Kulları için bir imtihan ortamı olarak dünya hayatını yaratan Allah, onlar için sayısız nimetler bahşetmiştir. İhtiyacı olacak veya seveceği her türlü koşul daha insan var olmadan önce kendisi için hazırlanmıştır. Soluyacağı tertemiz hava, gökyüzünde uçan birbirinden güzel kuşlar, sayısız çeşitlilik ve güzellikteki bitkiler, son derece estetik çiçekler, eşsiz nimetler, sevdiği insanlar, kalpte coşku oluşturacak derecede sevimli ve güzel canlılar, kusursuz bir denge sistemi ve daha pek çok detayı Allah insan için var etmiştir.
İnsan, dünyaya geldiğinde ihtiyacı olan herşeyi hazır olarak bulur. Büyük bir konforla donatılmıştır. Herşey kendi boyutlarına ve yaşam koşullarına uygundur. Meyveler, yiyecekler, tüm dünya, içeriğindeki her ayrıntıyla tamamıyla insanın yaşam koşullarına uygundur. İnsanın ise bunları elde etmek için göstermesi gereken neredeyse hiçbir çaba yoktur. Mükemmel bir denge ve düzenle karşı karşıyadır. Tüm bunları en ince detayına kadar onun için Rabbimiz var etmiştir.
Bunların yanı sıra imtihan ortamı olan dünya hayatı için, kullarına kılavuz olmak üzere elçileri aracılığıyla içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı bir de Hak Kitap indirmiştir. Kuran “...Biz Kitap’ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık...” (Enam Suresi, 38) ayetiyle bildirildiği üzere insanın ihtiyacı olan her konuyu içeren, Allah’ın rızasını kazanmanın yollarının apaçık anlatıldığı bir kitaptır. Herşeyi kendisi için en kapsamlı ayrıntılarla hazırlanmış olarak bulan insanın üzerine düşen ise Allah’ın emir ve tavsiyelerinin bulunduğu Kuran’a uygun bir ahlakla yaşamasıdır. Yalnızca Allah’a yönelmiş bir kul olarak, hayatını, kendisi için sonsuz aklıyla en güzel detayları yaratmış olan gerçek dostunun, velisinin yani Yüce Allah’ın rızasına uygun olarak şekillendirmesidir. Sevilmeye, anılmaya, yüceltilmeye, güvenilmeye, gerçek bir dost olarak yönelinmeye tek layık olan, insana herşeyi, daha kendisi bile bunlardan haberdar değilken bahşeden Allah’tır.
Allah’ın tek dostu olduğunu bilen, O’nun gücüne ve kudretine sığınmış, O’nun üstün aklına ve rahmetine güvenen bir insanın, tek vekili de Yüce Allah’tır. Kendisi hiçbir şey değil iken onu yaratan, nimetlerle her yerden çepeçevre sarıp kuşatan Allah’a gereği gibi teslimiyet göstermek imanın en temel özelliklerindendir.
Sürekli sonsuz güzel ahlakıyla hayırlar yaratan Allah’tan başka, insanın vekil edinebileceği hiçbir dostu yoktur. Dolayısıyla Kuran ahlakına uygun yaşayan bir Müslümanın hayatı boyunca tevekkül edeceği tek varlık Yüce Allah’tır. Allah,“Allah’a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter.” (Ahzap Suresi, 3) ayetiyle bu önemli gerçeği haber vermiştir.
25 Şubat 2012 Cumartesi
Dünyanın Büyüklüğü ve İç Yapısındaki İdeal Oranlar
Dünya’nın iç yapısı ve büyüklüğü yaşam için özel olarak yaratılmıştır. Bu iç yapıdaki tabakalar sayesinde, Dünya’nın bir manyetik alanı vardır ve bu manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir.
Canlılığın var olması ve varlığını sürdürmesi için Dünya’nın büyüklüğü, tam olması gereken ölçüdedir. Dünyamızı, Dünya’nın kütlesinin sadece % 8’i kadar bir kütleye sahip olan Merkür’le ya da Dünya’dan 18 kat daha büyük bir kütleye sahip olan Jüpiter’le karşılaştırdığımızda, gezegenlerin çok farklı büyüklüklere sahip olabileceklerini görürüz. Bu kadar farklı büyüklükteki gezegenler içinde, Dünya’nın büyüklüğünün tesadüfen tam olması gerektiği ölçüde oluşamayacağı açıkça görülmektedir. Yerkürenin özelliklerini incelediğimizde, üzerinde yaşadığımız bu gök cisminin tam olması gereken büyüklükte olduğunu görürüz. Amerikalı jeologlar Press ve Siever, Dünya’nın bu yönden “uygunluğu” hakkında şu bilgileri verirler:
“Dünya’nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Daha küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosferi Dünya’nın etrafında tutamayacaktı. Daha büyük olsaydı, bu kez de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti. Dünya’nın Güneş’e olan mesafesi, dönüş hızı ya da yeryüzü şekilleri kadar, büyüklüğü de önemlidir.” (F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4.)
Dünya’nın, İç Yapısı Yaşam İçin Özel Bir Yaratılışa Sahiptir
Dünya iç içe geçmiş birtakım kürelerden meydana gelmiştir. Fiziksel ve kimyasal özellikleri birbirinden farklı olan bu kürelerin en içte yer alanı çekirdek, en dışta yer alanı yer kabuğudur. Çekirdekle yer kabuğu arasında ise manto adı verilen katman bulunur.
En Dış Katman: Yer Kabuğu
Dünyanın en dış kısmını oluşturan ve ortalama kalınlığı 33-35 km kadar olan yer kabuğu ve litosfer birbirinden farklı iki kısımdan meydana gelir. Yer kabuğunun ortalama kalınlığı karalarda 35-40 km. ,denizlerde ise 8-10 km.’dir. Yerkabuğu yoğunluğu ve kalınlığı, farklı iki tabakadan oluşur. Bunlardan üzerinde yaşadığımız katman olan sial katmanını oluşturan taşlar tamamen katılaşmıştır. Yoğunluğu 2,7 gr/cm3’tür. Bu değer yer katmanlarındaki en düşük yoğunluktur. Katmanı oluşturan taşlar daha çok volkanizmanın etkisi ile oluşmuştur. Silisyum ve alüminyum bileşikleri fazla olduğu için bu isim verilmiştir. Sial tabakasının kalınlığı karalarda fazla, denizlerde azdır. Granit, kalker ve kumtaşı gibi hafif olan taşlardan oluşur.
Sial katmanının altında yer alan sima ise henüz katılaşmamış, yoğunluğu daha fazla olan bazalt türü taşlardan oluşur. Bu kat içindeki yoğunluk 3,3 gr/cm3’tür. Sima katında kalınlık çok fazla bir değişikliğe uğramaz. Ancak sial katmanının tersine kalınlığı karalarda az, deniz diplerinde fazladır.
Sıvı Katman Tabakası: Magma
Litosfer ile çekirdek arasındaki katmandır. 100-2890 km’ler arasında bulunan mantonun yoğunluğu 3,3-5,5 g/cm3 sıcaklığı 1900-3700 °C arasında değişir. Manto, yer hacminin en büyük bölümünü oluşturur. Yapısında silisyum, magnezyum, nikel ve demir bulunmaktadır. Mantonun üst kesimi yüksek sıcaklık ve basınçtan dolayı plastiki özellik gösterir. Alt kesimleri ise sıvı halde bulunur. Bu nedenle mantoda sürekli olarak alçalıcı-yükselici hareketler görülür.. Yer hacminin en büyük bölümüdür (%80). İç kuvvetler enerjisini bu katmandan alır. Volkanizma sırasında yeryüzüne çıkan malzemeler daha çok bu katmandan gelir. Bazaltik haldeki manto hareket halindedir. Örneğin tektonik depremlerin ve volkanizmanın meydana gelmesi mantoda meydana gelen bu hareketlerle ilgilidir.
Yerkürenin İç Tabakası: Çekirdek
2900 km derinlikte, mantodan çekirdeğe geçiş başlar. Çekirdek biri 2.200 km kalınlığında olan sıvı dış çekirdek, diğeri de 1.250 km kalınlığındaki katı bir iç çekirdek olmak üzere iki parçaya bölün-müştür. Sıcaklık, 3700°C’yi, basınç da 125 Gpa (Giga Pascal veya milyar kg/m-s2) düzeyini aşar.
Manyetik alan, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır. Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. Çekirdeğin katı ve sıvı iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. Bu manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir. Bilim adamları bu konuyu şöyle açıklarlar:
“Dünya’nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur... Eğer bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına ulaşamazlardı... Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya’nın manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı... Eğer Dünya’nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar Güneş’i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle sarsılırdı.” (F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4)
Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur:
Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya’nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya’nın on binlerce kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya’yı bu öldürücü enerjiden korur.
Manyetik alan, Dünya’yı öldürücü kozmik ışınlardan korur:
Söz konusu plazma bulutlarının kimi zaman, Hiroşima’ya atılan atom bombasının 100 milyar katına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı şekilde Dünya zaman zaman çok şiddetli kozmik ışınların da hedefi olabilir. Ama Dünya’nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1’ini geçirmekte ve kalan bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı üretmek için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki, insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına yakındır. Eğer Dünya’nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var olmayacaktı.
Dünyanın manyetik alanı daha güçlü olsaydı canlılığı tehdit edecek elektromanyetik fırtınalar oluşurdu.
Buradaki birkaç örnekte görüldüğü gibi yerkürenin çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde korunmaktadır. Bir ayette bu duruma şu şekilde dikkat çekilmiştir:
“Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.” (Enbiya Suresi, 32)
Yeryüzünün 7 Kat Olarak Yaratıldığının Kuran’da Bildirilmesi Bir Kuran Mucizesidir
Kuran’da yeryüzü ile ilgili verilen bilgilerden biri, yeryüzünün, yedi kat olan gökyüzüne benzerliğidir:
“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)
Yukarıdaki ayette dikkat çekilen bu bilgiye bilimsel kaynaklarda da yer verilmekte ve yeryüzünün yedi katmandan oluştuğu açıklanmaktadır. Bilim adamlarının sıraladığı bu katmanlar şöyledir:
1. Kat: Litosfer (su) 2. Kat: Litosfer (kara) 3. Kat: Astenosfer 4. Kat: Üst manto 5. Kat: Alt manto 6. Kat: Dış çekirdek 7. Kat: İç çekirdek
Ancak 20. yüzyıldaki teknoloji ile tespit edilebilen yeryüzü katmanlarının gökyüzü ile olan bu benzerliğinin Kuran’da bildirilmiş olması, Kuran’ın pek çok bilimsel mucizesinden biridir.
Yeryüzünün çekirdğindeki ağır elemenltlerin cinsi, oranı ve reaksiyon hızları Dünya’nın etrafındaki koruyucu manyetik alanın oluşmasında çok önemli rol oynar. “Van Allen Kuşakları” adı verilen ve Dünya’nın manyetik alanından kaynaklanan bu tabaka, gezegenimize gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür. Güneş’ten ve diğer yıldızlardan sürekli olarak yayılan bu ışınlar, insanlar için öldürücü etkiye sahiptir. Özellikle Güneş’te sık sık meydana gelen ve “parlama” adı verilen enerji patllamaları, Van Allen Kuşakları olmasa, Dünya’daki tüm yaşamı yok edebilecek güçtedir.
Manyetik alanı olan ve kayalık bölgleerden oluşan tek gezegen Merkür’dür. Fakat bu manyetik alanın gücü Dünya’nınkinden 100 kat daha azdır. Van-Allen radyasyon koruyucu tabakası Dünya’ya özeldir.
Canlılığın var olması ve varlığını sürdürmesi için Dünya’nın büyüklüğü, tam olması gereken ölçüdedir. Dünyamızı, Dünya’nın kütlesinin sadece % 8’i kadar bir kütleye sahip olan Merkür’le ya da Dünya’dan 18 kat daha büyük bir kütleye sahip olan Jüpiter’le karşılaştırdığımızda, gezegenlerin çok farklı büyüklüklere sahip olabileceklerini görürüz. Bu kadar farklı büyüklükteki gezegenler içinde, Dünya’nın büyüklüğünün tesadüfen tam olması gerektiği ölçüde oluşamayacağı açıkça görülmektedir. Yerkürenin özelliklerini incelediğimizde, üzerinde yaşadığımız bu gök cisminin tam olması gereken büyüklükte olduğunu görürüz. Amerikalı jeologlar Press ve Siever, Dünya’nın bu yönden “uygunluğu” hakkında şu bilgileri verirler:
“Dünya’nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Daha küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosferi Dünya’nın etrafında tutamayacaktı. Daha büyük olsaydı, bu kez de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti. Dünya’nın Güneş’e olan mesafesi, dönüş hızı ya da yeryüzü şekilleri kadar, büyüklüğü de önemlidir.” (F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4.)
Dünya’nın, İç Yapısı Yaşam İçin Özel Bir Yaratılışa Sahiptir
Dünya iç içe geçmiş birtakım kürelerden meydana gelmiştir. Fiziksel ve kimyasal özellikleri birbirinden farklı olan bu kürelerin en içte yer alanı çekirdek, en dışta yer alanı yer kabuğudur. Çekirdekle yer kabuğu arasında ise manto adı verilen katman bulunur.
En Dış Katman: Yer Kabuğu
Dünyanın en dış kısmını oluşturan ve ortalama kalınlığı 33-35 km kadar olan yer kabuğu ve litosfer birbirinden farklı iki kısımdan meydana gelir. Yer kabuğunun ortalama kalınlığı karalarda 35-40 km. ,denizlerde ise 8-10 km.’dir. Yerkabuğu yoğunluğu ve kalınlığı, farklı iki tabakadan oluşur. Bunlardan üzerinde yaşadığımız katman olan sial katmanını oluşturan taşlar tamamen katılaşmıştır. Yoğunluğu 2,7 gr/cm3’tür. Bu değer yer katmanlarındaki en düşük yoğunluktur. Katmanı oluşturan taşlar daha çok volkanizmanın etkisi ile oluşmuştur. Silisyum ve alüminyum bileşikleri fazla olduğu için bu isim verilmiştir. Sial tabakasının kalınlığı karalarda fazla, denizlerde azdır. Granit, kalker ve kumtaşı gibi hafif olan taşlardan oluşur.
Sial katmanının altında yer alan sima ise henüz katılaşmamış, yoğunluğu daha fazla olan bazalt türü taşlardan oluşur. Bu kat içindeki yoğunluk 3,3 gr/cm3’tür. Sima katında kalınlık çok fazla bir değişikliğe uğramaz. Ancak sial katmanının tersine kalınlığı karalarda az, deniz diplerinde fazladır.
Sıvı Katman Tabakası: Magma
Litosfer ile çekirdek arasındaki katmandır. 100-2890 km’ler arasında bulunan mantonun yoğunluğu 3,3-5,5 g/cm3 sıcaklığı 1900-3700 °C arasında değişir. Manto, yer hacminin en büyük bölümünü oluşturur. Yapısında silisyum, magnezyum, nikel ve demir bulunmaktadır. Mantonun üst kesimi yüksek sıcaklık ve basınçtan dolayı plastiki özellik gösterir. Alt kesimleri ise sıvı halde bulunur. Bu nedenle mantoda sürekli olarak alçalıcı-yükselici hareketler görülür.. Yer hacminin en büyük bölümüdür (%80). İç kuvvetler enerjisini bu katmandan alır. Volkanizma sırasında yeryüzüne çıkan malzemeler daha çok bu katmandan gelir. Bazaltik haldeki manto hareket halindedir. Örneğin tektonik depremlerin ve volkanizmanın meydana gelmesi mantoda meydana gelen bu hareketlerle ilgilidir.
Yerkürenin İç Tabakası: Çekirdek
2900 km derinlikte, mantodan çekirdeğe geçiş başlar. Çekirdek biri 2.200 km kalınlığında olan sıvı dış çekirdek, diğeri de 1.250 km kalınlığındaki katı bir iç çekirdek olmak üzere iki parçaya bölün-müştür. Sıcaklık, 3700°C’yi, basınç da 125 Gpa (Giga Pascal veya milyar kg/m-s2) düzeyini aşar.
Manyetik alan, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır. Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. Çekirdeğin katı ve sıvı iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. Bu manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir. Bilim adamları bu konuyu şöyle açıklarlar:
“Dünya’nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur... Eğer bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına ulaşamazlardı... Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya’nın manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı... Eğer Dünya’nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar Güneş’i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle sarsılırdı.” (F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4)
Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur:
Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya’nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya’nın on binlerce kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya’yı bu öldürücü enerjiden korur.
Manyetik alan, Dünya’yı öldürücü kozmik ışınlardan korur:
Söz konusu plazma bulutlarının kimi zaman, Hiroşima’ya atılan atom bombasının 100 milyar katına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı şekilde Dünya zaman zaman çok şiddetli kozmik ışınların da hedefi olabilir. Ama Dünya’nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1’ini geçirmekte ve kalan bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı üretmek için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki, insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına yakındır. Eğer Dünya’nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var olmayacaktı.
Dünyanın manyetik alanı daha güçlü olsaydı canlılığı tehdit edecek elektromanyetik fırtınalar oluşurdu.
Buradaki birkaç örnekte görüldüğü gibi yerkürenin çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde korunmaktadır. Bir ayette bu duruma şu şekilde dikkat çekilmiştir:
“Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.” (Enbiya Suresi, 32)
Yeryüzünün 7 Kat Olarak Yaratıldığının Kuran’da Bildirilmesi Bir Kuran Mucizesidir
Kuran’da yeryüzü ile ilgili verilen bilgilerden biri, yeryüzünün, yedi kat olan gökyüzüne benzerliğidir:
“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)
Yukarıdaki ayette dikkat çekilen bu bilgiye bilimsel kaynaklarda da yer verilmekte ve yeryüzünün yedi katmandan oluştuğu açıklanmaktadır. Bilim adamlarının sıraladığı bu katmanlar şöyledir:
1. Kat: Litosfer (su) 2. Kat: Litosfer (kara) 3. Kat: Astenosfer 4. Kat: Üst manto 5. Kat: Alt manto 6. Kat: Dış çekirdek 7. Kat: İç çekirdek
Ancak 20. yüzyıldaki teknoloji ile tespit edilebilen yeryüzü katmanlarının gökyüzü ile olan bu benzerliğinin Kuran’da bildirilmiş olması, Kuran’ın pek çok bilimsel mucizesinden biridir.
Yeryüzünün çekirdğindeki ağır elemenltlerin cinsi, oranı ve reaksiyon hızları Dünya’nın etrafındaki koruyucu manyetik alanın oluşmasında çok önemli rol oynar. “Van Allen Kuşakları” adı verilen ve Dünya’nın manyetik alanından kaynaklanan bu tabaka, gezegenimize gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür. Güneş’ten ve diğer yıldızlardan sürekli olarak yayılan bu ışınlar, insanlar için öldürücü etkiye sahiptir. Özellikle Güneş’te sık sık meydana gelen ve “parlama” adı verilen enerji patllamaları, Van Allen Kuşakları olmasa, Dünya’daki tüm yaşamı yok edebilecek güçtedir.
Manyetik alanı olan ve kayalık bölgleerden oluşan tek gezegen Merkür’dür. Fakat bu manyetik alanın gücü Dünya’nınkinden 100 kat daha azdır. Van-Allen radyasyon koruyucu tabakası Dünya’ya özeldir.
20 Şubat 2012 Pazartesi
Doktor Karıncalar
Hasta bir yakınınızı ziyaret için hastaneye gittiğinizi düşünün. Hastanede girişten başlayarak birçok hijyenik tedbirle karşılaşırsınız. Ayaklarınıza naylon torbalar giydirilir, temizlik görevlilerinin sık sık yerleri temizlediğini görürsünüz. Doktorlar önlük, maske ve eldiven kullanarak hastaların mikropla temas riskini ortadan kaldırmaya çalışırlar. Tüm bu önlemler insanların, mikropların zararlı olabileceğini önceden düşünerek aldıkları tedbirlerdir.
Bilim adamları yaptıkları araştırmalar sonucunda karıncaların, insanların bu davranışlarına benzer davranışlarda bulunduklarını saptamışlardır. Karıncalar, mikroplardan arınmak için çok etkili bir yöntem uygulamaktadırlar.
İsveçli biyolog Michel Chapuisat, Formica paralugubris cinsi karıncaların, yuvalarında özel bir reçine biriktirdiğini fark etmiştir. Ancak bu reçine bildiğimiz reçinelere benzemez. İçerdiği özel kimyasallar sayesinde hastalıkları yuvadan uzak tutmaya yarayan bir bileşime sahiptir. Karıncalar, yuvalarının etrafındaki kozalaklı çam ağaçlarından yoğun bir şekilde bu reçineyi içeri taşırlar. Karıncaların topladıkları bu sertleşmiş özsu taneciklerinin miktarı, yuvanın büyüklüğüne göre kimi zaman 20 kilogramı bulabilir.
Chapuisat ve ekibi, karıncaların yuvalarında reçine biriktirdiklerini saptadıktan sonra reçineli ve reçinesiz yuvalar üzerinde bazı deneyler yapmaya karar verdi. Bu deneyler sonucunda, reçinesiz yuvada üç kat daha fazla mantar ürediği ve hastalığa sebep olan bakterilerde belirgin bir artış olduğu görüldü. Karıncalar biriktirdikleri antiseptik özellik taşıyan bu reçine ile yuvalarını mikroplara karşı koruyorlardı. Karıncaların bu davranışlarıyla ortaya koydukları kimya bilgisi bilim adamlarını hayrete düşürmüştür.
Karıncalar, küçük bir bedene sahip olan şuursuz birer canlıdırlar. Bu canlıların hastalık, mikrop ve antibiyotik arasındaki ilişkiyi bilmesi, hastalığa çözüm olarak yuvasında reçine bulundurması gerektiğine kendi kendine karar vermesi elbette ki söz konusu değildir.
Ayrıca karıncanın reçineyi hastalığa çözüm olarak benimsemesi de oldukça şaşırtıcıdır. Çünkü karıncanın reçinenin hastalığı önlediğini anlamak için reçineli ve reçinesiz yuvalar arasında karşılaştırmalar yapması ve bir sonuca varması gerekir. Kuşkusuz ki günümüzde eczacıların laboratuvarlarda yaptıkları çalışmaları düşünme yeteneği olmayan bir karınca yapamaz. Çevrelerinde çok sayıda bitki dururken özellikle kozalaklı ağaçları seçmelerinde de üstün bir bilinç olduğu açıktır.
Karıncalar Yüce Allah’ın kendilerine ilham etmesiyle tıpkı bir doktor gibi hangi hastalığa hangi ilacın iyi geleceğini bilmekte ve ona göre tedbir almaktadırlar. Minik bir karıncanın böylesine üstün akıl gerektiren davranışlar sergilemesi, karıncaların da diğer tüm canlılar gibi her an alemlerin Yaratıcısı olan Allah’ın kontrolünde olduğunun delilidir.
“Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)
Bilim adamları yaptıkları araştırmalar sonucunda karıncaların, insanların bu davranışlarına benzer davranışlarda bulunduklarını saptamışlardır. Karıncalar, mikroplardan arınmak için çok etkili bir yöntem uygulamaktadırlar.
İsveçli biyolog Michel Chapuisat, Formica paralugubris cinsi karıncaların, yuvalarında özel bir reçine biriktirdiğini fark etmiştir. Ancak bu reçine bildiğimiz reçinelere benzemez. İçerdiği özel kimyasallar sayesinde hastalıkları yuvadan uzak tutmaya yarayan bir bileşime sahiptir. Karıncalar, yuvalarının etrafındaki kozalaklı çam ağaçlarından yoğun bir şekilde bu reçineyi içeri taşırlar. Karıncaların topladıkları bu sertleşmiş özsu taneciklerinin miktarı, yuvanın büyüklüğüne göre kimi zaman 20 kilogramı bulabilir.
Chapuisat ve ekibi, karıncaların yuvalarında reçine biriktirdiklerini saptadıktan sonra reçineli ve reçinesiz yuvalar üzerinde bazı deneyler yapmaya karar verdi. Bu deneyler sonucunda, reçinesiz yuvada üç kat daha fazla mantar ürediği ve hastalığa sebep olan bakterilerde belirgin bir artış olduğu görüldü. Karıncalar biriktirdikleri antiseptik özellik taşıyan bu reçine ile yuvalarını mikroplara karşı koruyorlardı. Karıncaların bu davranışlarıyla ortaya koydukları kimya bilgisi bilim adamlarını hayrete düşürmüştür.
Karıncalar, küçük bir bedene sahip olan şuursuz birer canlıdırlar. Bu canlıların hastalık, mikrop ve antibiyotik arasındaki ilişkiyi bilmesi, hastalığa çözüm olarak yuvasında reçine bulundurması gerektiğine kendi kendine karar vermesi elbette ki söz konusu değildir.
Ayrıca karıncanın reçineyi hastalığa çözüm olarak benimsemesi de oldukça şaşırtıcıdır. Çünkü karıncanın reçinenin hastalığı önlediğini anlamak için reçineli ve reçinesiz yuvalar arasında karşılaştırmalar yapması ve bir sonuca varması gerekir. Kuşkusuz ki günümüzde eczacıların laboratuvarlarda yaptıkları çalışmaları düşünme yeteneği olmayan bir karınca yapamaz. Çevrelerinde çok sayıda bitki dururken özellikle kozalaklı ağaçları seçmelerinde de üstün bir bilinç olduğu açıktır.
Karıncalar Yüce Allah’ın kendilerine ilham etmesiyle tıpkı bir doktor gibi hangi hastalığa hangi ilacın iyi geleceğini bilmekte ve ona göre tedbir almaktadırlar. Minik bir karıncanın böylesine üstün akıl gerektiren davranışlar sergilemesi, karıncaların da diğer tüm canlılar gibi her an alemlerin Yaratıcısı olan Allah’ın kontrolünde olduğunun delilidir.
“Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)
16 Şubat 2012 Perşembe
Pankreas
Eğer ihtiyacınızdan biraz daha fazla şekerli bir gıda yerseniz, vücudunuzdaki bir sistem kandaki şeker oranının yükselmesini engellemek için devreye girer:
1- Öncelikle pankreas hücreleri, kan sıvısının içinde bulunan milyonlarca molekül arasından şeker moleküllerini bulur ve diğerlerinden ayırt eder. Dahası bu moleküllerin sayılarının fazla mı, yoksa az mı olduklarına karar verir, adeta şeker moleküllerini sayar. Gözü, beyni, elleri olmayan, gözle göremeyeceğimiz küçüklükteki hücrelerin bir sıvının içindeki şeker moleküllerinin oranı hakkında fikir sahibi olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
2- Eğer pankreas hücreleri kanda gereğinden fazla şeker olduğunu belirlerse, bu fazla şekerin depolanmasına karar verir. Ancak bu depolama işini kendileri yapmaz, kendilerinden çok uzakta bulunan başka hücrelere yaptırırlar.
3- Uzaktaki bu hücreler kendilerine aksi bir emir gelmediği sürece şeker depolamak istemezler. Ancak pankreas hücreleri, bu hücrelere "şeker depolamaya başlayın" emrini taşıyacak bir hormon yollarlar. "İnsülin" adı verilen bu hormonun formülü, pankreas hücreleri ilk oluştukları andan itibaren DNA'larında kayıtlı bulunmaktadır.
4- Pankreas hücrelerindeki özel "enzimler" (işçi proteinler) bu formülü okurlar. Okunan formüle göre de insülin üretirler. Bu üretimde her biri farklı görevlerde yüzlerce enzim çalışır.
5- Üretilen insülin hormonu, en güvenli ve en hızlı ulaşım ağı olan kan yoluyla hedef hücrelere ulaştırılır.
6- İnsülin hormonunda yazılı olan "şeker depolayın" emrini okuyan diğer hücreler ise bu emre kayıtsız şartsız itaat ederler. Şeker moleküllerinin hücrelerin içine geçmesini sağlayacak kapılar açılır.
7- Ancak bu kapılar rastgele açılmaz. Depo hücreleri kandaki yüzlerce farklı molekül arasından sadece şeker moleküllerini ayırt eder, yakalar ve kendi içlerine hapsederler.
8- Hücreler, kendilerine ulaşan emre hiçbir zaman itaatsizlik etmezler. Bu emri yanlış anlamaz, hatalı maddeleri yakalamaya, gereğinden fazla şeker depolamaya kalkmazlar. Büyük bir disiplin ve özveri ile çalışırlar.
Böylece siz fazla şekerli bir çay içtiğinizde, bu olağanüstü sistem devreye girer ve fazla şekeri vücudunuzda depolar. Eğer bu sistem çalışmasaydı, o zaman kanınızdaki şeker hızla yükselir ve komaya girerek ölürdünüz. Bu o kadar mükemmel bir sistemdir ki gerektiği zaman tersine de çalışabilir. Eğer kandaki şeker normalin altına düşerse, bu sefer pankreas hücreleri bambaşka bir hormon olan "glukagon"u üretirler. Glukagon daha önce şeker depolayan hücrelere bu sefer "kana şeker karıştırın" emrini taşır. Bu emre de itaat eden hücreler depoladıkları şekeri geri bırakırlar.
Nasıl olur da, bir beyne, sinir sistemine, göze, kulağa sahip olmayan hücreler, bu denli büyük hesapları ve işleri kusursuzca başarırlar? Proteinlerin ve yağ moleküllerinin yan yana gelmesiyle oluşan bu şuursuz varlıklar, nasıl olur da insanların bile yapamayacakları kadar büyük işler yapabilirler? Şuursuz moleküllerin sergiledikleri bu büyük şuurun kaynağı nedir? Elbette bu olaylar, bizlere tüm evrene ve tüm canlılara hakim olan Allah'ın varlığını ve kudretini göstermektedir.
1- Öncelikle pankreas hücreleri, kan sıvısının içinde bulunan milyonlarca molekül arasından şeker moleküllerini bulur ve diğerlerinden ayırt eder. Dahası bu moleküllerin sayılarının fazla mı, yoksa az mı olduklarına karar verir, adeta şeker moleküllerini sayar. Gözü, beyni, elleri olmayan, gözle göremeyeceğimiz küçüklükteki hücrelerin bir sıvının içindeki şeker moleküllerinin oranı hakkında fikir sahibi olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
2- Eğer pankreas hücreleri kanda gereğinden fazla şeker olduğunu belirlerse, bu fazla şekerin depolanmasına karar verir. Ancak bu depolama işini kendileri yapmaz, kendilerinden çok uzakta bulunan başka hücrelere yaptırırlar.
3- Uzaktaki bu hücreler kendilerine aksi bir emir gelmediği sürece şeker depolamak istemezler. Ancak pankreas hücreleri, bu hücrelere "şeker depolamaya başlayın" emrini taşıyacak bir hormon yollarlar. "İnsülin" adı verilen bu hormonun formülü, pankreas hücreleri ilk oluştukları andan itibaren DNA'larında kayıtlı bulunmaktadır.
4- Pankreas hücrelerindeki özel "enzimler" (işçi proteinler) bu formülü okurlar. Okunan formüle göre de insülin üretirler. Bu üretimde her biri farklı görevlerde yüzlerce enzim çalışır.
5- Üretilen insülin hormonu, en güvenli ve en hızlı ulaşım ağı olan kan yoluyla hedef hücrelere ulaştırılır.
6- İnsülin hormonunda yazılı olan "şeker depolayın" emrini okuyan diğer hücreler ise bu emre kayıtsız şartsız itaat ederler. Şeker moleküllerinin hücrelerin içine geçmesini sağlayacak kapılar açılır.
7- Ancak bu kapılar rastgele açılmaz. Depo hücreleri kandaki yüzlerce farklı molekül arasından sadece şeker moleküllerini ayırt eder, yakalar ve kendi içlerine hapsederler.
8- Hücreler, kendilerine ulaşan emre hiçbir zaman itaatsizlik etmezler. Bu emri yanlış anlamaz, hatalı maddeleri yakalamaya, gereğinden fazla şeker depolamaya kalkmazlar. Büyük bir disiplin ve özveri ile çalışırlar.
Böylece siz fazla şekerli bir çay içtiğinizde, bu olağanüstü sistem devreye girer ve fazla şekeri vücudunuzda depolar. Eğer bu sistem çalışmasaydı, o zaman kanınızdaki şeker hızla yükselir ve komaya girerek ölürdünüz. Bu o kadar mükemmel bir sistemdir ki gerektiği zaman tersine de çalışabilir. Eğer kandaki şeker normalin altına düşerse, bu sefer pankreas hücreleri bambaşka bir hormon olan "glukagon"u üretirler. Glukagon daha önce şeker depolayan hücrelere bu sefer "kana şeker karıştırın" emrini taşır. Bu emre de itaat eden hücreler depoladıkları şekeri geri bırakırlar.
Nasıl olur da, bir beyne, sinir sistemine, göze, kulağa sahip olmayan hücreler, bu denli büyük hesapları ve işleri kusursuzca başarırlar? Proteinlerin ve yağ moleküllerinin yan yana gelmesiyle oluşan bu şuursuz varlıklar, nasıl olur da insanların bile yapamayacakları kadar büyük işler yapabilirler? Şuursuz moleküllerin sergiledikleri bu büyük şuurun kaynağı nedir? Elbette bu olaylar, bizlere tüm evrene ve tüm canlılara hakim olan Allah'ın varlığını ve kudretini göstermektedir.
13 Şubat 2012 Pazartesi
Elementler Ve Teknoloji
Arabalar, bilgisayarlar, televizyonlar, evlerimizdeki fırınlar, kullandığımız telefonlar...
Bu ürünlerin hepsi, demir, bakır, çinko, alüminyum gibi metallerden ve petrolün bir yan ürünü olan plastikten oluşur. Yani bu hammaddeler, özellikle de metaller dünya üzerinde bulunmasaydı ya da insanoğlunun bu maddeleri kullanma imkanı olmasaydı, hayatımızı bu denli kolaylaştıran teknolojiden söz etmek de mümkün olmayacaktı.
Teknoloji, insanoğlunun yeryüzünde bulunan elementleri belirli bir amaca göre şekillendirmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bu elementlerden sadece birkaçını incelediğimizde bile, varlığına çok alıştığımız bu cevherlerin aslında ne kadar mucizevi bir yapı taşıdıklarını görürüz. Bunlardan biri de hem teknoloji hem de yaşam için son derece gerekli olan 'demir' elementidir.
Demir Elementinin Canlı Yaşamındaki Önemi
Demir yeryüzünde en yaygın olarak bulunan elementlerden biridir ve yerkabuğunun yaklaşık % 5'ini oluşturur. Bu element, üzerinde yaşadığımız dünyanın en temel fiziksel dengelerinden nefes aldığımız havayı kullanabilmemize kadar, yaşamın her aşamasında çok büyük bir rol oynar.
Demir, bizim solunum sistemimiz için de büyük bir önem taşır. Bu madde, insan kanında bulunan hemoglobin içinde oksijenle hassas bir bileşim oluşturur. Bu sayede, son derece yakıcı olan oksijen atomları kontrol altına girer. Demir, çok değerli bir enerji kaynağı olan oksijeni, hücrenin solunum mekanizmasına yönlendirir. Yani nefes alabilmemiz bile vücudumuzdaki demir miktarıyla ilgilidir.
Bir an için demir atomunun olmadığını düşünelim:
* O zaman hem yaşam mümkün olmayacak hem de üzerinde yaşadığımız gezegen yaşama uygun hale gelmeyecekti.
* Dünya, oluştuğu ilk dönemlerde ısınamayacak ve dolayısıyla atmosfer ve hidrosfer de oluşmayacaktı.
* Dünyayı göktaşlarından koruyan manyetik alan oluşmayacak; radyasyon kuşakları, ozon tabakası olmayacaktı. Yani Dünya, ölü bir gezegen
olacaktı.
* Demir, insanların kurdukları medeniyetlerin de en önemli maddi temelidir. Çünkü sanayi, çelik sayesinde vardır; çelik de demirin karbonla birleşiminden oluşur. Bugün hayatımızı kolaylaştıran ve kalitesini artıran yüksek teknoloji ürünlerinin tümü, sanayinin yansımalarıdır. Eğer demir olmasaydı, dünya üzerindeki teknolojik düzey de, basit tahta araçların ötesine geçemeyecekti.
Cıva ve Geniş Kullanım Alanı
Hava, su ve toprakta bulunabilen bir element olan cıva, bu ortamlarda birkaç şekilde bulunur: Metalik cıva, inorganik ve organik cıva bileşikleri. Bu cıva bileşikleri;
Termometre, barometre, vakum tulumbaları, cıva buharlı ve floresan lambalar ve redresörlerde;
Aynaların sırlanmasında, altın ve gümüş üretiminde;
Bazı elektrik devre anahtarlarında;
Altın üretiminde, altın ile amalgam oluşturmak suretiyle altının kazanılmasında;
Pigment üretiminde, pillerde, diş dolgularında katalizör üretiminde ve aşılarda;
Tıpta tedavi maddesi olarak; örneğin bazı deri kremlerinde ve eczacılıkta, antiseptiklerde ve dezenfektanlarda kullanılmaktadır.
Karbon ve Bileşikleri
Karbon, canlılar için en hayati elementtir. Çünkü bütün canlı maddeler karbon bileşiklerinden oluşmuşlardır.
Hücre zarından ağaç kabuğuna, göz merceğinden bir geyiğin boynuzlarına, yumurta beyazından yılan zehirine kadar son derece farklı organik yapıların hepsi, karbon temelli bileşiklerden oluşur.
Karbon; hidrojen, oksijen ve azot atomlarıyla çok farklı geometrik şekil ve sıralamalarda birleşerek, son derece farklı maddeler meydana getirir.
Peki karbonun yaklaşık olarak 1.7 milyon kadar bileşik yapabilmesinin sebebi nedir?
Karbonun en önemli özelliklerinden biri, birbiri ardınca dizilerek çok kolay zincir oluşturabilmesidir. En kısa karbon zinciri 2 karbon atomundan oluşur. En uzun zincirin kaç karbon atomundan oluştuğu konusunda ise kesin bir rakam verilememekle birlikte, yaklaşık olarak 70 halkalı bir zincirden bahsedilebilir.
İngiliz kimyager Nevil Sidgwick, Chemical Elements and Their Compounds (Kimyasal Elementler ve Bileşikleri) adlı kitabında, karbonun canlılar için ne denli önemli bir element olduğunu şöyle vurgular:
"Karbon, yapabildiği bileşiklerin sayısı ve çeşitliliği yönünden, diğer elementlerden tamamen farklı, özgün bir yapıdadır. Şimdiye dek karbonun yarım milyonun üzerinde farklı bileşiği ayrılmış ve tanımlanmıştır. Ama bu bile karbonun güçleri hakkında çok yetersiz bir bilgi verir, çünkü karbon tüm canlı maddelerin temelini oluşturur."
Yukarıdaki sözünde kimyager Sidwick'in de belirttiği gibi, içinde sadece 6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran bu atomun gücünü tam anlayabilme konusunda insan aklı yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla bu atomun canlılık için önemli olan herhangi bir özelliğinin dahi evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen oluşması imkansızdır. Kısacası diğer herşey gibi karbon atomu da Allah tarafından, canlıların bedenlerine uygun bir biçimde yaratılmıştır. Rabbimiz'in yaratma sanatı bir ayette şöyle bildirilmiştir:
"Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır." (Nisa Suresi, 126)
Bu ürünlerin hepsi, demir, bakır, çinko, alüminyum gibi metallerden ve petrolün bir yan ürünü olan plastikten oluşur. Yani bu hammaddeler, özellikle de metaller dünya üzerinde bulunmasaydı ya da insanoğlunun bu maddeleri kullanma imkanı olmasaydı, hayatımızı bu denli kolaylaştıran teknolojiden söz etmek de mümkün olmayacaktı.
Teknoloji, insanoğlunun yeryüzünde bulunan elementleri belirli bir amaca göre şekillendirmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bu elementlerden sadece birkaçını incelediğimizde bile, varlığına çok alıştığımız bu cevherlerin aslında ne kadar mucizevi bir yapı taşıdıklarını görürüz. Bunlardan biri de hem teknoloji hem de yaşam için son derece gerekli olan 'demir' elementidir.
Demir Elementinin Canlı Yaşamındaki Önemi
Demir yeryüzünde en yaygın olarak bulunan elementlerden biridir ve yerkabuğunun yaklaşık % 5'ini oluşturur. Bu element, üzerinde yaşadığımız dünyanın en temel fiziksel dengelerinden nefes aldığımız havayı kullanabilmemize kadar, yaşamın her aşamasında çok büyük bir rol oynar.
Demir, bizim solunum sistemimiz için de büyük bir önem taşır. Bu madde, insan kanında bulunan hemoglobin içinde oksijenle hassas bir bileşim oluşturur. Bu sayede, son derece yakıcı olan oksijen atomları kontrol altına girer. Demir, çok değerli bir enerji kaynağı olan oksijeni, hücrenin solunum mekanizmasına yönlendirir. Yani nefes alabilmemiz bile vücudumuzdaki demir miktarıyla ilgilidir.
Bir an için demir atomunun olmadığını düşünelim:
* O zaman hem yaşam mümkün olmayacak hem de üzerinde yaşadığımız gezegen yaşama uygun hale gelmeyecekti.
* Dünya, oluştuğu ilk dönemlerde ısınamayacak ve dolayısıyla atmosfer ve hidrosfer de oluşmayacaktı.
* Dünyayı göktaşlarından koruyan manyetik alan oluşmayacak; radyasyon kuşakları, ozon tabakası olmayacaktı. Yani Dünya, ölü bir gezegen
olacaktı.
* Demir, insanların kurdukları medeniyetlerin de en önemli maddi temelidir. Çünkü sanayi, çelik sayesinde vardır; çelik de demirin karbonla birleşiminden oluşur. Bugün hayatımızı kolaylaştıran ve kalitesini artıran yüksek teknoloji ürünlerinin tümü, sanayinin yansımalarıdır. Eğer demir olmasaydı, dünya üzerindeki teknolojik düzey de, basit tahta araçların ötesine geçemeyecekti.
Cıva ve Geniş Kullanım Alanı
Hava, su ve toprakta bulunabilen bir element olan cıva, bu ortamlarda birkaç şekilde bulunur: Metalik cıva, inorganik ve organik cıva bileşikleri. Bu cıva bileşikleri;
Termometre, barometre, vakum tulumbaları, cıva buharlı ve floresan lambalar ve redresörlerde;
Aynaların sırlanmasında, altın ve gümüş üretiminde;
Bazı elektrik devre anahtarlarında;
Altın üretiminde, altın ile amalgam oluşturmak suretiyle altının kazanılmasında;
Pigment üretiminde, pillerde, diş dolgularında katalizör üretiminde ve aşılarda;
Tıpta tedavi maddesi olarak; örneğin bazı deri kremlerinde ve eczacılıkta, antiseptiklerde ve dezenfektanlarda kullanılmaktadır.
Karbon ve Bileşikleri
Karbon, canlılar için en hayati elementtir. Çünkü bütün canlı maddeler karbon bileşiklerinden oluşmuşlardır.
Hücre zarından ağaç kabuğuna, göz merceğinden bir geyiğin boynuzlarına, yumurta beyazından yılan zehirine kadar son derece farklı organik yapıların hepsi, karbon temelli bileşiklerden oluşur.
Karbon; hidrojen, oksijen ve azot atomlarıyla çok farklı geometrik şekil ve sıralamalarda birleşerek, son derece farklı maddeler meydana getirir.
Peki karbonun yaklaşık olarak 1.7 milyon kadar bileşik yapabilmesinin sebebi nedir?
Karbonun en önemli özelliklerinden biri, birbiri ardınca dizilerek çok kolay zincir oluşturabilmesidir. En kısa karbon zinciri 2 karbon atomundan oluşur. En uzun zincirin kaç karbon atomundan oluştuğu konusunda ise kesin bir rakam verilememekle birlikte, yaklaşık olarak 70 halkalı bir zincirden bahsedilebilir.
İngiliz kimyager Nevil Sidgwick, Chemical Elements and Their Compounds (Kimyasal Elementler ve Bileşikleri) adlı kitabında, karbonun canlılar için ne denli önemli bir element olduğunu şöyle vurgular:
"Karbon, yapabildiği bileşiklerin sayısı ve çeşitliliği yönünden, diğer elementlerden tamamen farklı, özgün bir yapıdadır. Şimdiye dek karbonun yarım milyonun üzerinde farklı bileşiği ayrılmış ve tanımlanmıştır. Ama bu bile karbonun güçleri hakkında çok yetersiz bir bilgi verir, çünkü karbon tüm canlı maddelerin temelini oluşturur."
Yukarıdaki sözünde kimyager Sidwick'in de belirttiği gibi, içinde sadece 6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran bu atomun gücünü tam anlayabilme konusunda insan aklı yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla bu atomun canlılık için önemli olan herhangi bir özelliğinin dahi evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen oluşması imkansızdır. Kısacası diğer herşey gibi karbon atomu da Allah tarafından, canlıların bedenlerine uygun bir biçimde yaratılmıştır. Rabbimiz'in yaratma sanatı bir ayette şöyle bildirilmiştir:
"Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır." (Nisa Suresi, 126)
8 Şubat 2012 Çarşamba
Okyanusun Derinliklerindeki Fiber Optik Tasarım
Rossella Racovitzae adlı su süngeri bitkisi, insanoğlunun en yeni teknolojilerde kullandığı fiber optikten yapılmış uzantılara sahiptir. Fiber optik, ışığı iletmede çok etkili bir malzemedir. Lazer ışınlarının fiber optik kablosundan geçirilmesiyle elde edilen iletişim imkanları, normal malzemeden yapılmış kablodakilere göre olağanüstü bir artış gösterir. Öyle ki, saç teli kalınlığında 100 tane fiber optik kablonun yanyana getirilmesiyle oluşan kablo kesitinden 40.000 ayrı ses kanalı geçirilebilmektedir. Antartika kıyılarının derinliklerinde yaşayan bu sünger türü, fotosentez yapabilmek için ihtiyacı olan ışığı, fiber optikten yapılmış olan diken şekilli uzantıları sayesinde kolayca toplamakta ve çevresi için de bir ışık kaynağı olmaktadır. Bu sayede hem kendisi hem de bu süngerin ışık toplama yeteneğinden faydalanan başka canlılar hayatta kalabilmektedir. Aynı ortamda yaşayan tek hücreli yosunlar da bu süngere yapışmakta ve yaşamaları için gereken ışığı elde etmektedirler.
Antartika kıyılarının 100 ila 200 metre derinliklerinde, kalın buz kütlelerinin altında neredeyse zifiri karanlık denebilecek bir ortamda yaşayan bir canlı için güneş ışığını yakalamak, canlının hayatını sürdürebilmesi açısından son derece büyük bir önem taşır. Canlının bu sorunu çözebilmesi, ışığı en etkili şekilde toplayan fiber optik ile donatılmış olması sayesinde mümkündür. Bilindiği gibi fiber optik teknolojisi son yüzyılın en ileri teknolojilerinden biridir. Japon mühendisler bu teknolojiyi güneş ışığını gökdelenlerin ışık almayan bölümlerine aktarmada kullanırlar. Gökdelenlerin çatısına yerleştirilen dev mercekler güneş ışığını fiber optik ileticilerin ucuna odaklar. Fiber iletkenler vasıtasıyla da güneş ışığı binanın en karanlık noktalarına kadar ulaştırılır.
Yüksek teknolojiye sahip endüstrilerde imal edilen fiber optik maddesinin böyle bir ortamda bu canlı tarafından 600 milyon yıldan beri kullanılması bilim adamlarını da hayrete düşürmektedir. Bütün bunlar bize, doğanın ve içindeki canlıların insanlar için çok sayıda örnek barındırdığını göstermektedir. Herşeyi en ince ayrıntısına kadar tasarlamış olan Allah, tüm bu tasarımları insanların öğüt alıp düşünmeleri için yaratmıştır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru. (Al-i İmran Suresi, 190-191)
Antartika kıyılarının 100 ila 200 metre derinliklerinde, kalın buz kütlelerinin altında neredeyse zifiri karanlık denebilecek bir ortamda yaşayan bir canlı için güneş ışığını yakalamak, canlının hayatını sürdürebilmesi açısından son derece büyük bir önem taşır. Canlının bu sorunu çözebilmesi, ışığı en etkili şekilde toplayan fiber optik ile donatılmış olması sayesinde mümkündür. Bilindiği gibi fiber optik teknolojisi son yüzyılın en ileri teknolojilerinden biridir. Japon mühendisler bu teknolojiyi güneş ışığını gökdelenlerin ışık almayan bölümlerine aktarmada kullanırlar. Gökdelenlerin çatısına yerleştirilen dev mercekler güneş ışığını fiber optik ileticilerin ucuna odaklar. Fiber iletkenler vasıtasıyla da güneş ışığı binanın en karanlık noktalarına kadar ulaştırılır.
Yüksek teknolojiye sahip endüstrilerde imal edilen fiber optik maddesinin böyle bir ortamda bu canlı tarafından 600 milyon yıldan beri kullanılması bilim adamlarını da hayrete düşürmektedir. Bütün bunlar bize, doğanın ve içindeki canlıların insanlar için çok sayıda örnek barındırdığını göstermektedir. Herşeyi en ince ayrıntısına kadar tasarlamış olan Allah, tüm bu tasarımları insanların öğüt alıp düşünmeleri için yaratmıştır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru. (Al-i İmran Suresi, 190-191)
2 Şubat 2012 Perşembe
İnsana Aczini Hatırlatan Mikroskobik Varlıklar: Virüsler
Virüsler, hücrenin en tehlikeli düşmanlarındandır
Hücreyle virüsler arasındaki savaş, insan hayatı için büyük önem taşımaktadır. Virüsler kimi zaman nezle, grip gibi hastalıkların sebebi oldukları gibi, kimi zaman da AIDS, tifo gibi öldürücü hastalıklara da neden olmaktadırlar.
Virüslerin hücreye saldırıları son derece öldürücü, çok gelişmiş saldırı teknikleri nedeniyle de bir o kadar hayret vericidir. Virüsler, hücreyi hücrenin kendi silahı ve imkanlarıyla vururlar. Kendi kopyalarını üretmek için yaptıkları bu akıl almaz saldırı, aslında bir anlamda intihar saldırısıdır. Virüsler, soylarının devamı için hem kendilerini hem de hücreyi feda ederler. Hücreler yaşamlarını sürdürebilmek için DNA'larındaki bilgiler doğrultusunda protein üretmek zorundadırlar. Virüsler işte bu protein üretiminin önünü keserek, hücreyi proteinle birlikte, virüs üreten bir fabrika haline dönüştürürler.
Virüsün bu şekilde hareket edebilmesi için mükemmel bir bilgiye, şuura ve ayrıca güce ihtiyacı vardır. Sadece elektron mikroskobuyla görülebilecek kadar küçük olan virüsün bu mükemmel yapısının farkında bile olmadığı ortadadır. Peki bu yapı nasıl oluşmuştur? Gözü, beyni olmadığı halde, virüs ne zaman ve nasıl hareket etmesi gerektiğini nereden bilmektedir?
Hiç şüphesiz onu da, onun varlığını devam ettirmesi için, hücreyi ve DNA'yı da yaratan Yüce Allah'tır. Allah, yarattığı bu kompleks varlıklarla insanlara benzersiz sanatını ve sınırsız kudretini göstermektedir. Detaylı incelendikçe ve araştırıldıkça yapılarındaki mükemmellik görülen bu varlıklar, iman edenler için Allah'ın varlığının yeryüzündeki apaçık delillerindendir.
Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten, gece ile gündüzün ardarda gelişinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır." (Yunus Suresi, 6)
Virüsler cansız varlıklardır, ama bir hücreyle temas ettikleri andan itibaren inanılmaz bir şekilde canlı özelliği göstermeye başlarlar.
Virüs doğadaki en ilginç organik yapılardan biridir. Canlı bir bedene sahip değildir ve yalnızca bir kalıtım mekanizmasından oluşur. Proteinden bir kabuk ve kabuğun içinde, kendisine ait bilgileri içeren genetik şifrelerden (DNA veya RNA) ibarettir. Tek başına hayat belirtisi gösteren herhangi bir fonksiyonu veya organeli yoktur. Bu nedenle doğada milyonlarca yıl bozulmadan kalabilir. Ancak bir organizmanın içine girdiğinde adeta canlanır ve aktif hale geçer. Bir hücreyle temas ettiği andan itibaren canlı özelliği göstermeye başlar; saldırgan ve dahası akıllı bir canlı olur.
Virüs, hücrelerden birisine girmeden önce ayakları ile hücrenin kendisine uygun olup olmadığını saptar. Eğer yaptığı test sonucu olumlu ise kendi DNA'sını hücrenin içine boşaltır.
Hücre büyülenmiş gibi, ölene kadar virüsün DNA'sını çoğaltmaya devam eder. Hücrenin içindeki mekanizmalar virüsün oyununa gelirler. Hücre, yeni DNA'nın "yabancı" olduğunu anlayamaz ve onu doğruca çekirdeğin içine taşır. Çekirdeğe ulaşan virüsün DNA'sı, burada yer alan DNA'nın arasına karışır. Bu noktadan sonra da, hücre protein ürettiğini sanarak bu yeni virüsün DNA'sını çoğaltmaya başlar. Virüsün DNA'sı hücrenin DNA'sının arasına o kadar uyumla gizlenir ki, hücre farkına varamadan virüs üretimini sürdürür.
Hücrenin bu durumun farkına varması da gerçekten oldukça zordur: Bunu ayırt edebilmesi yirmi ciltlik bir ansiklopedinin herhangi bir sayfasına yerleştirilmiş yarım satırlık bir cümleyi arayıp bulmaya benzer. Virüs, bu "akılcı" yöntemi sayesinde, hücrenin kendine ait programlama mekanizmalarına karışmakta ve adeta hücreye ait bir parça haline gelmektedir.
Bir yazıda, belirli bir paragraftan sonra eklenecek bir cümlenin bütün bir paragrafın anlamını tam tersi bir yönde değiştirmesi mümkündür. İşte virüs de buna benzer bir değişiklik yaparak hücrenin tüm üretim faaliyetini gerçek amacından saptırır: Virüsün DNA'sı, hücrenin çekirdeğindeki "üretim metninin" anlamını tümünden değiştirebileceği hayati bir yere hatasızca eklenir.
Normal zamanda hücre, kendisine gerekli ve DNA'da şifreleri özel kilitlerle işaretlenmiş proteinlerin dışında hiçbir proteinin -diğer hücrelerle ilgili proteinlerin bile- şifresini okumaz. Ancak hücre, adeta büyülenmiş gibi virüs DNA'sının şifrelerini okuyup bu virüsü üretmeye devam eder. Virüsün bunu nasıl başarabildiği bilim adamları için hala aydınlanmamış esrarengiz bir durumdur.
Bu olay, hücre için kaçınılmaz bir felaket hazırlar. Ölmekte olan hücre, çekirdekte yer alan hatalı kodlanmış programı üretmek için tüm enerjisini sonuna kadar kullanır. Sonunda ölür ve parçalanır. Parçalanma ile birlikte çoğalmış olan virüsler, öteki hücrelere sıçrar ve kendilerine yeni kurbanlar bulurlar.
Virüsün istilası, eğer vücudun savunma mekanizması olmasa, normal bir insanı birkaç gün içinde öldürecek kadar hızlı bir biçimde ilerler. Vücudun savunma mekanizması, virüsün vücuda girdiğini çok kısa bir süre içinde fark eder ve hemen büyük bir karşı saldırı başlatır. Bu sayede, en basit bir nezle virüsüyle bile kolayca ölebilecek olan insan, yaşamını sürdürebilir.
Allah insana, gözle görülmeyecek kadar küçük bir varlıkla acizliğini göstermektedir
Virüsün bu derece başarılı bir şekilde hareket edebilmesi için hücreyle, bir kilidin anahtarla uyumu gibi yaratılmış olması gerekmektedir. Ortada çok açık bir gerçek vardır; Allah, virüsleri hastalık sebebi olmalarıı için özel olarak yaratmıştır. İnsan, bu tür sıkıntılar sayesinde Allah'a muhtaç ve aciz bir varlık olduğunu daha iyi fark edebilmektedir.
Allah, virüsleri bazen bir "ölüm vesilesi" olarak da kullanır. Tarih boyunca milyonlarca insan, sahip oldukları mallarından, eşlerinden, çocuklarından ve hayatlarından, belki de kendilerini çok güvenli hissettikleri yerlerde, hiçbir zaman göremedikleri virüsler yüzünden ayrılmışlardır. Bugün modern tıp, hastalıkların çoğuna çözümler üretirken, AIDS ya da Ebola gibi yeni ve karşı konamaz virüslerin karşısında çaresiz kalmaktadır.
Bütün bunlar üzerinde düşünen insan Allah'a karşı acizliğinin farkına varacak ve bağışlanma dileyerek Rabbimize yönelecektir. Allah kendisine yönelip dönenleri bağışlayan olduğunu bir ayetinde şöyle haber vermektedir:
Rabbiniz, sizin içinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz salih olursanız, şüphesiz O da, (kendisine) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır. (İsra Suresi, 25)
Hücreyle virüsler arasındaki savaş, insan hayatı için büyük önem taşımaktadır. Virüsler kimi zaman nezle, grip gibi hastalıkların sebebi oldukları gibi, kimi zaman da AIDS, tifo gibi öldürücü hastalıklara da neden olmaktadırlar.
Virüslerin hücreye saldırıları son derece öldürücü, çok gelişmiş saldırı teknikleri nedeniyle de bir o kadar hayret vericidir. Virüsler, hücreyi hücrenin kendi silahı ve imkanlarıyla vururlar. Kendi kopyalarını üretmek için yaptıkları bu akıl almaz saldırı, aslında bir anlamda intihar saldırısıdır. Virüsler, soylarının devamı için hem kendilerini hem de hücreyi feda ederler. Hücreler yaşamlarını sürdürebilmek için DNA'larındaki bilgiler doğrultusunda protein üretmek zorundadırlar. Virüsler işte bu protein üretiminin önünü keserek, hücreyi proteinle birlikte, virüs üreten bir fabrika haline dönüştürürler.
Virüsün bu şekilde hareket edebilmesi için mükemmel bir bilgiye, şuura ve ayrıca güce ihtiyacı vardır. Sadece elektron mikroskobuyla görülebilecek kadar küçük olan virüsün bu mükemmel yapısının farkında bile olmadığı ortadadır. Peki bu yapı nasıl oluşmuştur? Gözü, beyni olmadığı halde, virüs ne zaman ve nasıl hareket etmesi gerektiğini nereden bilmektedir?
Hiç şüphesiz onu da, onun varlığını devam ettirmesi için, hücreyi ve DNA'yı da yaratan Yüce Allah'tır. Allah, yarattığı bu kompleks varlıklarla insanlara benzersiz sanatını ve sınırsız kudretini göstermektedir. Detaylı incelendikçe ve araştırıldıkça yapılarındaki mükemmellik görülen bu varlıklar, iman edenler için Allah'ın varlığının yeryüzündeki apaçık delillerindendir.
Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten, gece ile gündüzün ardarda gelişinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır." (Yunus Suresi, 6)
Virüsler cansız varlıklardır, ama bir hücreyle temas ettikleri andan itibaren inanılmaz bir şekilde canlı özelliği göstermeye başlarlar.
Virüs doğadaki en ilginç organik yapılardan biridir. Canlı bir bedene sahip değildir ve yalnızca bir kalıtım mekanizmasından oluşur. Proteinden bir kabuk ve kabuğun içinde, kendisine ait bilgileri içeren genetik şifrelerden (DNA veya RNA) ibarettir. Tek başına hayat belirtisi gösteren herhangi bir fonksiyonu veya organeli yoktur. Bu nedenle doğada milyonlarca yıl bozulmadan kalabilir. Ancak bir organizmanın içine girdiğinde adeta canlanır ve aktif hale geçer. Bir hücreyle temas ettiği andan itibaren canlı özelliği göstermeye başlar; saldırgan ve dahası akıllı bir canlı olur.
Virüs, hücrelerden birisine girmeden önce ayakları ile hücrenin kendisine uygun olup olmadığını saptar. Eğer yaptığı test sonucu olumlu ise kendi DNA'sını hücrenin içine boşaltır.
Hücre büyülenmiş gibi, ölene kadar virüsün DNA'sını çoğaltmaya devam eder. Hücrenin içindeki mekanizmalar virüsün oyununa gelirler. Hücre, yeni DNA'nın "yabancı" olduğunu anlayamaz ve onu doğruca çekirdeğin içine taşır. Çekirdeğe ulaşan virüsün DNA'sı, burada yer alan DNA'nın arasına karışır. Bu noktadan sonra da, hücre protein ürettiğini sanarak bu yeni virüsün DNA'sını çoğaltmaya başlar. Virüsün DNA'sı hücrenin DNA'sının arasına o kadar uyumla gizlenir ki, hücre farkına varamadan virüs üretimini sürdürür.
Hücrenin bu durumun farkına varması da gerçekten oldukça zordur: Bunu ayırt edebilmesi yirmi ciltlik bir ansiklopedinin herhangi bir sayfasına yerleştirilmiş yarım satırlık bir cümleyi arayıp bulmaya benzer. Virüs, bu "akılcı" yöntemi sayesinde, hücrenin kendine ait programlama mekanizmalarına karışmakta ve adeta hücreye ait bir parça haline gelmektedir.
Bir yazıda, belirli bir paragraftan sonra eklenecek bir cümlenin bütün bir paragrafın anlamını tam tersi bir yönde değiştirmesi mümkündür. İşte virüs de buna benzer bir değişiklik yaparak hücrenin tüm üretim faaliyetini gerçek amacından saptırır: Virüsün DNA'sı, hücrenin çekirdeğindeki "üretim metninin" anlamını tümünden değiştirebileceği hayati bir yere hatasızca eklenir.
Normal zamanda hücre, kendisine gerekli ve DNA'da şifreleri özel kilitlerle işaretlenmiş proteinlerin dışında hiçbir proteinin -diğer hücrelerle ilgili proteinlerin bile- şifresini okumaz. Ancak hücre, adeta büyülenmiş gibi virüs DNA'sının şifrelerini okuyup bu virüsü üretmeye devam eder. Virüsün bunu nasıl başarabildiği bilim adamları için hala aydınlanmamış esrarengiz bir durumdur.
Bu olay, hücre için kaçınılmaz bir felaket hazırlar. Ölmekte olan hücre, çekirdekte yer alan hatalı kodlanmış programı üretmek için tüm enerjisini sonuna kadar kullanır. Sonunda ölür ve parçalanır. Parçalanma ile birlikte çoğalmış olan virüsler, öteki hücrelere sıçrar ve kendilerine yeni kurbanlar bulurlar.
Virüsün istilası, eğer vücudun savunma mekanizması olmasa, normal bir insanı birkaç gün içinde öldürecek kadar hızlı bir biçimde ilerler. Vücudun savunma mekanizması, virüsün vücuda girdiğini çok kısa bir süre içinde fark eder ve hemen büyük bir karşı saldırı başlatır. Bu sayede, en basit bir nezle virüsüyle bile kolayca ölebilecek olan insan, yaşamını sürdürebilir.
Allah insana, gözle görülmeyecek kadar küçük bir varlıkla acizliğini göstermektedir
Virüsün bu derece başarılı bir şekilde hareket edebilmesi için hücreyle, bir kilidin anahtarla uyumu gibi yaratılmış olması gerekmektedir. Ortada çok açık bir gerçek vardır; Allah, virüsleri hastalık sebebi olmalarıı için özel olarak yaratmıştır. İnsan, bu tür sıkıntılar sayesinde Allah'a muhtaç ve aciz bir varlık olduğunu daha iyi fark edebilmektedir.
Allah, virüsleri bazen bir "ölüm vesilesi" olarak da kullanır. Tarih boyunca milyonlarca insan, sahip oldukları mallarından, eşlerinden, çocuklarından ve hayatlarından, belki de kendilerini çok güvenli hissettikleri yerlerde, hiçbir zaman göremedikleri virüsler yüzünden ayrılmışlardır. Bugün modern tıp, hastalıkların çoğuna çözümler üretirken, AIDS ya da Ebola gibi yeni ve karşı konamaz virüslerin karşısında çaresiz kalmaktadır.
Bütün bunlar üzerinde düşünen insan Allah'a karşı acizliğinin farkına varacak ve bağışlanma dileyerek Rabbimize yönelecektir. Allah kendisine yönelip dönenleri bağışlayan olduğunu bir ayetinde şöyle haber vermektedir:
Rabbiniz, sizin içinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz salih olursanız, şüphesiz O da, (kendisine) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır. (İsra Suresi, 25)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)