Kuşları incelediğimizde vücutlarındaki bütün özelliklerin
uçuş için özel olarak tasarlandığını görürüz. Örneğin,
gökyüzündeki en iyi hareket kabiliyetine sahip kuşlardan
olan kartalların vücut yapıları her yönden kusursuzdur.
Kartalların hem yerden havalanıp uçabilecek kadar hafif
olmaları, hem de avlarını yakaladıklarında rahatlıkla
taşıyabilecek kadar güçlü olmaları gerekir.
Bir kel
kartalın 7000'den fazla tüyü vardır, ancak bu tüylerin
hepsini biraraya koyduğunuzda bütün tüylerinin ağırlığı
yaklaşık 500 gram tutar. Ayrıca kartalların vücutlarının
daha hafif olabilmesi için, kemiklerinin içi de boştur.
Bu kemiklerin birçok yerinde havadan başka birşey yoktur.
Bir kel kartalın tüm iskeletinin ağırlığı 272 gramdan
sadece biraz fazladır. Kısacası kartalların ağırlığı
uçmak için son derece idealdir.
Bir kartal uçarken kendisine gereken gücün çoğunu kanatlarını
çırpışı sırasında, kanadının aşağıya doğru olan hareketinden
alır. Bu yüzden, kartalın kanatlarını aşağıya doğru
iten kasların sayısı, kanatları yukarı doğru iten kasların
sayısından daha fazladır. Bir kartal için uçuş kasları
çok önemlidir. Bu kaslar genelde kuşun vücut ağırlığının
yarısı kadar bir ağırlığa sahiptir. Kartallar kanatlarının
pozisyonunu değiştirerek daha hızlı veya daha yavaş
uçabilirler. Hızlı uçmak istediklerinde, kanatlarının
ön kenarlarını rüzgarın içine doğru çevirir ve böylece
"havayı keserler". Kendilerini yavaşlatmak
istediklerinde ise, bu sefer de kanatlarının geniş kısmını
rüzgara doğru çevirirler.
Kartallardaki tasarım sadece kusursuz bir uçuş yeteneği
için değildir. Ayrıca tüylerinde yere iniş için de özel
bir tasarım vardır. Kartal inişini yaparken, kuyruğunu
havalandırır ve vücuduna göre bir açıyla kuyruğunu aşağı
çekerek hızını azaltır. Kanatlarının uçlarını alçaltarak
onları fren olarak kullanır. Ancak hızını kaybederken,
kanatların üstünde oluşan hava akımı kartalın düşme
tehlikesinin artmasına neden olur. Kartal, kanatlarının
ucunda bulunan üç-dört tüy öbeğini kaldırarak bu tehlikeyi
önler. Bunlar kanat yüzeyinde havanın düz bir çizgi
halinde akmasına yardımcı olur ve kuşun rahatlıkla uçuşunu
bitirmesini sağlar.
Buraya kadar verilen örneklerde çok açık görülen bir
gerçek vardır. Tek bir kartalın bedenindeki tasarımın
birkaç detayı dahi tesadüfen oluşamayacak kadar mükemmeldir.
Bu da bize kartalların da tıpkı tüm diğer kuşlar ve
tüm diğer canlılar gibi üstün güç sahibi Allah tarafından
yaratıldıklarını açıkça ispatlar.
26 Kasım 2013 Salı
21 Kasım 2013 Perşembe
Göklerdeki Düzen
Elbette göklerin ve yerin
yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür.
Ancak insanların çoğu bilmezler.
(Mümin Suresi, 57)
(Mümin Suresi, 57)
Kainatta kusursuz bir düzen bulunmaktadır.
Bu kusursuz düzen içinde güneş sistemi çok küçük bir yer tutmaktadır.
Ancak kainata göre bir nokta tanesi kadar küçük olan bu sistem,
bize göre çok büyüktür. Güneş sisteminin büyüklüğünü biraz
daha detaylı düşünelim.
Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara
göre orta-küçük bir yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte
olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur.
Dünya, sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir. Güneş'in
çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Ancak bu kadar
dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu
Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazidir. Çünkü Samanyolu
galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak
üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Spiral şeklindeki
bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.
Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin
de uzayın geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer oluşudur.
Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere
göre, yaklaşık 300 milyar kadar!... George Greenstein, bu
akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik
Evren) adlı kitabında şöyle yazar:
Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın
olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda
ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde
hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında,
galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark,
gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha
fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir
fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım...
Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.
Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki
büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına
uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın,
uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını
engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu
denli büyük boşluklarla dolu oluşudur.
Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı,
kusursuz düzen ve denge insanın yaşamı için tam olması gereken
yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere ortaya çıkmamışlardır;
amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar.
Güneş Sistemi
Evrendeki düzenliliği en açık olarak gözlemlediğimiz
alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir.
Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54
ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına
göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün,
Uranüs ve Pluton'dur. Bu gezegenlerin ve 54 uydularının içinde
yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök
cismi ise Dünya'dır.
Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde,
yine büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu
soğukluktaki dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in
"çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki
dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm
gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç
kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin
dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler
hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından
büyük bir patlamayla yutulurlardı.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler
daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya
yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok
hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu
için devam etmektedir.
Bu arada söz konusu dengenin her gezegen
için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir.
Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır.
Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı
dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan
ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar.
Materyalist astronomi anlayışı, Güneş Sistemi'nin
kökeninin doğal fiziksel süreçlerle açıklanabileceğini, yani
bu sistemin kendiliğinden ve tesadüfen oluşabileceğini öne
sürer. Ancak son 300 yıldır bu konuda ortaya atılan tüm farklı
teoriler birer spekülasyondan ileri gidememiştir. Güneş Sistemi'nin
kökeni, materyalist bir bakış açısıyla, açıklanamayan bir
sır konumundadır.
Güneş Sistemi'ndeki olağanüstü hassas dengeyi
keşfeden Kepler, Galilei gibi astronomlar ise, bu sistemin
çok açık bir tasarımı gösterdiğini ve Allah'ın evrene olan
hakimiyetinin ispatı olduğunu belirtmişlerdir. Güneş Sistemi'nin
yapısı hakkında önemli keşiflerde bulunan -ve "yaşamış en
büyük bilimadamı" sayılan- Isaac Newton ise şöyle yazmıştır:
Güneş'ten, gezegenlerden ve kuyruklu yıldızlardan
oluşan bu çok hassas sistem, sadece akıl ve güç sahibi bir
Varlık'ın amacından ve hakimiyetinden kaynaklanabilir... O,
bunların hepsini yönetmektedir ve bu egemenliği dolayısıyladır
ki O'na, "Üstün Kuvvet Sahibi Rab" denir.
|
|
5 Eylül 2013 Perşembe
Okyanusun Derinliklerinde Yaşayan Bir Canlı: Amfobid
Okyanusun Derinliklerinde Yaşayan Bir Canlı: Amfobid
"Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler vegöklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:)"Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yüce'sin, bizi ateşinazabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191) İnsan sudaki erimiş oksijeni soluyamaz, su altındaki basınçlara dayanamaz. Su, havadan yaklaşık 1.300 kat daha ağırdır ve derinlere inildikçe basınç süratle yükselir. Her on metre derinlikte üzerimize bir atmosfere denk basınç biner. Su altında, 150 metre derinliğe kadar nildiğinde damarlar çökebilir ve ciğerler sıkışarak bir gazoz kutusunun ortalama boyutlarına inebilir. (Balık Fosilleri) Dünya üzerindeki yaşam, insana sadece karada yaşama olanağı verir.Suyun içinde ise bizler için yaşam mümkün değildir. İnsan, suyun basıncına karşı son derece dayanıksızdır. Ama yeryüzünde öyle canlılar vardır ki, sahip oldukları özel donanımlar sayesinde insandan üstün niteliklere sahip olurlar. Örneğin, okyanusun en derin noktası olan Pasifik'teki Marina Çukuru, karidese benzer şeffaf bir tür kabuklu olan amfobid kolonilerinin yuvasıdır. Burası, okyanus yüzeyinden yaklaşık 11.3 kilometre aşağıdadır. 4 kilometrelik ortalama okyanus derinliğinde bile şiddetli olan basınç, bu olağanüstü derinlikte, çimento yüklü on dört kamyonun ağırlığı altında ezilmekle birdir. (Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi, Bill Bryson, Boyner Yayınları, 2003, sf.209-210)
Hangi şartlarda nasıl yaşadığını bile bilmediğimiz bir canlı, bizden çok daha üstün özelliklere sahip olabilir ve çok daha zor şartlar altında yaşamını sürdürebilir. Bu canlının kendisi, okyanusun onlarca kilometre derinliklerinde yaşadığının ve insanın ölümüne sebep olabilecek bir basınç altında varlığını sürdürebildiğinin farkında
bile değildir. Bu canlının, bizim ulaşamadığımız derinliklerde yaşamına devam etmesi, yerin veya suyun derinliklerinde de olsa, göğün en yükseklerinde de olsa tüm canlıların, Allah'ın üstün sanatıyla yaratılmış olduklarını gösteren delillerden biridir. (Allah Var) İnsan, tek bir örneğe bakarak Allah'ın büyüklüğünü görebilir, O'nu
takdir edebilir. Tüm nimetleri, tüm varlıkları, yerde ve gökte olan her şeyi yaratanın Allah olduğunu anlayıp idrak edebilir. Bunun için sahip olduğu tek bir özellik, görüp incelediği tek bir şey üzerinde düşünmesi yeterlidir. İnsana düşen, kendisine verilmiş delilleri mutlaka görmesi ve Allah'ın yerde ve gökte bulunan tüm varlıklar
üzerindeki hakimiyetini takdir etmesidir.
1 Ağustos 2013 Perşembe
Kanguru Yavrusunun Dünyaya Gelişi
Kanguruların üreme sistemi diğer memelilerden farklıdır. Kanguru
embriyosu, normalde rahimde geçirmesi gereken evrenin bir kısmını rahmin
dışında tamamlar. Döllenmeden aşağı yukarı 33 gün sonra, henüz bir
santimetre boyunda olan kanguru yavrusu dünyaya gelir. Bu aşamayı tüm
memeliler anne karnında geçirirken, kanguru yavrusu daha bir santimetre
boyundayken dünyaya gelmektedir. Henüz doğru dürüst gelişmemiştir; ön
ayakları belli belirsiz bir halde ve arka ayakları da küçük
çıkıntılardan ibarettir.
Doğan yavru yaklaşık üç dakikalık yolculuk sonunda annesinin kesesine varır. Diğer memeliler için anne rahmi neyse, küçük kanguru için de bu kese odur. Ama önemli bir fark vardır. Diğerleri dünyaya bebek olarak gelirken, kanguru yavrusu, rahimden çıktığında şekil itibariyle tam bir embriyodur. Ayakları, yüzü ve daha pek çok uzvu henüz son halini almamıştır.
Annesinin kesesine ulaşan yavru dört meme ucundan birine tutunur ve süt emmeye başlar. Bu dönemde anne yeniden çiftleşme sürecine girmiş ve yeni bir yumurta daha oluşmuştur. Döllenmeden 33 gün sonra fasulye büyüklüğündeki yeni bir yavru daha doğar ve aynı kardeşi gibi sürünerek keseye ulaşır.
Bir kanguru yavrularına vereceği sütün hangi oranda hangi besin maddelerini içereceğini hesaplayamaz. Hesaplasa bile bunu kendi vücudunda üretemez. Annenin bu işi bilinçli olarak düzenlemesi imkansızdır. Bu mucize alemlerin Rabbi Allah'ın üstün yaratışının delillerinden sadece birisidir.
Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır; dilediğini yaratır. Allah her şeye güç yetirendir." (Maide Suresi, 17)
Doğan yavru yaklaşık üç dakikalık yolculuk sonunda annesinin kesesine varır. Diğer memeliler için anne rahmi neyse, küçük kanguru için de bu kese odur. Ama önemli bir fark vardır. Diğerleri dünyaya bebek olarak gelirken, kanguru yavrusu, rahimden çıktığında şekil itibariyle tam bir embriyodur. Ayakları, yüzü ve daha pek çok uzvu henüz son halini almamıştır.
Annesinin kesesine ulaşan yavru dört meme ucundan birine tutunur ve süt emmeye başlar. Bu dönemde anne yeniden çiftleşme sürecine girmiş ve yeni bir yumurta daha oluşmuştur. Döllenmeden 33 gün sonra fasulye büyüklüğündeki yeni bir yavru daha doğar ve aynı kardeşi gibi sürünerek keseye ulaşır.
Bir kanguru yavrularına vereceği sütün hangi oranda hangi besin maddelerini içereceğini hesaplayamaz. Hesaplasa bile bunu kendi vücudunda üretemez. Annenin bu işi bilinçli olarak düzenlemesi imkansızdır. Bu mucize alemlerin Rabbi Allah'ın üstün yaratışının delillerinden sadece birisidir.
Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır; dilediğini yaratır. Allah her şeye güç yetirendir." (Maide Suresi, 17)
31 Temmuz 2013 Çarşamba
Midede Üreyen Kurbağalar
Avusturalya'da yaşayan Rheobatrachus Silus türü kurbağaların kullandığı
üreme yöntemi, Allah'ın canlıları ne denli üstün tasarımlarla
yarattığının bir başka örneğidir. Dişi Rheobatrachuslar, döllendikten
sonra kendi yumurtalarını yutarlar. Ama bu yumurtalarla beslenmek için
değil, onları korumak için... Yumurtalardan çıkan iribaşlar midede
kaldıkları 6 hafta boyunca sürekli gelişirler. Peki iribaşlar nasıl
olmaktadır da uzun zaman sindirilmeden midede kalabilmektedir?
Allah bunun için kusursuz bir sistem yaratmıştır. Öncelikle anne kurbağalar, bu 6 haftalık üreme mevsiminde yemeyi, içmeyi keserler. Bu sayede mideleri sadece yavrulara tahsis edilmiş olur. Ancak bir diğer tehlike, midenin düzenli olarak salgıladığı hidroklorik asit ve pepsindir. Bu salgıların normalde yavruları çok kısa sürede parçalayıp öldürmesi gerekir. Ancak buna karşı çok özel bir tedbir alınmıştır. Anne karnındaki sıvılar, yumurta kapsüllerinden, daha sonra da iribaşlardan salgılanan "prostaglandin E2" adlı salgıyla etkisiz hale getirilir. Böylece yavrular bir asit havuzu içinde yüzmelerine rağmen güvenli bir biçimde büyürler.
Peki ama bu iribaşlar annelerinin midesinde neyle beslenir? Bu soruna karşı da özel bir çözüm yaratılmıştır. Bu türe ait yumurtalar, diğer kurbağa türlerinin yumurtalarına göre oldukça büyüktür. Bunun nedeni ise, yumurtaların içine yavruyu beslemek için protein yönünden çok zengin bir yumurta sarısı tabakası yerleştirilmiş olmasıdır. Bu yumurta sarısı, yavruları 6 hafta boyunca beslemek için yeterlidir. Doğum anı da kusursuzca tasarlanmıştır. Yavrular mideden çıkıp dış dünyaya adım atarken, annenin yemek borusu, aynen doğum sırasındaki gibi genişler. Yavrular dışarı çıktıktan sonra ise anne yemek yemeye başlar ve mide eski haline döner.
"Gerçekten hayvanlarda da sizin için bir ders (ibret) vardır"
(Müminun Suresi, 21)
Allah bunun için kusursuz bir sistem yaratmıştır. Öncelikle anne kurbağalar, bu 6 haftalık üreme mevsiminde yemeyi, içmeyi keserler. Bu sayede mideleri sadece yavrulara tahsis edilmiş olur. Ancak bir diğer tehlike, midenin düzenli olarak salgıladığı hidroklorik asit ve pepsindir. Bu salgıların normalde yavruları çok kısa sürede parçalayıp öldürmesi gerekir. Ancak buna karşı çok özel bir tedbir alınmıştır. Anne karnındaki sıvılar, yumurta kapsüllerinden, daha sonra da iribaşlardan salgılanan "prostaglandin E2" adlı salgıyla etkisiz hale getirilir. Böylece yavrular bir asit havuzu içinde yüzmelerine rağmen güvenli bir biçimde büyürler.
Peki ama bu iribaşlar annelerinin midesinde neyle beslenir? Bu soruna karşı da özel bir çözüm yaratılmıştır. Bu türe ait yumurtalar, diğer kurbağa türlerinin yumurtalarına göre oldukça büyüktür. Bunun nedeni ise, yumurtaların içine yavruyu beslemek için protein yönünden çok zengin bir yumurta sarısı tabakası yerleştirilmiş olmasıdır. Bu yumurta sarısı, yavruları 6 hafta boyunca beslemek için yeterlidir. Doğum anı da kusursuzca tasarlanmıştır. Yavrular mideden çıkıp dış dünyaya adım atarken, annenin yemek borusu, aynen doğum sırasındaki gibi genişler. Yavrular dışarı çıktıktan sonra ise anne yemek yemeye başlar ve mide eski haline döner.
"Gerçekten hayvanlarda da sizin için bir ders (ibret) vardır"
(Müminun Suresi, 21)
5 Temmuz 2013 Cuma
Teknolojik bilgilere sahip arılar
· Eşekarıları güneş enerjisini
· Sahip oldukları güneş enerjisi sistemi nasıl çalışır?
· Arıların, insanların kullandığı yol bilgisayarlarından daha hızlı çalışan bilgisayar sistemlerinin sırrı nedir?
· Çiçeklerdeki nektara hızlı ulaşmalarını sağlamak için eşekarılarının sahip olduğu özel sistem nedir?
Yirmi
bin türden oluşan geniş birkaç familyaya sahip olan arılar, hayvanlar
dünyasındaki en çarpıcı mühendislik ve mimarlık bilgisine sahip, sosyal
hayatları ile diğer pek çok canlıdan ayrılan, aralarındaki iletişim ile
kendilerini inceleyen bilim adamlarını hayretler içinde bırakan
canlılardandır. Arılar bilinen en temel ve bir o kadar da mucizevi olan
özelliklerinden biri olan bal yapma özellikleri dışında pek çok
teknolojik bilgiye de sahiptirler. Arılar, yeryüzündeki diğer canlılar
gibi Allah'ın ilhamıyla hareket ederler. Herşeyi hikmetle yaratan Allah
Hud Suresi'nde canlılar üzerindeki hakimiyetini bize şöyle
bildirmektedir:
“...
O'nun alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak
benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerindedir (dosdoğru yolda olanı
korumaktadır).” (Hud Suresi, 56)
Güneş Enerjisini Toplayıp Kullanan Eşekarıları
Yakın Doğu ve Hindistan arasındaki bölgede yaşayan bir arı türü olan ''doğu eşekarısı'' (Vespa orientalis), sabah
saatlerinde aktif olan diğer böcek türlerinin aksine günün en sıcak
saatlerinde faaldir. Çünkü yuvalarını yer altında yapan bu arı türü
midesindeki özel bir yapı sayesinde Güneş'ten gelen ışınları toplar ve
Yüce Allah’ın yarattığı özel bir pigment aracılığıyla bunu enerji deposu
olarak kullanır. Bilim adamlarının uzun süredir merak ettikleri, bu
canlıların karınlarındaki sarı bandın işlevine ve aktif oldukları
saatlerin akrabalarından neden farklı olduğuna dair soruların cevapları
da bu yapıda gizlidir.
Yüce Allah Eşekarılarının Vücut Yapısını Güneş Enerjisi Toplamaya Uygun Olarak Yaratmıştır
Alemlerin
Rabbi olan Allah, bu arı türünün vücudunu kaplayan ve bir tür dış
iskelet olan sert kutikula tabakasının kahverengi olan kısmını 160
nanometre yüksekliğinde sert oluklardan yaratmıştır. Sarı bandın yer
aldığı kısmın yapısı ise daha farklıdır. Burada bir dizi oval şekilli 50
nanometre yüksekliğindeki çıkıntı, bir diğeriyle kenetlenmiş
biçimdedir. Bu yapı güneş ışınlarının yansımasını engellemekte
ve ışınları bu bölgede hapsederek enerji elde etmektedir.
Yüce
Allah’ın bu canlıların güneş enerjisini toplamaları konusunda yarattığı
diğer özellik pigment hücreleri ile ilgilidir. Kutikula içinde yer
alan melanin pigmenti kahverengi iken ksantopterin pigmenti ise sarı
renktedir. Bu sarı renkli pigment ışığı doğrudan elektrik enerjisine
çevirerek adeta ışık hasadı yapan bir işçi gibi çalışır.
Bu
bilgiler doğrultusunda düşünüldüğünde çok önemli bir sonuç ortaya
çıkar. Bu arı türü diğer tüm özellikleri gibi güneş enerjisini toplama
özelliğini de kendi iradesi ile ya da tesadüfen kazanmamıştır. Güneşin
en sıcak olduğu saatlerin öğle saatleri olduğunu bilmesi, güneşi
toplamak için bedeninde birtakım özel sistemler oluşturması elbette
küçük bir arının akledebileceği davranışlar değildir. Arıların sahip
oldukları bilgilerin tümünü bu canlılara ilham eden Yüce Allah’tır. Bir
ayette bu gerçek şöyle haber verilmiştir:
“O
Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir,
'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde
olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir.” (Haşr Suresi, 24)
Bilgisayarlardan Hızlı Problem Çözen Arılar
Bilgisayarlar;
haberleşme, iletişim, bilgi elde etme, mühendislik ve araştırma başta
olmak üzere günlük hayatın pek çok alanında kullanılır. Günümüzde pek
çok problemin çözümünde de bilgisayarlardan yardım alınır. Gidilecek
yere en kısa zamanda ve en kısa yoldan ulaşılması konusunda da yine
bilgisayarlardan yardım alınır. Bilgisayarlar bu komplike matematik
probleminin çözümü için tüm muhtemel yolların uzunluğunu kıyaslayıp en
kısa olanı seçerler. Fakat hiçbir zaman bunu hızlı bir biçimde
yapamazlar. Ancak sadece çim tohumu kadar büyüklükte bir beyine sahip
olan arılar, bilgisayarların aksine gidecekleri en kısa yolu hiçbir
yardımcı araç olmaksızın çok kısa sürede bulabilirler.
Çünkü yiyecek
arayan arılar, bilgisayarların çözmekte zorlandığı en kısa yolu kısa
zamanda bulma problemini her gün düzenli olarak çözerler. Arılar her gün
çok değişik bölgelerde bulunan çiçekleri ziyaret eder, uçmak için çok
fazla enerji kullanır ve bunun için uçuşlarını minimumda tutacak bir
rota bulurlar. Bunun için öncelikli olarak çiçeklerin yerlerini
keşfederler. Sonra, enerji ve zamandan tasarruf etmek için en iyi
rotada uçmayı hemen öğrenirler. Peki, insanların, trafik akışı, internet
bilgisi, yol bilgisayarı gibi faktörlere bağlı teknolojik hayatlarına
karşın arıların küçük beyni bu mükemmel kısa yol bulma sorununu nasıl
çözer? Bu sorunun cevabı yine aynıdır. Yüce Rabbimiz sonsuz kudreti ve
ilmiyle doğadaki tüm canlıları kusursuzca var etmiş ve onlara
yaşadıkları ortamda sahip olacakları en uygun özellikleri bahşetmiştir.
Bir ayette şöyle buyrulur:
“Gökleri
ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar
verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir.” (Bakara Suresi, 117)
Ultraviyole Görüşüne Sahip Arılar
Arılar
bir bahçeye girdiklerinde çiçekleri insanların gördüğünden daha farklı
görürler. Çünkü ultraviyole ışığı ek bir renk olarak algılarlar ve
çiçeklere baktıklarında insanların gördüğünden tamamen daha farklı
desenler görürler. Bu desenler de rastgele oluşmuş değildir. Yüce
Rabbimiz her çiçeğin üzerinde özel olarak farklı desenler yaratmıştır.
Bu desenlerin özelliği, tıpkı uçakların iniş pistlerindeki çizgiler
gibi, arıları nektarın olduğu yere yönlendirmektir. Böylece arılar
hızlıca çiçeklerin nektarlarına ulaşabilirler.
Çiçekler
ve arılar arasında çok önemli bir bağlantı vardır. Her iki canlı da
birbirlerini cezbedecek şekilde Allah’ın ilhamıyla hareket ederler.
Örneğin arılar tarafından döllenmesi gereken çiçekler, onları
kendilerine çekecek nektarları salgılarlar. Allah çiçeklere kokuları
veya canlı renkleriyle arıların dikkatini çekecek özellikler
bahşetmiştir. Fakat çiçeklere bahşettiği özellikler bunlarla da sınırlı
değildir. Çünkü çiçekler arıların nektarlara kolay ulaşmalarını
sağlayan çizgilere de sahiptirler.
Arılar
ve çiçekler arasındaki bu ilişki, insanlar açısından da son derece
önemlidir. Çünkü arıcılığın tarımsal önemi çok büyüktür. Birçok meyve
ağacı ve çiçek büyük ölçüde arılar aracılığı ile döllenir. Bu nedenle
kimi uzmanlar arıların bu konudaki desteğini, bal üretiminden daha
önemli bir katkı olarak değerlendirirler. Bu bilgiler düşünüldüğünde
akla hemen Nahl Suresi'ndeki balarısı ile ilgili ayetler gelmektedir.
Allah bu ayetlerde arıların tüm meyvelerden yemelerine dikkat çekmiştir:
“Rabbin
bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları
çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece
Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların
karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir
şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet
vardır.” (Nahl Suresi, 68-69)
Arılar Diğer Tüm Canlılar Gibi Allah’ın İlhamıyla Hareket Ederler
Arılardaki
mükemmel sistemler, akılcı davranışlar, hesaplama, planlama, inşa etme
ve teknolojik bilgilere sahip olma gibi yetenekleri arının tesadüfen
oluşmasının ve varlığını sürdürmesinin asla mümkün olmadığını açıkça
ortaya koyar. Bu nedenle evrimcilerin tesadüf teorilerinin de hiçbir
geçerliliği yoktur. Çünkü yalnızca bu yazıda verilen birkaç örnek bile,
arıların tek bir anda ve tüm sahip oldukları sistemler ile birlikte
yaratıldıklarını ortaya koyar. Allah diğer tüm canlılar gibi arıları da
sahip oldukları üstün yeteneklerle birlikte yaratmıştır. Ve onları
ihtiyaçlarının çok üstünde bal üretmeleri için teknolojik yeteneklerle
donatarak insanların hizmetine sunmuştur. İşte bu özellikler karşımıza
çıkan tek bir gerçeği çıkarır: Arılara bu özellikleri ve şaşırtıcı
yetenekleri veren sonsuz kudret sahibi olan Allah'tır. Allah yarattığı
tüm canlılarda olduğu gibi arılarda da sınırsız ilmini ve örneksiz
yaratışını bizlere gösterir. Bu yaratılışa şahit olan insan için yapacak
tek şey, herşeyin hakimi olan Rabbini yüceltmek ve O'na teslim
olmaktır. Bir ayette yaratılış delillerinin önemi şöyle bildirilmiştir:
“Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4)
Arıların Nektar Toplarken Aynı Çiçek Türünü Ziyaret Etmelerindeki Hikmet Nedir?
Çeşitli
çiçeklerle dolu bir çayırda bal toplayan arılar, bir müddet izlenecek
olursa ilginç bir durum dikkat çekecektir. Arılar her seferde sadece tek
bir çiçek cinsi arasında gidip gelirler. Bir çiçekten diğerine uçarken
başka cins çiçeklere dikkat bile etmezler.
Bazen
günlerce aynı tür çiçekleri bu şekilde ziyaret eden arıların bu
davranışları hem kendileri hem de çiçekler açısından faydalıdır. Bu
durumu şöyle açıklayabiliriz: Bir çiçeğe ilk defa konan bir arı o
çiçeğin yapısını tanımadığı zaman ufak bir nektar damlasını bulmak için
çok uzun bir süre uğraşmak zorunda kalabilir.
Arı ancak aynı çiçeğe
beşinci veya altıncı kere konduktan sonra sürat ve beceri kazanır ve
hedefine kolayca ulaştığı için zamandan kazanmaya başlar.
Bu
durumun çiçekler açısından faydalı olan yönü ise, arıların tek çiçek
türünü tercih etmeleri sayesinde süratli ve güvenilir bir döllenmenin
sağlanıyor olmasıdır. Çünkü bir çiçeğin poleni başka çiçekleri
dölleyemez ve ancak arıların aynı çiçekler arasında yaptıkları turlar
sırasında çiçekler döllenmiş olur. Arılar aynı tür çiçekleri bulmak için
kokudan faydalanırlar.
Arılar
bir kere uğradıkları ve nektar ya da polen topladıkları çiçekleri koku
bırakarak da işaretlerler. Bu sayede kendilerinden sonra buraya gelen
arılar boş yere hem enerji hem de vakit kaybetmemiş olurlar.
Arıların Vücut Yapılarındaki Kusursuz Düzen
Arıların
vücut yapılarında kusursuz bir yaratılış vardır. Arının her organı şu
andaki görevlerini yerine getirebilmesi için özel olarak yaratılmıştır.
Örneğin arının iskeleti son derece sağlamdır. Solunum sistemi havayı
daha iyi kullanarak, dokulara daha fazla besin ulaştıracağı bir yapıya
sahiptir. Kas yapısı ise vücudun her bölgesinde, ihtiyaca göre farklı
özelliklere sahiptir. Örneğin kanatlarındaki kaslarında daha fazla
oksijen sağlamak için diğer kaslarda bulunan dış zar yoktur. Aynı
şekilde koku alma ve tat alma sistemlerinde de arının çiçek toplama gibi
görevlerine son derece uygun yaratılmışlardır. Arıların kusursuz vücut
yapılarının tümü, Allah'ın benzeri olmayan yaratma sanatının, sonsuz
ilminin kanıtlarından yalnızca bir tanesidir. Allah ilim bakımından
herşeyi kuşatmış olduğunu bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
Sizin İlahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır.” (Taha Suresi, 98)
Arıların Diğer Yaratılış Mucizesi Özelliklerine Örnekler
- Aynı kovandaki arılar günde 225.000 çiçeği ziyaret eder. Tek bir arı genellikle günde 50 ile 1000 arasında çiçek gezer. Bazen bu sayı birkaç bini bulabilir.
- Kraliçe arı günde 5-6 dakika arayla 2000 yumurta üretir. Bu şekilde her yıl yaklaşık 200 bin yumurta üretmiş olur.
- 450 gramlık bal üretebilmek için arıların 2 milyon çiçek gezmeleri gerekir. 1 kilo bal üretebilmek için ise dünyanın etrafını 4 kez dolaşacak kadar yol kat ederler.
- Bir arı saatte ortalama 20-25 kilometre hızla yol alabilir.
- Bir araştırmanın sonuçlarına göre, arı beyni, dünyanın en gelişmiş bilgisayarlarından daha hızlı çalışır. Bugün en gelişmiş bilgisayar saniyede 16 milyar işlem yapar. Arı beyninin işlem sayısı ise bunun tam 625 katı, yani 10 trilyondur. Üstelik arı beyni bu kadar fazla işlem yaparken bilgisayardan çok daha az enerji tüketir. 10 milyon arının tükettiği enerji, ancak 100 watt'lık bir ampulü yakmak için harcanan enerji kadardır (Arının beyni 10 mikrowattan daha az enerji tüketir).
- Bazı örümcek türleri Allah’ın, arıların nektarın yerini çabuk bulmaları için, yarattığı çiçeklerin üzerindeki desenleri taklit edip, kendi ağlarını örerken bu desenleri kullanırlar. Böylece arılar uzaktan örümcek ağını çiçek zannederler. Fakat arılar da tamamen savunmasız değillerdir. Çünkü ultraviyole ışığı fark ettikleri gibi, güneşin etrafındaki polarize ışığı da çok hassas şekilde görebilirler. Bu nedenle bulutlu bir günde bile güneşe bakarak evlerinin yönünü bulabilirler. Örümcek ağına çok yaklaşan bir arı, bunu yakalanmadan fark ederse, polarize güneş ışığına bakarak evinin yolunu bulabilir.
14 Haziran 2013 Cuma
Evrim Teorisini Temelden Yıkan Soru: Cansız Moleküller Nasıl Canlandı?
Aslında
evrim teorisi daha yolun en başında, yani “hayat nasıl başladı?” sorusu
karşısında çökmüştür. Fosiller veya türlerin oluşumu hakkında sayısız
spekülasyonlar yapan, sayfalarca hikayeler anlatan evrimciler, “Hayat
nasıl başladı?” sorusu karşısında hayali senaryolar dahi üretemeyerek,
tamamen sessizliğe bürünmektedirler. Çünkü tek bir protein molekülünün
dahi kendiliğinden, tesadüfler sonucunda nasıl meydana geldiğini
açıklamalarına imkan yoktur; cansız moleküllerin nasıl olup da canlı bir
organizmaya dönüştüğü sorusuna verebilecekleri bir yanıt
bulunmamaktadır.
Evrimcilerin en güvendikleri kaynak olan Nature dergisinin online sayfasında, 13 Şubat 2012 tarihli, Brian Switek imzalı bir yazıda bu çaresizlikleri şöyle ifade edilmektedir:
Hayatın
nasıl başladığı doğanın en kalıcı gizemlerinden biridir. Fosiller ve
biyolojik ipuçlarına bakarak bilim adamları ilk hücrenin yeryüzünde dört
milyar yıl önce ortaya çıktığını tahmin etmektedirler. Ancak ortaya
çıkışlarını tam olarak neyin katalize ettiği konusu anlaşılmaz
kalmıştır.
Hayatın
kökenine dair araştırmalar yapan bilim adamları, yaklaşık 50 yıl önce
ilk başarısız deneyini gerçekleştiren Stanley Miller’dan daha fazla
bilgi edinmiş değiller.
Fizik profesörü ve yazar Paul Davies bu konuya Beşinci Mucize: Hayatın Kökeni ve Anlamı Araştırması adlı kitabında şöyle yer vermektedir:
Bu
kitabı yazmaya başladığımda bilimin hayatın kökeni gizemini çözmeye
yaklaştığına inanmıştım… Fakat bu alanda bir-iki sene araştırma
yaptıktan sonra şu anda anlayışımızda müthiş büyük bir boşluk olduğu
kanaatindeyim... Anlayışımızdaki bu boşluk sadece belli teknik detaylar
hakkındaki cehaletimiz değil; önemli bir kavramsal boşluk. [i]
Colorado
State Üniversitesi’nden hücre biyoloğu Franklin Harold da hayatın
kökeni konusunun “bilimin çözülmemiş gizemlerinden” biri olduğunu
söylemektedir. [ii]
Harvard
Üniversitesi biyologlarından Andy Knoll ise, hayatın kökeninin evrim
teorisi ile açıklanamadığını şöyle kabul etmektedir:
Eğer
Yeryüzündeki yaşamın derin tarihi, kökeni, bugün çevremizde gördüğümüz
biyolojiyi oluşturan aşamalar hakkında bildiklerimizi özetlemeye
çalışırsak, burada net bir görüntümüz olmadığını itiraf etmek
durumundayız sanırım. Yaşamın bu gezegen üzerinde nasıl başladığını
bilmiyoruz. Tam olarak ne zaman ve hangi koşullar altında başladığını
bilmiyoruz. [iii]
Bu
açıklamalar, konuyu gazetelerden veya TV programlarından takip eden
insanları şaşırtmaktadır. Çünkü insanların büyük bir kısmı, hatta bunun
içinde bilim adamları da bulunmaktadır, evrim teorisinin hayatın
kökenine dair bir açıklaması olduğunu zannetmektedir. Hatta haber
programlarında veya gazete köşelerinde fikirlerine yer verilen, evrim
teorisini ateşli bir şekilde savunan bazı “acemi evrimciler”, evrim
teorisinin ilk canlılığın nasıl oluştuğunu açıkladığını iddia etmekte,
hatta bunun örneklerini laboratuvarda her gün gördüklerini söyleyecek
kadar ileri gidebilmektedirler. İşte bu kişiler, hiçbir bilimsel delile
dayanmadan, evrim teorisini körü körüne, ideolojik nedenlerle savunan,
bilim ve akılcılıktan uzak kimselerdir. Oysa evrim teorisinin, cansız
atomların nasıl olup da canlandığına, canlı organizmalara nasıl
dönüştüklerine dair en küçük bir açıklaması yoktur. Evrimciler de bunu
gayet iyi bilmekte, ancak büyük çoğunluğu bu gerçeği itiraf
edememektedir. Özellikle Türkiye’deki evrimciler uğradıkları hezimetin
şiddetiyle, tamamen gerçekten uzak iddialarla teorilerini savunma
gayretine girmektedirler.
Paul
Davies, halkın bu gerçekten neden habersiz olduğunu, bilim adamlarının
evrim teorisinin hayatın kökenini açıklamaktan çok uzak olduğunu neden
ifşa etmediklerini şöyle açıklamaktadır:
Kapalı
kapılar arkasında kafalarının karıştığını açık açık kabul etmelerine
rağmen pek çok araştırmacı halka hayatın kökeninin hala anlaşılamadığını
söylemekten rahatsızlık duyuyor. Bu rahatsızlıklarının iki nedenden
kaynaklandığı görülüyor. Öncelikle bunun dini açıklamalara…. kapı
açtığını hissediyorlar. İkincisi cehaletlerini açık açık kabul ederlerse
ellerindeki fonları kaybedeceklerinden endişeleniyorlar.
Davies’in
de belirttiği gibi, cansız atomların şuursuzca, tesadüfler sonucunda
bir araya gelerek canlılığın en küçük yapıtaşları olan proteinleri dahi
meydana getirmelerinin imkansızlığının farkında olan evrimciler, hayatı
üstün bir Akıl ve İlim sahibi olan Allah’ın yarattığı gerçeğini
gizleyebilmek için yaptıkları araştırmaların başarısızlıklarını
insanlardan saklamaktadırlar.
Darwin de, Türlerin Kökeni
adlı kitabında sözde türlerin birbirlerine nasıl evrimleştiklerine dair
spekülasyonlar üretmiş olmasına rağmen, ilk canlılığın nasıl
başladığına dair spekülasyon dahi üretememiş, hayatın kökeniyle ilgili
bir kitap veya makale yazmamıştır.
Darwin’den
sonra da hiçbir evrimci canlılığın ilk olarak nasıl başladığını, ilk
hücrenin, hatta ilk proteinin dahi tesadüfler sonucunda kendiliğinden
nasıl oluşabildiğine dair bir açıklama getirememiştir.
Günümüzde
evrim teorisinin en önde gelen savunucularından olan Richard Dawkins
dahi, ilk proteinin tesadüfen oluşmasının elbette ki imkansız olduğunu
itiraf ederek, yaşamın uzayda bir yerde, ÜSTÜN BİR AKIL tarafından yaratıldığını söylemektedir.
Bir
bilim adamının, proteinler gibi olağanüstü komplekslikteki bir
Yaratılış harikasını “uzaylıların yaptığı” gibi akıl almaz bir iddiayla
ortaya çıkması, elbette ki Darwinist bilim dünyası açısından içler
acısıdır. Fakat çok daha mantıksız bir iddianın –tesadüflerin-
savunuculuğunu yapmaktansa, canlı varlıkların uzayda üstün bir akıl
tarafından var edildiği iddiasını savunmak, Dawkins’in gözünde de
Darwinizm’in bittiğinin göstergesidir. Zaten eldeki muhteşem Yaratılış
delilleri karşısında hala Darwinizm’i savunuyor olmak aklı başında ve
dürüst bir insan için mümkün değildir.
“İlk canlı organizma çok basitti” iddiası nasıl çürüdü?
Yukarıdaki
satırlarda da bahsettiğimiz gibi, evrimciler, ilk canlılık nasıl oluştu
sorusuna bilimsel bir yanıt veremezler; ilk canlılığın sözde “ilkel”,
“basit” yapılı bakteriler olduğunu söyleyerek, sanki cansız maddelerin
tesadüfler sonucunda bir araya gelip bu sözde ilkel organizmaları
oluşturmalarının çok kolay olduğu izlenimi oluşturmaya çalışırlar.
Ne
var ki, biyokimya, moleküler biyoloji, genetik gibi alanlardaki hızlı
gelişmeler, evrimcilerin bu iddialarının da bilimsel hiçbir tutarlılığı
ve geçerliliği olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Örneğin
bazı bilim adamları, genom araştırmaları kapsamında, yaşam için gereken
minimum gen gerekliliğini hesaplayan çalışmalar yaptılar. Yani bir
organizmanın canlı özelliği kazanması için en az kaç proteine veya hangi
kimyasal süreçlere ihtiyacı olduğunu hesapladılar. Bu araştırmacıların
büyük bir kısmı, kendilerince, ilk canlı organizmanın aslında kompleks
olmasına gerek olmadığını, tesadüfen oluşabilecek kadar “basit”
özelliklere sahip olduğunu göstermeyi umdular. Ne var ki elde ettikleri
sonuçlar bu umutlarını da yok etti. Yaşam için gereken minimum
özelliklerin dahi son derece kompleks ve tesadüfen elde edilemez
olduğunu bir kez daha gördüler.
Söz
konusu bilim adamları öncelikle en az kompleksliğe sahip olduğu bilinen
prokaryot (tek hücreleri) canlılara yöneldiler. Biyokimyacılar, bir
organizmanın genom büyüklüğünü o türün kompleksliğinin ölçümü için
kullanmaktadırlar. (Genom, DNA’nın nükleotid dizileri (harfleri) ile
yazılmış organizmanın tüm kalıtımsal bilgisidir.) Bir organizmanın
genomunda bulunan bilgiler, hücredeki makinaların protein yapmak için
kullandıkları talimatlardır.
Proteinler,
hücrenin hem yapısında hem de tüm işlevlerinde yer alırlar. Bir
organizmada bulunan proteinlerin sayısını ve türünü belirlemek,
biyokimyacılara bu organizmanın yapısı, işlevleri ve dolayısıyla
kompleksliği hakkında önemli bilgiler verir.
Prokaryotlarda
genellikle bir gen bir protein üretir. Bu nedenle prokaryotların
genomunda bulunan genlerin sayısı ve türü, bu organizmada bulunan
proteinlerin sayısını ve türünü bize verir. Ve bu ilişki nedeniyle genom
büyüklüğü, bir prokaryot hücrenin biyolojik kompleksliğinin önemli bir
kriteridir.
Yaşam için gerekli olan minimum komplekslik
Biyokimyacılar,
yaşamın minimum kompleksiliğini anlamak için tespit edilen genom
dizilerine baktılar ve bugüne kadar tespit edilen en az kompleksliğe
sahip organizmanın Pelagibacter ubique adlı bakteri olduğu
belirlendi. Bu bakteri 1354 gen ürününe, yani protein, ribozomal ve
transfer RNA gibi fonksiyonel RNA’lara sahiptir.
Bu
durumda açıkça görülmektedir ki, evrimcilerin sözde en basit
organizmalar dedikleri canlılar dahi son derece komplekstirler. Yani
evrim teorisinin iddia ettiği gibi, cansız maddeler kendi aralarında bir
şekilde organize olup canlılığı oluşturmuş olamazlar. Evrim teorisi tek
bir proteinin dahi nasıl oluştuğunu açıklayamazken, yaklaşık 1350
proteinin oluşup, bir şekilde bir araya gelip ilk canlı organizmayı
oluşturduğunu açıklamak zorundadır. Bunun imkansızdan da öte olduğu son
derece açıktır.
Artık
bilinmektedir ki, yeryüzünde meydana gelen ilk yaşam kimyasal açıdan
son derece kompleksti. Araştırmacılar hayatın en minimal formunda dahi,
hücre içerisinde organize olmuş şaşılacak sayıda protein bulunduğunu
keşfetmiş oldular.
Evrim
teorisi tek bir proteinin daha nasıl oluştuğunu açıklayamazken, “ilkel”
olduğunu iddia ettiği ilk tek hücreli canlıda bulunan yüzlerce
proteinin nasıl var olduğunu ve bir araya gelerek kusursuz bir sistemi
nasıl tesadüfler sonucunda oluşturabildiğini kesinlikle açıklayamaz.
Kaldıki yaşam tarihi incelendiğinde en küçük genoma sahip olan Pelagibacter ubique’in
yaratılmış ilk canlı olmadığını yaşama ilk başlayanların bakteriler
aleminin en kompleks üyesi olarak nitelendirilen siyanobakteriler olduğu
görülmektedir. Zira hayat kaynağımız oksijen ve bitkilerdeki azotun
tedarikçisi olan bu bakteriler, yaşam çevriminin ilk basamağını
oluşturmaktadırlar.
Evrim
teorisinin içinde bulunduğu bu son derece açık açmazı daha da iyi
anlamak için, tek bir protein molekülünün oluşması için hücre içinde
gerçekleşen olaylar zincirini hatırlatmakta fayda vardır. Proteinleri
proteinlere ürettiren bu muhteşem sistemin, sonsuz bir ilim ve akıl
sahibi olan Yüce Allah tarafından yaratıldığı son derece açıktır.
1 Haziran 2013 Cumartesi
Yüce Allah’ın Bir Lütfu: Şekil Hafızasına Sahip Metaller
-
Doğada şekil hafızasına sahip madde var mıdır?
- Metallerin şekil hafızası nasıl çalışır?
- Bu metaller hangi alanlarda kullanılır ve nasıl elde edilir?
Metallerdeki şekil hafızasının keşfi 1960’lı yılların başına dayanmaktadır. Nikel-titanyum alaşımları ilk olarak 1962-1963 yıllarında Naval Ordnance Laboratuvarı’nda geliştirilmiş ve NİTİNOL markasını almıştır. Bu alaşımların dikkat çekici özellikleri hiç beklenmedik bir biçimde keşfedilmiştir. Alaşım numuneleri, bunların deforme olması için ne kadar gücün gerektiğini ölçmek amacıyla çekiçlerle ezilerek dayanıklılık testlerine tabi tutulmuştur. Alaşımda birkaç darbe oluşturulduktan sonra araştırmacılar numuneleri pencere kenarına bırakıp öğle yemeğine çıkmışlardır. Döndüklerinde zarar gören bölgelerin “kendi kendilerini” düzelttiklerini fark etmişlerdir. İşte insanlık için pek çok yarar sağlayabilecek bu büyük keşif, Allah’ın yarattığı bu olay sonucu gerçekleşmiştir.
Bu sıradışı metalin eski şeklini alma özelliği ona ısı verme veya daha yüksek ortam sıcaklıklarına tabi tutulması ile ortaya çıkar. İşte bu şekil hafızalı alaşımlar, depreme dirençli bina ve köprü tasarımları için benzersizdir. Çünkü bu alaşımlar kalıcı deformasyona veya ciddi hasara uğramadan enerjiyi dağıtma-yayma özelliğine sahiptir.
Araştırmacılar şekil hafızalı alaşımların güçlü bir hareket yükü karşısında nasıl davrandıklarını ölçebilmek için termodinamik ve mekanik denklemleri birleştiren bir model oluşturdular. Bu modeli şekil hafızalı alaşımların kablo, bar, plaka ve helezonik yay gibi çeşitli bileşenlerdeki değişik yüklemelere nasıl tepki verdiğini analiz etmek için kullanmakta ve deprem uygulamaları için optimum karakteristikleri tespit etmeyi amaçlamaktadırlar.
En Sık Kullanılan Şekil Hafızalı Alaşımlar
En
sık kullanılan şekil hafızalı alaşımlar bakır-çinko-aliminyum-nikel,
bakır-aliminyum-nikel veya nikel-titanyumdur. En çok kullanılan ise
50/50 atomik yüzde oranında nikel ve titanyum ihtiva eden alaşımdır.
Alaşım elemanlarının durumuna göre şekil hafızalı olma özelliği gösteren
malzemeden yapılmış bir elemana çekme, basma veya burma şeklinde %
6-7’lik bir şekil değişimi verildikten sonra kritik bir sıcaklığın
üzerinde ısıtılırsa, bu eleman başlangıçtaki şekline geri döner ve
dönmemesi için zorlanacak olursa 70 kg/mm2’ye varan bir gerilme
oluşturabilir.
Şekil hafızalı alaşımların bina ve köprülerdeki potansiyel kullanım
yerleri ise mil yatakları, kolonlar, kirişler veya kolon ve kirişler
arasındaki bağlantı elemanlarıdır. Fakat bu tip malzemelerin
kullanımından önce, aşırı veya tekrarlanan yüklerin bu malzemeler
üzerindeki etkileri detaylı bir şekilde araştırılmalıdır.
Şekil hafızalı malzemeler makine, elektronik, kimya gibi endüstri
dallarında bağlantı elemanı, sızdırmazlık elemanı, kıskaç, elektrik
anahtarı gibi çeşitli şekillerde kullanılmaya başlanmışlardır. Şekil
hafızasına sahip metallerin yaşamımızdaki yeri her geçen gün
artmaktadır.
Şekil Hafızasına Sahip Metallerin Yaşamımızdaki Yeri
Yüce Allah, insanlara dünya üzerinde pek çok nimet sunmuştur. “Şekil
hafıza”sına sahip metaller de bunlardan biridir. Metallerdeki bu
özellik, günlük yaşamı kolaylaştıracak pek çok teknolojik ürünün
geliştirilmesine olanak sağlamıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
- Açık kalp ameliyatları ve sinir sistemi cerrahisinde kullanılan ekipmanlar.
- Kan damarlarına yerleştirilerek pıhtıların yakalanması görevini gören malzemeler.
- Çok büyük deformasyonlara bile karşı koyabilen ve eski haline dönerek zarar görmeyen süper elastik gözlük çerçeveleri.
- Dişlerin estetik görünümündeki deformasyonları düzeltme görevi gören kavisli teller.
- Yangın durumunda, yanıcı ve zehirli gazların çıkışını kapatacak şekilde üretilmiş olan güvenlik valfleri.
- Şekil hafızasına sahip olan metallerin kullanım alanlarından biri de kan damarlarıdır. Kan damarlarına yerleştirilen filtreler, pıhtıların yakalanmasını sağlayarak kişiyi hayati tehlikelerden korur. Bu işlem için nikel-titanyum alaşımlı telden imal edilmiş olan çapa biçimindeki filtre, damar içine sokulmadan evvel düz bir tel haline getirilir. Damar içine yerleştirildikten sonra tel, vücut ısısı ile harekete geçerek filtre fonksiyonu sağlayacak orijinal şekline döner ve toplardamarın içinden geçmekte olan pıhtıları tutar. Şüphesiz filtrenin hammaddesinin yüksek ısı yardımıyla şekil hafızasından faydalanabiliyor olması, Rabbimiz’in insanlara sunduğu nimetlerinden yalnızca biridir.
“Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp- düşünmez misiniz? Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nahl Suresi, 17-18)
21 Mayıs 2013 Salı
Yaşamın Ritmi: Tiroid Bezleri
Günümüz fabrikalarında ve modern sanayi tesislerinde gündemde tutulan en önemli nokta "verim"dir. Fabrikanın her bölümünün ideal bir hızda çalışması gerekir. Ancak birimlerin hızlı çalışmaları tek başına yeterli değildir. Her birimin bir diğeri ile uyum içinde olması gerekir. Bir birimin diğerlerinden çok daha hızlı çalışması tek başına değerlendirildiğinde ilk anda daha avantajlıymış gibi gelebilir. Ancak genel planlama göz önünde bulundurulduğu zaman bu durumun faydadan çok zarar getirebileceği görülecektir. Bu nedenle fabrikalarda iyi bir planlama ve yüksek verim sağlamak için endüstri mühendisleri, işletmeciler ve çok sayıda uzman personel çalışır. Şimdi bir kez daha hep birlikte dev bir fabrika hayal edelim: Bu fabrikada milyonlarca farklı ürün üretilsin. 24 saat hiç ara verilmeksizin fabrika çalışsın. Ve bu fabrikada insanın hayal gücünün ötesinde sayıda işçi çalışsın; 100 trilyon işçi.
Şüphesiz böyle bir fabrikanın üretim planını yapmak, hangi işçi gruplarının hangi hızda en verimli şekilde çalışacaklarını hesaplamak için bir mühendisler ve işletmeciler ordusu gerekecektir. Böyle bir fabrika ilk anda hayal ürünü gibi gelebilir. Oysa gerçek hayatta böyle bir fabrika vardır. Ancak bu fabrikada işletmeciler ve mühendisler görev yapmaz. Fabrikanın elemanları küçük bir organımızdan ve hormonlardan ibarettir. Söz konusu fabrika insan vücududur. Bu fabrikanın veriminden sorumlu yönetici tiroid bezidir. Tiroid bezi salgıladığı tiroksin hormonu yardımıyla 100 trilyon hücrenin çalışma ritmini teker teker düzenler, hızlarını ayarlar. Besinlerin hücreler tarafından enerjiye çevirim hızlarını belirler. Bu da yediğimiz besinlerden hangi verimle faydalandığımızı tespit eder.
Örneğin genç insanların, özellikle yetişme çağındaki insanların çoğu oldukça yüksek bir metabolizma hızına sahiplerdir ve yedikleri besinleri hızla enerjiye çevirirler. Bir başka deyişle, yedikleri besinleri kolay yakar ve kilo almazlar.
Yaş ilerledikçe genellikle kişinin iştahında bir farklılık olmaz; ancak aynı miktarda besin yendiği halde gençlik dönemlerine göre kilo alınır. Bunun sebebi, gençlik döneminde vücut hücrelerinin besinlerden daha yüksek bir verimle enerji elde etmeleridir. Yaşlılık dönemine girildiğinde hücrelerin besin yakma işlemindeki verimleri düşer ve yakılamayan besinler yağ olarak vücutta depolanır.
Hücreler Üzerindeki Sıkı Kontrol
Konunun başında verdiğimiz fabrika örneğini tekrar ele alalım. Eğer bir fabrika sahibi olsaydınız, sizin için çalışan işçilerin en verimli şekilde çalışmalarını, bunu yaparken de kendi sağlık ve güvenliklerine dikkat etmelerini sağlamaya çalışırdınız. Fabrikanızda çalışan işçilerin bir bölümü hiçbir mazeretleri olmadığı halde yavaş çalışsalardı bu, elbette fabrikanın verimi açısından iyi olmazdı. Eğer işçilere hangi işi hangi hızda yapmaları gerektiğini söyleyen bir idareci bulunmazsa, bir süre sonra fabrikanın üretiminde de aksamalar görülürdü.
Aynı şey vücudumuz için de geçerlidir. Eğer hücrelerinize hangi hızda çalışmaları gerektiğini söyleyen bir idareci bulunmazsa, sonuç bedeniniz için iyi olmayacaktır. Bu durumda hücre faaliyeti yavaşlayacak, yediğiniz besinler hızla yağa çevrilecek, kolunuzu kaldıracak haliniz kalmayacaktır ve bütün vücudunuz iflas noktasına gelecektir. Bu durum zeka geriliğine neden olacak rahatsızlıklara kadar varacaktır. Nitekim tiroksin hormonu az salgılandığı zaman "miksödem" isimli bir hastalık ortaya çıkar ve söz konusu belirtiler görülür. Ancak siz farkında bile değilken tiroid beziniz sizin için çalışır ve tiroksin hormonu salgılar. Bu hormon 100 trilyon hücrenizin her birini teker teker bulur ve tembellik etmelerini engeller. Böylece siz de günlük hayatınızı normal şartlar altında sürdürebilirsiniz.
Tiroksin Hormonunun Vücuttaki Etkileri
Tiroksin hormonu yalnızca hücrelerinizin tembellik etmelerini engellemekle kalmaz, aynı zamanda gereğinden fazla çalışmalarını da engeller. Eğer vücut hücreleri olması gerekenden daha hızlı çalışırsa ne olur? Bu durum, tiroksin hormonunun fazla salgılandığı "toksik guatr" hastalığında görülür. Vücuttaki organların çalışma hızı artar, vücut ısısı ve kan basıncı yükselir, kilo kaybı gerçekleşir, terleme artar ve kişi genellikle sinirli davranışlar gösterir. İnsanın göz küresi dışarı doğru fırlar. Bu durum ileri vakalarda körlüğe ve hatta kalp yetersizliğinden dolayı ölüme dahi neden olabilir. Peki bu hormonu üreten tiroid bezi, vücudumuzdaki hücrelerin hangi hızlarda çalışmaları gerektiğini nereden bilmektedir?
İnsanın kendisi dahi vücut hücrelerinin hangi hızda çalışmaları gerektiğini bilmez. Hatta insanların çoğu vücut hücrelerinin bir çalışma hızı olduğundan dahi haberdar değildir. Eğer insan, kendi hücrelerinin çalışma hızlarına müdahale etmek istese, kendi iradesi ile hücrelerine kesinlikle söz geçiremez. Bunun için ya tıbbi bir yardım olması ya da herhangi bir ilaç kullanılması gerekir. Çünkü hücrelerin çalışma hızları insanın kendisinin değil, küçücük bir et parçasının, tiroid bezinin kontrolü altındadır.
Peki tiroid bezi ve tiroksin hormonu bu üstün akla nasıl sahip olmuştur? Hücrenin içinde bulunan ve insanoğlunun halen nasıl çalıştığını araştırdığı yüzlerce farklı sistemin hangi hızda çalışması gerektiğini nereden bilmektedir?
İnsanoğlu bu sistemlerin nasıl çalıştığını daha anlamaya çalışadursun, tiroid hormonu bu sistemin bütün detaylarını ve hatta bu sistemin hızını artırmak için nasıl bir müdahalede bulunulması gerektiğini çok iyi bilmektedir. Buna uygun molekülü üretmekte ve hücrelerin her birine teker teker göndermektedir. Bu durumda tiroid bezini oluşturan ve tiroksin hormonunu üretmekle görevli hücrelerin insandan çok daha üstün bir akla sahip olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Ancak burada unutulmaması gereken çok önemli bir nokta vardır. Vücuttaki bütün hücreler gibi tiroid bezini oluşturan hücreler de herhangi bir akıl veya şuur sahibi değildirler. Tiroid hormonu da cansız ve şuursuz atomlardan oluşur. Ama bu hormonu salgılayan hücreler, çekirdeklerinde yazılı bulunan ve insan aklının sınırlarını aşan mükemmel bir genetik programa göre hareket ederler. Bu durumda yaratılış mucizesinin büyüklüğü daha da açık bir şekilde ortaya çıkar.
Sonsuz akıl ve ilim sahibi olan Allah, vücut hücrelerini, bu hücrelerin çalışma sistemlerini belirleyen genetik programı en mükemmel şekilde yaratmıştır. Bu genetik programı okuyan ve değerlendiren hücre içi sistemleri yaratan da Allah'tır. Tiroid bezini oluşturan hücrelerin genetik programlarına da diğer hücrelerin çalışma sistemlerini hızlandıracak olan hormonun moleküler formülünü belirleyen de Rabbimiz'dir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
"Allah, herşeyi gözetleyip denetleyendir." (Ahzab Suresi, 52)
18 Nisan 2013 Perşembe
Bitkilerin Besin Değerini Hesaplayan Geyikler
Ren geyikleri sürekli hareket halinde olan canlılardır.
Likenlerde bu protein yoktur. Besinlerin özellikleri; bulundukları enleme, yüksekliğe ve toprağın özelliklerine göre değişir. Yüksek enlemdeki bitkiler, hem protein ve mineral bakımından zengin hem de kolay sindirilebilir özelliktedir. Ancak bu, her mevsim için geçerli değildir. Sadece yaz sezonunun başında bitkiler bu özellikleri taşırlar. Bunu biliyormuşçasına Rren geyikleri yazın başlamasıyla beraber bu alanlara giderler.
Yaz ilerledikçe bu bitkilerin besin değerleri de gittikçe azalır. Isı düşüp yerler karla kaplanmaya başladığında en uygun besin yine likenlerdir ve bu nedenle kışlık alanlara doğru geri göç başlar. Bu canlıların bir botanikçi, bir coğrafyacı gibi düşünüp, “hangi enlemde hangi bitki ne zaman yetişiyor?”, “bu bitkinin içeriğini ne oluşturuyor?”, “kendisinin hangi besin kaynağına ihtiyacı var” ve “o bölgeye ulaşmak için hangi yöne doğru gitmesi gerekiyor?” gibi soruların cevaplarını bilmeleri imkansızdır. Fakat bu canlıların tamamı yaşamlarını sürdürebilmek için gerekli olan davranışları eksiksiz yerine getirmektedirler. Bu durum davranışlarının kendilerine sürekli olarak ilham edildiğini açıkça göstermektedir.
Yüce Allah yarattığı varlıkları sonsuz merhametiyle koruyandır. Bedenlerinin eksiksizce yaşam koşullarına uygun yaratılması dışında geyiklerin hareketlerini de Allah kesintisizce an an ilham etmektedir. Bu canlılar Allah’ın ilhamıyla yaşamlarını sürdürürler ve Allah’ın sonsuz kudretinin delillerinden yalnızca biridir:
“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) Yaratan’dır. O, bir
işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “OL” der, o da hemen
oluverir.” (Bakara Suresi, 117)
16 Mart 2013 Cumartesi
Renk Veren Moleküller: Pigmentler
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.
Allah, her şeye güç yetirendir.
(Al-i İmran Suresi, 189) |
Daha önceki bölümlerde maddelerde bulunan pigment moleküllerinin
farklı atom özellikleri nedeniyle ışıkları farklı şekillerde
yansıttıklarından ve bu sayede renk tonlarının ortaya çıktığından
bahsetmiştik. Etrafınıza yine şöyle bir bakın. Gözünüzün gördüğü
alanda ne kadar çok farklı renk varsa, bu o kadar farklı sayıda
pigmentin varlığını gösterir. Çünkü çevremizde gördüğümüz
her şeyin rengi, maddelerin yapısında bulunan pigmentlere
bağlıdır. Bitkilerin yeşil rengi, derinizin rengi, gözünüzün
rengi, hayvanların rengi kısacası tüm renkler hep pigmentlerin
yapısal özelliğinden kaynaklanır.
Pigment Nedir?
Pigmentler hem gözümüzde hem de nesnelerin genellikle
dış yüzeylerinde bulunarak renklerin oluşmasını sağlayan özel
moleküllerdir. Pigment moleküllerinin harekete geçmesi için belirli bir
enerji gereklidir. Elbette ki renklerin oluşmasındaki diğer tüm
aşamalarda olduğu gibi, pigmentlerle ışık arasında da yine kusursuz bir
uyum vardır. Çünkü yeryüzüne ulaşan "görünür ışık", canlılarda renk
molekülü olarak bilinen "pigment" molekülleri için özel olarak
tasarlanmıştır.
Bundan başka insan gözü de buna uygun bir yapıya sahiptir.
Gözümüzün retinasında bulunan koni hücrelerinin de üç ana
rengi, yani kırmızı, yeşil ve maviyi algılamasının nedeni
de içlerinde bulunan özel pigment molekülleridir. Bu pigmentlerin
renkli bir dünya görmemiz için gerçekleştirdikleri en hayati
işlem kendilerine gelen ışığın "renk" enerjisini elektrik
sinyaline çevirmeleridir. Yani renk diye bildiğimiz her şey
aslında bu pigmentlerin kendilerine gelen ışığın dalga boyunu
elektrik sinyali olarak beyne iletmeleridir.
Görünür ışığın sahip olduğu enerji düzeyi, canlıların derilerinde,
derilerini kaplayan pullarında, tüylerinde veya kürklerinde
bulunan pigment moleküllerini harekete geçirmek için gereken
enerji düzeyine eşittir. Görünür ışığın aralığı içinde olan
ve belirli renklere karşılık gelen dalga boyları bu pigmentleri
harekete geçirerek canlıların renklerini oluştururlar.
Görüldüğü gibi canlıların hem görme merkezlerinde hem
de vücutlarında bulunan pigmentler, işleyen diğer vücut sistemleriyle
birlikte tam bir uyum halindedirler. Bir canlının görme merkezinde özel
bir pigment molekülünün bulunmaması veya gerektiğinden az bulunması onun
çevresindeki renkleri ayırt edememesine neden olur.
Burada üzerinde durulması gereken nokta bu özel
moleküllerin canlıların derilerinde nasıl oluştuğu sorusunun cevabıdır.
Bu sorunun cevabını da yine sorular sorarak verebiliriz. Canlılar
yeryüzüne ulaşan özel ışık tayfının özelliklerini bilip ona göre özel
pigment molekülleri seçerek mi bu renklere sahip olmuşlardır? Elbette
böyle bir tesadüfün gerçekleşmesi ihtimali sıfırdır. Bu özel moleküller
canlıların derilerine bilinçli bir tasarımla yerleştirilmiştir. Açıktır
ki ne canlıların böyle bir işlemi kendi iradeleriyle gerçekleştirmeleri,
ne de kontrolsüz tesadüflerin böyle bir oluşum meydana getirmesi mümkün
değildir. Çünkü söz konusu uyum ancak her şeyi kontrol altında tutan
bir İrade'nin yaratmasıyla gerçekleşebilecek bir uyumdur. Allah her
canlıyı kendine has çok detaylı özelliklere sahip olarak yaratmıştır.
Canlı cansız her nesne kendi özelliğine uygun pigmentlere sahiptir.
Pigmentler ışığı kendi moleküler yapılarına göre seçici bir şekilde
emerler. Her pigment ışığa karşı aynı tepkiyi vermez. Bundan dolayı da
aynı kimyasal reaksiyonu gerçekleştirmez ve aynı rengi oluşturmaz.
Örnek olarak bitkilerin yeşil görünmelerine neden
olan pigment moleküllerini yani klorofilleri verebiliriz. Bu pigmentler
güneşten gelen belirli dalga boylarını emerler ve yeşil rengi veren
dalga boyundaki ışığı yansıtırlar. Bitkilerdeki pigment molekülleri olan
klorofiller, dalga boylarının özelliği nedeniyle yeşil görünen
fotonları yansıtırlar. Aynı zamanda güneş ışığından aldıkları enerji,
bitkilerin tüm canlıların besin kaynağı olan karbonhidratları
üretmelerini sağlar.12 Farklı pigment molekülleri de kendi moleküler
özelliklerine göre belirli dalga boylarındaki renkleri yansıtırlar ve
farklı kimyasal reaksiyonlar meydana getirirler.
Doğada oldukça fazla pigment çeşidi vardır. Pigment
moleküllerinin canlılık için özel olarak tasarlanmış olduğunu görmek
için sadece birkaç tane örnek vermek yeterli olacaktır.
Pigment Çeşitlerinden Örnekler: Koruyucu
Renk Kaynağı Melanin
Canlı gözleri gerçekte ışığa karşı son derece
hassastır ve olumsuz yönde çok kolay etkilenebilir. Ama biz gözlerimizde
Allah tarafından özel olarak yaratılmış olan destek sistemler sayesinde
güven içinde güneşe bakabiliriz, etrafımızı rahatlıkla görebiliriz. Bu
destek sistemlerden bir tanesi de gözlerde bulunan pigment
molekülleridir.
Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi melanin maddesinin görevlerinin her biri, bize bu maddedeki özel tasarımı göstermektedir.
Bu mükemmel maddenin nasıl ortaya çıktığı sorusuna
verilecek cevap kuşkusuz ki böyle kusursuz bir yapıya sahip olan çok
fonksiyonlu bu maddenin tesadüfen ortaya çıkmasının imkansız olduğudur.
Melanin maddesi, evrendeki her şey gibi Allah tarafından insanlara fayda
verecek şekilde özel olarak yaratılmış bir maddedir.
Canlı Renklerin Kaynağı Karotenoidler
Karotenoidler (ve lipokromlar) sarı, kırmızı ve
portakal rengini yansıtan ve bitkiler tarafından sentezlenen pigment
molekülleridir. Hayvanların bu pigmentten faydalanması ise ancak
bitkilerle beslenmeleri yolu ile gerçekleşir.
Zehirli süngerler, deniz laleleri, zehirli deniz hıyarları
ve bazı yumuşakçalar bünyelerinde barındırdıkları karotenoid
maddesinin bir sonucu olarak ya kısmen ya da tamamen sarı,
kırmızı veya turuncu renklere sahiptirler. Bundan başka kelebeklerin
kanatlarında ve kuşların gagalarındaki sarı kısımlarda da
karotenoid maddesi mevcuttur. Bazı böceklerde özel bezler
sarı ve kırmızı renk salgılar. Bu bileşikler genelde mat yeşildir
hatta renksizdir, ama zehirli böceklerin kanında parlak sarı
bir renge dönüşür. Bu renkler düşmanlara karşı bir uyarı niteliği
taşımaktadır. Bundan başka karotenoidler, bazı böceklerin
vücutlarında zehirli bileşiklere dönüşürler, böylece hem silah
hem de uyarıcı olarak ikili bir görev yaparlar. Allah'ın yarattığı
bu özel sistem sayesinde pek çok canlı yaşamını rahatlıkla
sürdürür.
Buraya kadar doğada var olan pigment çeşitlerinden sadece birkaç
tanesini inceledik. Bu incelemeler ışığında vardığımız sonuç
pigmentlerin, bu pigmentleri oluşturan atomların, oluşan renklerin
tümünde kendini gösteren özel tasarımın varlığı oldu. Bu üstün
tasarımın sahibi tüm alemlerin Rabbi olan Allah, doğada yarattığı
benzersiz renk sanatı ile bize Kendisi'ni tanıtmaktadır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)