çok fazla miktarda enerji açığa çıkmaktadır.

Atomda Saklı Bomba

HAVA su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudunuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en küçüğünden en büyüğüne kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz herşey atomlardan meydana gelmiştir. Her iki eliniz de, ellerinizde tuttuğunuz bu gazete de atomlardan oluşur. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki, en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek mümkün değildir.
Atomun küçüklüğünü bir örnekle açıklamaya çalışalım: Elinizde bir anahtar olduğunu düşünün. Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmeniz mümkün değildir. Görebilmek için elinizdeki anahtarı dünyanın boyutlarına getirdiğinizi farz edelim. Elinizdeki anahtar dünya boyutunda büyürse, işte ancak o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve siz de onları görebilirsiniz.

Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp-dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır. Çekirdek, atomun tam merkezinde bulunmaktadır ve atomun niteliğine göre belirli sayılarda proton ve nötrondan oluşmuştur. Çekirdeğin yarıçapı, atomun yarıçapının onbinde biri kadardır. Biraz önce bahsettiğimiz gibi, elinizdeki anahtarı dünya boyutlarına getirdiğinizde ortaya çıkan kiraz büyüklüğündeki atomların içinde çekirdeği arayalım. Ama bu arayış boşunadır, çünkü böyle bir ölçekte bile çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme olanağımız kesinlikle yoktur. Çekirdeği görebilmemiz için atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre yüksekliğinde kocaman bir top olmalıdır. Bu akıl almaz boyuta karşın atomumuzun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri bir duruma gelmeyecektir.

Ancak burada son derece şaşırtıcı bir durum vardır: Hacmi atomun 10 milyarda biri olmasına rağmen, çekirdeğin kütlesi atomun kütlesinin %99.95'ini oluşturmaktadır. Peki bir şey nasıl olur da bir yandan kütlenin yaklaşık tamamını oluştururken, diğer yandan da hemen hemen hiç yer kaplamaz?
Bunun sebebi, atomun kütlesini oluşturan yoğunluğun, atomun çekirdeğinde birikmiş olmasıdır. Bunu sağlayan ise "güçlü nükleer kuvvet" ismi verilen kuvvettir. Bu kuvvet sayesinde atomun çekirdeği dağılmadan birarada durabilir.
Buraya kadar anlattıklarımız tek bir atomun içindeki kusursuz sistemin sadece birkaç küçük detayıydı. Aslında atom, üzerine ciltlerce kitap yazılabilecek kadar kapsamlı bir yapıya sahiptir. Gördüğümüz bütün detayları ve muhteşem yapısıyla birlikte atomu Allah yaratmıştır.

27 Mart 2012 Salı

Bitki Kokularındaki Mucize

Koku; güzel hisler uyandırmak, rahatlatmak, iştah açmak gibi insan ruhunda karşılık bulan türlü etkilere sahip bir mucizedir. İnsan için büyük bir nimet olarak yaratılan kokular karmaşık kimyasal bileşiklerdir. Her koku çok hassas miktarlarla bir araya gelmiş elementlerden oluşur. Bitkilere koku veren maddelere "uçucu yağlar" adı verilir ve bu yağlar, bitkinin ismiyle adlandırılır; mesela gül yağı veya kekik yağı gibi. Genç bitkiler, yaşlı bitkilerden daha fazla yağ üretirler; yaşlı bitkiler ise, daha reçineli ve koyu yağlara sahiptirler. Çünkü hafif sıvılar düşük bir sıcaklıkta bile buharlaştıktan sonra geriye kalın ve kolay kolay buharlaşmayan yağlar kalır.


Araştırmacıların yaptıkları çalışmalarda, bu yağların bitkideki işlevi tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak böcekleri çekmek için kullanıldıkları genel olarak kabul edilmektedir. Yağlar bitkinin yeşil bölümlerinde oluşur ve bitkinin olgunlaşmasıyla diğer dokulara, özellikle de çiçek filizlerine taşınırlar. Bu kokuların nasıl oluştuğunu incelediğimizde, karşı karşıya kaldığımız sistemin kompleks ve hassas yapısı insanı hayrete düşürür. Yapılan araştırmalarda bitkilerin koku üretiminin bitkinin türüne, mevsime, ışık durumuna ve ısıya göre değiştiği ve bitkilerin bu üretim için 100'e yakın farklı kimyasal bileşik kullandıkları tespit edilmiştir. Tespit edilen bileşiklerin yanında, daha incelenmemiş olan bitkilerin de kendilerine has bileşikleri olduğu düşünülmektedir.


Bu bileşikler üretilirken bitkinin içinde ancak kimya laboratuvarlarında rastlanabilecek bir çalışma yapılır. Bitki özüyle, bitkinin kabuk kısmına yakın olan salgı bezlerine çeşitli kimyasal maddeler taşınır. Bu maddeler, henüz tam olarak anlaşılamayan bir mekanizmayla, salgı bezlerindeki enzimler tarafından, belirli miktarlarda bir araya getirilir ve ortaya çok farklı kokular çıkar. Yani salgı bezleri aynı bir kimyager gibi çalışarak, farklı elementleri birbirine karıştırırlar. Bu kimyasal karışımları ile gülün, ıhlamurun, hanımelinin mükemmel kokusunu meydana getirirler.


Günümüzde, gelişmiş laboratuvarlarda parfüm, deodorant, sabun kokusu üreten kimya mühendisleri ise bu salgı bezlerinin yaptıklarını taklit ederek, güzel kokular üretmeye çalışırlar. Bu çok büyük bir mucizedir. Akıl, bilinç, eğitim ve teknoloji sahibi insan, gözle görülemeyecek kadar küçük, cansız ve şuursuz atomlardan oluşan bir salgı bezini taklit ederek, ortaya bir güzellik çıkarmaya çalışmaktadır. Bitki ile karşılaştırıldığında sahip olduğu tüm üstünlüklerine rağmen, insan üretimi olan hiçbir koku, aslı ile aynı güzelliğe ve kaliteye sahip olamamakta, en fazla "iyi bir taklit" olmaktan öteye gidememektedir.
Kuşkusuz bitkilerdeki bu tasarım sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Rabbimiz'in eseridir. Allah yaratılıştaki sanatını bitkilerde bu şekilde tecelli ettirmiştir. Bitkilerdeki bu ince ayrıntının tesadüf eseri oluşması mümkün değildir, çünkü hiçbir tesadüf bu güzelliği tasarlayacak akla sahip değildir.


"Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatandır." (Nisa Suresi, 126)

15 Mart 2012 Perşembe

Işığa Açılan Pencere: Cam

Kullandığımız camlar, yapay camlardır, bununla birlikte, cam dünyada doğal olarakta bulunmaktadır. Cam bilindiği gibi inşaattan, otomotive, gıda ürünlerinden, eczacılıktan, denizciliğe kadar birçok alanda kullanılan önemli bir malzemedir. Camın hayatımızda bu kadar geniş kullanılmasına neden olan ondaki üstün niteliklerdir.
Cam temasta bulunduğu gaz, sıvı ve katı haldeki maddelerin etkilerine karşı büyük direnç gösterebilir. Bu direnç, kimyasal dayanıklılık olarak tanımlanır. Camın kimyasal dayanıklılığı ayarlanabilir özelliktedir: Camdaki alkali oranın yüksekliği camın kimyasal dayanıklılığını zayıflatırken, boroksit, alüminyum oksit, çinko oksit ve zirkonyum oksit ise camın kimyasal dayanıklılığının artmasını sağlamaktadır. Özelliği sayesinde en sağlam bildiğimiz maddelerde bile saklayamadığımız çözücü parçalayıcı birçok kimyasalı cam kaplarda tutabiliriz.

"Cam, maddenin katı ile sıvı arasındaki özgün bir halidir. Silis (kum) atomları, araya giren kalsiyum, potasyum magnezyum ve sodyum atomları ile birlikte düzensiz bir tarzda birleşir. Bu "düzensizlik" sonucunda saydam, bozulmaz ve oldukça dayanıklı (çatlama hariç, çatlak hemen yayılır) bir madde ortaya çıkar. Paslanmadığı, su geçirmediği ve saydam olduğu içinde akla gelebilecek hemen her alanda kullanılır."

Camın fiziksel özellikleri insanların faydalanması için özel olarak dizayn edilmiştir: Camın şekillendirilmesinde en önemli etkenlerden biri yüzey gerilimidir. Bu özellik, camın çok ince gözeneklere girmesini ve bunları doldurmasına imkan tanır. Camın özgül ağırlığı, kimyasal bileşimine bağlı olarak 2,2-7,2 g/cm3 arasında değişmekle birlikte genel kullanımda olan pencere ve şişe camlarının yoğunluk değerleri 2,3-2,6 g/cm3 arasındadır. Bu değerler daha yüksek olsaydı cam şimdikinden çok daha ağır olacak ve pratikte kullanımı imkansız hale gelecekti. Cam ısıtılarak, sıcaklıkta genleşme oranı dolayısıyla sıcaklılığa dayanıklılığı ayarlanabilir. Oy- sa diğer pek çok madde için böyle bir durum söz konusu değildir.

Çoğu cisim çok sıcak ortamdan soğuk ortama geçtiğinde olumsuz etkilenir. Oysa camlar, genellikle 100-350°C sıcaklıklarda, soğuk su içerisine atıldıklarında, sıcaklık şoklarına dayanabilmektedirler. Üstelik camın kimyasal bileşiminde mevcut olan soda, potasyum ve kurşun oksitin oranı ile oynayarak camın ısıya ve ısı değişimlerine dayanıklılığı arttırılabilmektedir. Üstelik bu yapıldığında camın ısıya dayanıksız hali ile dayanıklı halindeki görünümünde hiçbir farklılık olmamaktadır. Camın ısı sığası, camın sıcaklığı arttıkça yükselmektedir. Her cam çeşidinin değişik sıcaklıklardaki ısı sığaları değişik olduğu gibi, camların ısı sığalarının sıcaklıkla değişmeleri de değişik olabilmektedir.

Camın mekanik özellikleri de mucizevi niteliktedir. Bazı özel yöntemlerle camın dayanıklılığı yüksek oranlarda artırılabilmektedir. Bununla birlikte, tasarımlarda; sertleştirilmiş bir üründe bu oran 10 katına çıkartılabilmektedir. Böyle camlar oldukça dayanaklı olup tekme ya çekiç darbelerinde dağılmaz. Bunun yanında iki cam tabakasını arasına başka bir kimyasal ekleyerek camı dayanıklı hale getirmekte mümkündür. Bu yöntemin otomobil çağının başladığı yıllarda keşfedilmiş olması da oldukça ilginçtir:
"Güvenli camın bulunması, tam da en çok ihtiyaç duyulan zamanda gerçekleştirildi: Motorlu taşıt çağında... 1903 yılında Fransız kimyager Edouard Benedictus, deney tüpünü laboratuarının zeminine düşürdü. Tüp kırıldı; ancak dağılmadan tek parça halinde kaldı. Benedictus, kolodyum ihtiva eden sıvının buharlaşmasından sonra tüpte kalan ince plastik tabakanın parçalanmayı engellediğini anladı. Bunu not ettikten sonra bu konu üzerine fazla kafa yormadı. Ancak, kaza yapan bir aracın içindeki kızın kırılan camlardan çok feci şekilde yaralanması, bu konuyu tekrar gündeme getirmesine neden oldu. Daha önceki deneyiminden esinlenerek iki cam tabakasının arasına selüloz nitrat yerleştirerek üç katlı camı oluşturdu. Buluşu 1920'lerde arabaların ön camlarında kullanılmaya ve otomotiv endüstrisinde ciddi şekilde taklit edilmeye başlandı."

Camın optik özelliği günlük hayatımızın vazgeçilmezleri arasına girmesine neden olmuştur. Cama optik özelliğini veren kırılma indisindeki ö-zel ayardır. Cam ışığı geçirebildiği gibi aynı zamanda iyi bir yansıtıcı da olabilmektedir. Yansıtma özelliği, cam yüzeyinin durumu ile yüzeye düşen ışığın dalga boyu ve yönüne bağlıdır. Silikat camları için ortalama yansıtma yüzdesi %4 olup, tamamen saydam bir cam gelen ışığın %92'sini geçirmektedir.
Cam Olmasaydı.
  • Evlerimizde güneş ışığından mahrum olarak yaşardık,
  • Mikroplar ve mikroorganizmalar hakkında bilgi edinemezdik,
  • Ay ve yıldızlar hakkında gözümüzle gördüğümüz dışında fazla bir bilgimiz olmazdı,
  • Temel göz rahatsızlıklarını gideremezdik,
  • Laboratuarlardaki bir çok malzemeyi kullanamazdık,
  • Aynalar olmazdı,
  • Bütün arabaların üstü ya da çevresi hep açık olurdu,
  • İçini görebildiğimiz yiyecek ve içecek kaplarımız olmazdı,
  • Vitrin diye bir kavram olmaz ticaret bundan olumsuz etkilenirdi,
  • Fotoğraf makineleri olmazdı,
  • Televizyonlar ve bilgisayar monitörleri olmazdı,
  • Ampul olmazdı, karanlığa mahrum kalırdık,
  • Otomobillerde dikiz aynaları olmazdı,
  • Scanner (tarayıcı), fotokopi makineleri olmazdı,
  • Yüksek data transferi ve ışık aktarımı yapan fiberoptik kablolar olmazdı,
  • Süs eşyaları ve biblolar olmazdı,
  • Ateşe dayanıklı cam kaplar olmazdı,
  • Seralar olmazdı,
  • Bugün kullandığımız aydınlatma armatürlerinin büyük kısmı olmazdı,
  • Vitraylar olmazdı,
  • Saatleri okuyamazdık, okuyabildiklerimiz ise dış etkenlere karşı korumasız olurdu,
  • Uçaklar ve helikopterlerdeki pencereler olmazdı,
Şüphesiz böyle bir Dünya kesinlikle bugünkü gibi olmayacaktı. Eğer bugün bir çok teknolojiden ve konfordan yararlanabiliyorsak bu camdaki özel yaratılıştan kaynaklanmaktadır. Camın bugünkü özelliklerde olması tek başına yeterli değildir. Camın hammaddesinin bol ve kolay rastlanır olması şarttır (kum gibi). Allah rahmeti sayesinde camın hammaddesini bol ve kolay ulaşılır şekilde yaratmıştır. Allah kullarına karşı çok lütufkardır. Kullarına yalnızca şükretmeleri karşılığında sayısız nimet vermiştir. Allah Kuran'da şöyle bildirir:

"Şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf (fazl) sahibidir, ancak insanların çoğu şükretmiyorlar." (Neml Suresi, 73)

Cam, insan yaşamı için önemli bir maddedir. Bulunuşundan günümüze kadar bir taraftan çeşitleri artarken, diğer taraftan da kullanım alanı genişlemiş, vazgeçilmez bir tüketim maddesi olmuştur.

9 Mart 2012 Cuma

İklimi Sabit Tutan Mucize Varlıklar: Algler

Algler gözle görülemeyecek kadar küçük fakat dünyanın iklimini sabit tutacak kadar büyük işler başaran canlılardır. Mikron boyutlarındaki bu canlı türü her an dünyanın dengesini korumak ve diğer canlıların rahat koşullarda yaşamasını sağlamak için vargücüyle çalışmaktadır. Atmosferdeki ısının oranını kontrol etmenin ve bu ısıya müdahale etmenin 21. yüzyıl teknolojisiyle dahi mümkün olmadığı düşünülürse alglerin yaptığı işlemin ne kadar karmaşık ve zor olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Yüce Allah'ın ilhamıyla hareket eden bu canlılar görevlerini hiç zorlanmadan, düşünmeden ve eksiksiz olarak yerine getirirler. Peki ama mikron büyüklüğündeki algler bunu nasıl yaparlar?
Alglerin büyük bir bölümü dimetilsülfit (DMS) adı verilen bir gaz üretir. Bu gaz, denizin hemen üstündeki havada oksijenle reaksiyona girerek katı taneciklere dönüşür. Böylelikle bulutlar meydana gelir. Başka bir deyişle algler kendi bulundukları bölgelerde bulutların oluşumundan da sorumludurlar. Bu bulutlar da güneşten gelen radyasyonu geri yansıtarak gezegenimizi olması gerekenden daha soğuk, yani şimdiki ısısında tutar.

 Algler, dünyanın ısısını dengeleyecek kadar etkili ve önemli bir özelliğe sahiptirler. Atmosfer ısınmaya başladığında alglerin aktivitesi artar ve DMS yani dimetilsülfit gazı üretmeye başlarlar. Alglerin bu maddeyi nasıl ve neden ürettikleri henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Bir görüşe göre DMS, hücrenin salgıladığı bir atık maddedir. Diğer bir iddiaya göre de hücreler zarar gördüklerinde düşmanlarına karşı korunmak için toksit yani zehirli bir asit salgılamaktadırlar. Virüs veya planktonların saldırılarına uğrayan bir alg işte bu nedenle büyük miktarda DMS salgılar. Bu hipotez doğrulansa da bir algin bu maddeyi neden bazı zamanlarda fazla miktarda, bazı zamanlarda da az miktarda salgıladığı henüz anlaşılamamıştır. Bu canlının söz konusu maddeyi salgılaması, daha çok ihtiyaca yönelik olmaktadır. Algler sıcaklığa göre üretim miktarını değiştirmektedirler. Hedef yeryüzünün soğutulması olduğundan algler, DMS üretimini tropik bölgelerde daha fazla, daha soğuk bölgelerde daha az yapmaktadırlar.

Bu organizmalar olmasaydı, dünya çok daha sıcak bir yer olacaktı. Nitekim söz konusu üretim sonucunda gezegenimizde 400C'ye varan bir soğuma meydana gelmektedir. Bu soğuma alglerin de işine yarar. Eğer soğuma olmazsa, iyice ısınan okyanusun üst katmanları, soğuk olan alt katmandan ayrılacak ve böylece yüzeyde bulunan alglerin derinlerdeki besinlere ulaşması imkansız olacaktır. İşte bu nedenle algler, antifiriz etkisi gösteren bu maddeyi salgılarlar. İlginç olan, tropik okyanuslarda yaşayan bu canlıların neden antifiriz üretmeye ihtiyaç duyduklarıdır. Bu sorunun cevabı, organizmanın bu işlemden başka faydalar da edindiğini gösterir.

Antifiriz Üreten Algler

Algler, antifiriz üretmeye ihtiyaç duyarlar çünkü ürettikleri bu madde ile suyun buharlaşmasını sağlayarak havaya geçebilirler. Alglerin havaya geçip atmosferin üst bölgelerine çıkabilmesi ise uzak bölgelere yayılmalarına yardımcı olmaktadır. Hava akımları, bu küçük canlıların tüm gezegeni dolaşabilmeleri için oldukça etkili bir yoldur. Gökyüzünün bu canlılarla dolu olması işte bu yüzden hiç de şaşırtıcı değildir. Yeryüzünün hemen üzerindeki hava katmanında metreküpte 10,000 canlı tespit edilmiştir. Atmosferde 50 km. yüksekliğe kadar alglerle aynı yöntemi kullanan canlı bakteri ve mantarlar ise alglerin fotosentez işlemini hızlandırır. Fotosentez sonucu su yüzeyi ısınır ve bu durum kabarcıkların oluşmasını sağlar. Algler ise, adeta bir sonraki aşamada baloncuğun patlayacağını ve böylelikle havaya ulaşabileceğini bilircesine baloncuğun üzerindeki yerlerini alırlar. Patlayan baloncuk artık sudan ayrılmış ve rahatça hareket edebileceği havanın içine geçebilmiştir.
DMS oluşurken çevresine ısı şeklinde enerji yayar. Bu enerji çevredeki havayı ısıtır ve ısınan hava da yükselir. Alttaki hava, oluşan akımla birlikte yukarı çekilir ve bulutları oluşturur. Böylelikle su yüzeyindeki algler hava akımı ile yukarı çıkar ve yayılmak için yükselen hava hareketlerinin meydana getirdiği rüzgarı kullanırlar. Havaya yayılan alglerin büyük çoğunluğunun kırmızı olması başka bir önemli noktadır. Kırmızı renk, atmosferin üst katmanlarına çıktıklarında onları morötesi ışınlara karşı korumaktadır.

Planlanmış Düzen

Anlattığımız bütün bu sistem, böylesine küçük bir canlının gezegenimizin etrafına yayılabilmek için her türlü gereksinime ve mekanizmaya sahip olduğunu açıkça göstermektedir. Bir canlının atmosferin ısısını etkileyebilecek güçteki özel bir gazı üretmesi ve bununla dünyayı, tüm canlıların yaşamasına olanak verecek ortalama bir ısıda tutabilmesi özel bir dizayn ve planlamanın var olduğunun açık bir kanıtıdır. Üstelik hayret verici olan, herşeyin gazın üretiminden ibaret olmaması, bu gazın özel şekillerde üst katmanlara çıkabilmesi, bulutun oluşumuna sebep olması ve daha da önemlisi bu işlemlerin bir mikro canlının işine yarıyor olmasıdır. Evrimciler meydana gelen bu olaylar karşısında şaşkındırlar. Bu doğaldır, çünkü bir mikro canlının mükemmel bir şekilde tüm dünyanın ekosistemini etkisi altına alması evrimin basit ve hayali mekanizmalarını tümüyle saf dışı bırakacak çok önemli bir delildir.

Kuşkusuz evrimci biyologların böyle bir sistemin nasıl var olduğunu tam olarak anlamaları ve evrim ile açıklamaları mümkün değildir. Evrenin hiçbir safhasında meydana gelmemiş olan ve yalnızca bir aldatmaca ve hayalden ibaret olan evrim, tek hücreli bir canlının atmosfer şartlarını ve yeryüzünün ısısını etkilemesini de açıklayamaz. Algleri bu özellikleri ile birlikte yaratan ve tüm canlıların yaşamı için hayati önemde olan bu sistemi var eden, Yüce Allah'tır.
Gözle görülmeyecek boyutlara sahip olan bir canlının, atmosferin ısısını etkileyebilecek güçte, özel bir gazı üretmesi ve bununla dünyayı, tüm canlıların yaşamasına olanak verecek ortalama bir ısıda tutabilmesi özel bir dizayn ve planlamanın var olduğunun açık kanıtlarındandır.

2 Mart 2012 Cuma

Dünya Bir İmtihan Yeridir

İnsan Allah tarafından bir amaç üzere yaratılmıştır. İnsanın yaratılış amacını ve kısa süren dünya hayatı boyunca nasıl bir ömür geçirmesi gerektiğini öğrenebileceği kaynak ise, Allah'ın kullarına bir rehber olarak indirdiği Kuran'dır.

Allah "Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?" (Müminun Suresi, 115) ayetinde insanların belli bir amaç üzere yaratıldıklarını bildirmiştir. Bu amacın ne olduğu ise başka ayetlerde tarif edilmiştir. İnsanın yaratılış amacı, "...insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat Suresi, 56) ayetiyle haber verildiği gibi Allah'a kulluk etmektir.

Yalnızca Allah'a ibadet etmek için yaratılan insanın önünde, ortalama altmış-yetmiş yıllık kısa bir ömür vardır. Bu ömür, tıpkı bir kum saatinde olduğu gibi hiç durmadan akmakta; insan ahiretteki asıl hayata doğru sürekli bir geri sayım içinde yaşamaktadır. Herkes kendisi için belirlenmiş bir süre kadar yeryüzünde kalacaktır ve bu vaktin bilgisi sadece Allah katında saklıdır. İnsanın hayatı kimsenin değiştirmeye güç yetiremeyeceği şekilde, Allah'ın çizdiği bir kader üzere işlemektedir.

Yeryüzündeki herşey kıyamet zamanı geldiğinde yok olacaktır. Apaçık olan gerçek ise "... dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir metadan başkası değildir" (Rad Suresi, 26) ayetinde de bildirildiği gibi, sonsuz ahiret hayatının yanında dünya hayatının çok kısa olduğudur. Dünya üzerinde herşey eskimeye, yaşlanmaya ve yok olmaya doğru çok büyük bir hızla ilerlemektedir. Zaman, herkesi ve herşeyi mutlaka tahribata uğratmakta ve bu geçici dünyaya bağlananlar çok büyük bir kayıp içine düşmektedirler.

Kendisine birçok nimet verilmiş, akıl, vicdan ve sağduyu sahibi bir varlık olan insanın yaratılış amacının, eksikliklerle dolu olan bu kısa dünya hayatında, geçici yararlar elde etmek olmadığı çok açıktır. İnsan burada imtihan edilmektedir ve nihai hedefi de sonsuz ahiret güzelliğini kazanmaktır.

İnsan, dünyada karşılaştığı olaylar karşısında gösterdiği tavırlar, sahip olduğu ahlak ve içinde taşıdığı niyetiyle denenmektedir ve "iman ettim" demesi kesinlikle yeterli değildir. İmanını tavırlarıyla da göstermelidir. Kıyamet gününde, dünya hayatına dair gizli ya da açık herşey ortaya dökülecek, çok hassas bir hesap yapılacaktır.

Bu hesapta "... bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar" (Nisa Suresi, 49) bile haksızlık yapılmayacaktır. İyilikten yana yaptıkları ağır basanlar sonsuz güzelliklerle bezenmiş cennet yurdunda ağırlanırken, kötülüğü ve zulmü kendilerine yol edinenler sonsuz cehennem azabıyla cezalandırılacaklardır. Zira Allah, bu kısa hayatı, insanları denemeden geçirerek, iyi ve doğru olanları diğerlerinden ayırt etmek için yaratmıştır. Mülk Suresi'nde bu gerçek şöyle bildirilir:

"O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2)



Hayat, gerçekte Allah'ın bizleri sınamak ve eğitmek için yarattığı geçici bir süredir. İnsan bu süre boyunca düşünmek, böylece Allah'ı tanımak, O'nun hükümlerine uymak ve Allah'ın rızasını aramakla sorumludur.

"İnsanı dinden uzaklaştıran en önemli hata, düşünmemektir. İnsan, "Nasıl var oldum, beni yaratan kim, nereye doğru gidiyorum" gibi temel sorular üzerinde düşünmedikçe doğruyu bulamaz. Günlük hayatın kısır çekişmeleri ve hırsları içinde boğulur.
"