A9 TV Canlı Yayın

25 Haziran 2012 Pazartesi

Ağaçlar Uzar, Ama Nereye Kadar?


Kuzey Arizona Üniversitesi’nden araştırmacılar, dünyanın en uzun ağaçları üzerinde yaptıkları çalışmada ağaçların büyümesini kontrol eden faktörleri ortaya çıkardılar. (1)(2)
 
 
Ağaçta apaçık bir tasarım vardır. Ağacı meydana getiren hücreler; kök, gövde, kabuk, su kolonları, dallar ve yaprakları oluşturacak şekilde organize olmuştur. Hücreler ağacın yaşamını sürdürmesi için gerekli fonksiyonları yerine getirecek parçaları oluşturmakta, bu parçalar arasında da sistemli bir işbirliği yürütülmektedir.
 
Ayrıca bir ağaç, kimyasal üretim yapan dev bir fabrika gibidir. Burada çok karmaşık kimyasal işlemler, kusursuz bir plan dahilinde yürütülür. Bu işlemleri yürüten organların bilgisayar gibi hesaplamalar yaptığına dair deliller mevcuttur. (3)
 
Bir ağaçla ilgili en çarpıcı gerçeklerden biri, bu organizasyon ve sistemlerin bilgisinin, ağaç henüz küçük ve yuvarlak bir tohum halindeyken, DNA’sına yüklenmiş olmasıdır. Tohum, DNA’sında yüklü talimatları izleyerek kendisiyle görünüm ve ebat açısından hiçbir benzerlik taşımayan dev bir yapya dönüşür. Bir tohumun toprağa düştükten ve biraz nemlendikten sonra kök salıp dallanarak bir ağaca dönüşmesi, Allah’ın kusursuz yaratmasının apaçık bir göstergesidir.
 
Bu mucizevi canlıda büyümenin bir noktadan sonra durması da Allah’ın yeryüzünde varettiği dengenin bir parçasıdır. Eğer ağaçları meydana getiren hücreler, kontrolsüz bir şekilde durmadan büyüyor olsalardı yeryüzünde yaşamın yok olmasına varan sonuçlar ortaya çıkabilirdi.
 
Ağaçların ne kadar uzayabileceklerini belirleyen faktörleri araştıran bilim adamları, dünyanın en uzun ağaçları üzerinde ilgi çekici bir çalışma gerçekleştirdiler. Yüksekliği yüz metreyi aşan ağaçların tepelerine tırmanan araştırmacılar, ölçümler yaparak bu faktörlere dair ipuçları aradılar.
 
Dünyanın en yüksek ağacı olma ünvanını elinde bulunduran 112.7 metrelik dev servi ağacı (Sequia sempervirens) da dahil olmak üzere, en yüksek beş ağaç üzerinde incelemeler yaptılar. Bu yükseklikteki bir ağacın boyu, 30 katlı bir binanın boyuna denk geliyor.
 
Bilim adamları daha önceleri, ağacın yüksekliğini belirleyen temel faktörün, yüksekliğin getirdiği mekanik gerilimlerde yattığını düşünüyorlardı.

Ama ağaçların bu gerilimlerin etkisini giderecek şekilde ve oldukça sağlam bir tasarıma sahip oldukları anlaşıldı. Bu durum çalışmaların, suyu yükseklere taşıma kapasitesine odaklanmasına yol açtı. Kuzey Arizona Üniversitesi’nde çevrebilimci olarak görev yapan George Koch ve ekibince gerçekleştirilen söz konusu çalışmada bu yönde bulgular elde edildi. Araştırmacıların doğal ortamda ve laboratuvarda yaptıkları bağlantılı çalışmalar, ağaçların maksimum yüksekliğini kontrol eden temel faktörün ‘ağaç tepelerine su tedariki’ olduğunu ortaya koydu.
 
Su, ağaçların tepesine buğulaşma (transpiration) yoluyla, yani yaprakların yüzeylerindeki gözeneklerden buharlaştığı şekilde ulaşır.

Buğulaşma, suyu köklerden ve ağacın içinden en zirveye kadar, odunsu dokudaki hücreler boyunca taşır. Suyun bu hareketi, yerçekimi ve sürtünme kuvvetlerini aşar ve yukarı doğru bir kolon halinde devam eder. Suyun hareketine karşı koyan yerçekimi ve sürtünme kuvvetleri zirvede maksimum olduğu için, suyu yukarı iten kuvvet de zirvede maksimum değerine ulaşır. Su kolonları bu gerilime bir dağılma eşiğine kadar dayanabilir. Bu eşik, kolon halindeki suyun içinde hava kabarcıklarının ortaya çıkıp onu kesintiye uğratarak dağıttığı noktayı ifade eder ve bu durum bitki biliminde ‘embolizm’ olarak isimlendirilir.
 
Koch ve arkadaşları, en yüksek servi ağaçlarının tepesinde su kolonunun üzerindeki maksimum gerilimi ölçtüler. Bu ölçüm, maksimum gerilimin embolizm noktasına yakın olduğunu ortaya çıkardı. Bu gerilim değeri aynı zamanda ağacın ne kadar uzayacağına etki eden bir kontrol faktörüydü. Çalışmada ağaçların yüksekliğini belirleyen üç faktör daha ortaya çıkarıldı.
 
Ağaçların tepesine ulaşan su, normalde hücre gelişimi için itici etki oluşturuyor. Ancak ağacın tepesine doğru yerçekimi ve sürtünmenin etkisinin artması, su akışı kapasitesini azaltarak tepelerdeki hücrelerin küçük olmasına ve kalın duvarlara sahip olmasına yol açıyor. Bunun sonucunda tepelerdeki yapraklar da küçük ve kalın oluyorlar. Servi ağaçlarının tepesinde, yaprak kalınlığı en yüksek değerde. Bu da, ağacın gelişiminin büyük ölçüde engellendiğine işaret ediyor. Böylece tepelerde artan yaprak kalınlığı, yüksekliği kontrol eden ikinci bir faktörü oluşturuyor.
 
Tepelerdeki kalın ve küçük yapraklar, bu bölgede yapılan fotosentezi de azaltmış oluyor. Fotosentez verimini azaltan bu etki, ağacın yüksekliğinde üçüncü faktör olarak saptandı.
 
Koch ve arkadaşları 110 metredeki yapraklardaki CO2 oranının, serbest havada görülen en düşük oranda olduğunu saptadılar. Bu da dördüncü kontrol faktörünü oluşturuyordu: Yaprak gözenekleri kanalıyla gerçekleşen CO2 alımı üzerindeki kısıtlama.
 
Bilim adamları, ağaç yüksekliğini kontrol eden bu dört fizyolojik faktöre dayanarak ağaçların ulaşabileceği maksimum yüksekliği hesaplamaya çalıştılar. Bunun sonucunda ağaçların 122 ila 130 metre arasında bir maksimum yüksekliğe ulaşabilecekleri tahminini ortaya koydular. Buna göre 2000 yıldan daha yaşlı olan ağaçlar büyümelerini sürdürebilecekti. Ağaçların yılda yaklaşık 0.25 m büyüdüklerini ortaya koyan gözlemler de bu fikri destekliyor.
 
Bu çalışmada ortaya konan kısıtlayıcı faktörler, ekolojik denge için çok önemli. Kısaca tekrarlayacak olursak,
• Yerçekimi ve sürtünme kuvvetine karşı koyarak yükselen suyun belli bir seviyeden sonra ilerleyemez oluşu,
• buna bağlı olarak yaprakların küçülüp kalınlaşması,
• fotosentez verimliliğinin azalması,
• ve nihayet fotosentezde gerekli CO2 alımının minimuma düşmesi
faktörleri sayesinde ağacın belli bir noktadan sonra büyümesi engellenmiş oluyor. Böylece canlı cansız birçok etmenin birbirini etkileyerek meydana getirdiği doğal denge, ağaçların kontrolsüz olarak büyümesiyle tehlikeye girmemiş oluyor. Bu açıdan bakıldığında, bu çalışma canlılardaki biyolojik süreçlerin, doğanın geniş çaplı dengesini destekler nitelikte ve ne kadar mükemmel şekilde düzenlenmiş olduğuna dair son bir örneği oluşturuyor. Hiç şüphesiz bu faktörlerin her biri Allah’ın dilemesiyle varolmuş sebeplerdir. Tohumun filizlenmesinden, fidan olmasına; fidanın ağaca dönüşmesinden, ağacın uzamasının durmasına kadar her aşama Yüce Allah’ın emriyle ve kontrolü altında gerçekleşmektedir. Ağacın yaşamındaki her aşama, biyolojisiyle ilgili her faaliyet Allahın sonsuz kudretinin bir tecellisidir.
 
Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:
 
“Bitki ve ağaç (O'na) secde etmektedirler”. (Rahman Suresi, 6)

19 Haziran 2012 Salı

Bedenimizi Koruyan Proteinler Nasıl Olup da Kendi Hücrelerimize Zarar Vermez?

Vücutta, her an bedeni korumakta olan bir sistem bulunmaktadır. Bu sistemin bir parçası olan kompleman proteinleri, vücuttaki “her hücreye” saldırmaya programlanmıştır. Bu gerçekten de şaşırtıcı bir durumdur. Çünkü bedeni savunmak için var olmalarına rağmen, bedeni oluşturan tüm hücreleri düşman olarak görürler.

Kompleman proteinleri karaciğerde üretilir ve dolaşım sistemine oradan katılırlar. Normal şartlarda kanın içinde gelişigüzel ve etkisizce dolaşan hücrelerdir. Ancak uyarıldıklarında, aniden gördükleri bütün hücreleri yok etme kararı alırlar. Aldıkları bu uyarı tek bir kompleman proteini kanalı ile vücuttaki sistemin tümüne yayılır.

Uyarı ile vücutta dost düşman ayrımı yapmazlar. Ancak vücuda ait zararsız hücreler, kompleman proteinlerine karşı savunma yapabilecek şekilde yaratılmışlardır. Kompleman proteinleri bedene ait hücrelere değer değmez, bu zararsız hücreler kompleman proteinlerini etkisiz hale getirir. Vücuda girmiş olan yabancı organizmalar ise, hiç beklemedikleri bu koruma görevlilerinin saldırısına uğrayarak yok olurlar. Şüphesiz bu, Rabbimiz’in üstün yaratma ilminin tecellilerinden biridir. En küçüğünden en büyüğüne kadar evrendeki tüm varlıkların Allah’ın kontrolü ve emri altında olduğu bir ayette şöyle haber verilir:

“…Allah’ın ayetlerini oyun (konusu) edinmeyin ve Allah’ın size verdiği nimeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitabı ve hikmeti anın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah her şeyi bilendir. (Bakara Suresi, 231)

7 Haziran 2012 Perşembe

İnsana Aczini Hatırlatan Mikroskobik Varlıklar: Virüsler

Hücreyle virüsler arasındaki savaş, insan hayatı için büyük önem taşımaktadır. Virüsler kimi zaman nezle, grip gibi hastalıkların sebebi oldukları gibi, kimi zaman da AIDS, tifo gibi öldürücü hastalıklara da neden olmaktadırlar.

Virüslerin hücreye saldırıları son derece öldürücü, çok gelişmiş saldırı teknikleri nedeniyle de bir o kadar hayret vericidir. Virüsler, hücreyi hücrenin kendi silahı ve imkanlarıyla vururlar. Kendi kopyalarını üretmek için yaptıkları bu akıl almaz saldırı, aslında bir anlamda intihar saldırısıdır. Virüsler, soylarının devamı için hem kendilerini hem de hücreyi feda ederler. Hücreler yaşamlarını sürdürebilmek için DNA'larındaki bilgiler doğrultusunda protein üretmek zorundadırlar. Virüsler işte bu protein üretiminin önünü keserek, hücreyi proteinle birlikte, virüs üreten bir fabrika haline dönüştürürler.

Virüsün bu şekilde hareket edebilmesi için mükemmel bir bilgiye, şuura ve ayrıca güce ihtiyacı vardır. Sadece elektron mikroskobuyla görülebilecek kadar küçük olan virüsün bu mükemmel yapısının farkında bile olmadığı ortadadır. Peki bu yapı nasıl oluşmuştur? Gözü, beyni olmadığı halde, virüs ne zaman ve nasıl hareket etmesi gerektiğini nereden bilmektedir?

Hiç şüphesiz onu da, onun varlığını devam ettirmesi için, hücreyi ve DNA'yı da yaratan Yüce Allah'tır. Allah, yarattığı bu kompleks varlıklarla insanlara benzersiz sanatını ve sınırsız kudretini göstermektedir. Detaylı incelendikçe ve araştırıldıkça yapılarındaki mükemmellik görülen bu varlıklar, iman edenler için Allah'ın varlığının yeryüzündeki apaçık delillerindendir.

Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:

"Gerçekten, gece ile gündüzün ardarda gelişinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır." (Yunus Suresi, 6)

Virüsler cansız varlıklardır, ama bir hücreyle temas ettikleri andan itibaren inanılmaz bir şekilde canlı özelliği göstermeye başlarlar.

Virüs doğadaki en ilginç organik yapılardan biridir. Canlı bir bedene sahip değildir ve yalnızca bir kalıtım mekanizmasından oluşur. Proteinden bir kabuk ve kabuğun içinde, kendisine ait bilgileri içeren genetik şifrelerden (DNA veya RNA) ibarettir. Tek başına hayat belirtisi gösteren herhangi bir fonksiyonu veya organeli yoktur. Bu nedenle doğada milyonlarca yıl bozulmadan kalabilir. Ancak bir organizmanın içine girdiğinde adeta canlanır ve aktif hale geçer. Bir hücreyle temas ettiği andan itibaren canlı özelliği göstermeye başlar; saldırgan ve dahası akıllı bir canlı olur.

Virüs, hücrelerden birisine girmeden önce ayakları ile hücrenin kendisine uygun olup olmadığını saptar. Eğer yaptığı test sonucu olumlu ise kendi DNA'sını hücrenin içine boşaltır.

Hücre büyülenmiş gibi, ölene kadar virüsün DNA'sını çoğaltmaya devam eder. Hücrenin içindeki mekanizmalar virüsün oyununa gelirler. Hücre, yeni DNA'nın "yabancı" olduğunu anlayamaz ve onu doğruca çekirdeğin içine taşır. Çekirdeğe ulaşan virüsün DNA'sı, burada yer alan DNA'nın arasına karışır. Bu noktadan sonra da, hücre protein ürettiğini sanarak bu yeni virüsün DNA'sını çoğaltmaya başlar. Virüsün DNA'sı hücrenin DNA'sının arasına o kadar uyumla gizlenir ki, hücre farkına varamadan virüs üretimini sürdürür.

Hücrenin bu durumun farkına varması da gerçekten oldukça zordur: Bunu ayırt edebilmesi yirmi ciltlik bir ansiklopedinin herhangi bir sayfasına yerleştirilmiş yarım satırlık bir cümleyi arayıp bulmaya benzer. Virüs, bu "akılcı" yöntemi sayesinde, hücrenin kendine ait programlama mekanizmalarına karışmakta ve adeta hücreye ait bir parça haline gelmektedir.

Bir yazıda, belirli bir paragraftan sonra eklenecek bir cümlenin bütün bir paragrafın anlamını tam tersi bir yönde değiştirmesi mümkündür. İşte virüs de buna benzer bir değişiklik yaparak hücrenin tüm üretim faaliyetini gerçek amacından saptırır: Virüsün DNA'sı, hücrenin çekirdeğindeki "üretim metninin" anlamını tümünden değiştirebileceği hayati bir yere hatasızca eklenir.

Normal zamanda hücre, kendisine gerekli ve DNA'da şifreleri özel kilitlerle işaretlenmiş proteinlerin dışında hiçbir proteinin -diğer hücrelerle ilgili proteinlerin bile- şifresini okumaz. Ancak hücre, adeta büyülenmiş gibi virüs DNA'sının şifrelerini okuyup bu virüsü üretmeye devam eder. Virüsün bunu nasıl başarabildiği bilim adamları için hala aydınlanmamış esrarengiz bir durumdur.

Bu olay, hücre için kaçınılmaz bir felaket hazırlar. Ölmekte olan hücre, çekirdekte yer alan hatalı kodlanmış programı üretmek için tüm enerjisini sonuna kadar kullanır. Sonunda ölür ve parçalanır. Parçalanma ile birlikte çoğalmış olan virüsler, öteki hücrelere sıçrar ve kendilerine yeni kurbanlar bulurlar.

Virüsün istilası, eğer vücudun savunma mekanizması olmasa, normal bir insanı birkaç gün içinde öldürecek kadar hızlı bir biçimde ilerler. Vücudun savunma mekanizması, virüsün vücuda girdiğini çok kısa bir süre içinde fark eder ve hemen büyük bir karşı saldırı başlatır. Bu sayede, en basit bir nezle virüsüyle bile kolayca ölebilecek olan insan, yaşamını sürdürebilir.

Allah insana, gözle görülmeyecek kadar küçük bir varlıkla acizliğini göstermektedir

Virüsün bu derece başarılı bir şekilde hareket edebilmesi için hücreyle, bir kilidin anahtarla uyumu gibi yaratılmış olması gerekmektedir. Ortada çok açık bir gerçek vardır; Allah, virüsleri hastalık sebebi olmalarıı için özel olarak yaratmıştır. İnsan, bu tür sıkıntılar sayesinde Allah'a muhtaç ve aciz bir varlık olduğunu daha iyi fark edebilmektedir.

Allah, virüsleri bazen bir "ölüm vesilesi" olarak da kullanır. Tarih boyunca milyonlarca insan, sahip oldukları mallarından, eşlerinden, çocuklarından ve hayatlarından, belki de kendilerini çok güvenli hissettikleri yerlerde, hiçbir zaman göremedikleri virüsler yüzünden ayrılmışlardır. Bugün modern tıp, hastalıkların çoğuna çözümler üretirken, AIDS ya da Ebola gibi yeni ve karşı konamaz virüslerin karşısında çaresiz kalmaktadır.

Bütün bunlar üzerinde düşünen insan Allah'a karşı acizliğinin farkına varacak ve bağışlanma dileyerek Rabbimize yönelecektir. Allah kendisine yönelip dönenleri bağışlayan olduğunu bir ayetinde şöyle haber vermektedir:

Rabbiniz, sizin içinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz salih olursanız, şüphesiz O da, (kendisine) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır. (İsra Suresi, 25)

3 Haziran 2012 Pazar

Müslümanlar Yapılan Hatalara Karşı Affedicidiler

Müslümanlar neden affedici olmalıdırlar?
Merhamet hissini yoğun biçimde yaşayan müminlerin bu özellikleri diğer üstün ahlaki vasıflarını nasıl olumlu yönde etkiler?

Merhametin önemli göstergelerinden biri kişinin affedici ve bağışlayıcı olabilmesidir. Allah Kuran’da iman eden kullarını “affedici ve bağışlayıcı” olmaya şöyle çağırmaktadır:
“Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.” (Araf Suresi, 199)
Bu, insanın nefsine zor gelebilen, ama Allah Katında güzel karşılığı olan bir tavırdır. İnsan yapılan bir hata karşısında öfkeye kapılabilir ya da onu affetmek istemeyebilir ama Allah müminlere affetmenin daha güzel olduğunu bildirmiş ve onları bu ahlaka teşvik etmiştir:

“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir...” (Şura Suresi, 40)
Bir başka ayette Allah “Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir” (Şura Suresi, 43) şeklinde bildirerek bunun üstün bir ahlak olduğuna dikkat çekmiştir.

Ayrıca Allah, “Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nur Suresi, 22) ayetiyle müminleri bu konuda kendi durumlarını düşünmeye de teşvik etmiştir. Çünkü gerçekten de her insan Allah’ın kendisini bağışlamasını, esirgemesini ve rahmet etmesini ister. Yine aynı şekilde bir hata yaptığı zaman, çevresindeki insanların kendisini mazur görmesini ve affetmesini diler. İşte Allah müminlere bu durumu hatırlatarak kendilerine yapılmasından hoşlandıkları bir tavrı, başkalarına da göstermelerini bildirmiştir. Elbette bu, müminler arasında merhameti teşvik eden önemli bir emirdir.
Müminler Diğer Müminlere Karşı, Hataları Her Ne Olursa Olsun, Affedici Bir Tutum İzlerler
Müminlerin affediciliği, din ahlakından uzak yaşayan kimselerin affetmesinden çok farklıdır. Din ahlakını yaşamayan insanlar, çoğu zaman dilleriyle karşılarındaki kişiyi bağışladıklarını söyleseler bile, yapılan hataya karşı kalben duydukları kin ve kızgınlıktan kurtulmaları oldukça uzun sürer. Tavırları genellikle bu kızgınlığı yansıtacak bir sitemkarlık içerisindedir. Nitekim ellerine ilk fırsat geçtiğinde de zaten kalplerinde biriktirdikleri bu kin ve öfkelerini dile getirirler.
 
Müminler Tamamen Samimi Bir Niyetle Affederler
Müminler insanın hata yapabilecek acizlikte yaratıldığını bildikleri için, daha en başından karşı tarafa merhametle yaklaşırlar. Zira Kuran’da yer alan tevbe ile ilgili ayetler, insanın hata yapmaya açık bir varlık olduğunu, ancak önemli olanın bu hatayı fark eder etmez, bir daha tekrar etmeme gayretiyle hemen vazgeçmek olduğunu bildirmektedir. Bu ayetlerden biri şöyledir:

“Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.” (Nisa Suresi, 17)

Kişinin samimiyetini ifade eden bu şartlar oluştuğu sürece müminler de birbirlerine karşı son derece bağışlayıcı ve merhametli bir tavır gösterirler. Tevbe ettiği, pişmanlık duyduğu ve düzeltmeye çalıştığı hatalarından dolayı bir mümine karşı içlerinde kin beslemezler. Samimi olarak vazgeçmişse kimseyi geçmişte yaptıklarından dolayı yargılayamayacaklarını ve asıl önemli olanın kişinin son anda gösterdiği ahlak olduğunu bilirler.
 
Müminler Karşı Tarafın Tamamen Haksız Olduğu Bir Durumda da Affedici Olabilirler
Müminler kendilerinin tamamen haklı oldukları ve karşı tarafın tümüyle haksız olduğu bir durumda bile hiç tereddütsüz affedici olabilirler. Çünkü Allah bunun güzel bir ahlak özelliği olduğunu bildirerek müminlere şöyle tavsiye etmiştir:

“Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.” (Al-i İmran Suresi, 134)

İman edenler Allah’ın bu hükmüne uyarak kendi haklarından kolaylıkla vazgeçer ve alttan alarak karşı tarafa güzel ahlakları ile örnek olurlar.
Bu konuda yine Kuran ahlakının getirdiği büyük bir farklılık daha söz konusudur; müminler affetme konusunda hataları büyük ya da küçük diyerek ayırmaz ve hataya göre farklı bir affedicilik anlayışı geliştirmezler. Hatayı yapan kişi istemeden büyük bir can ya da mal kaybına neden olmuş ve bu da karşı tarafın menfaatlerine büyük ölçüde zarar vermiş olabilir. Ancak meydana gelen her olayın Yüce Rabbimiz Allah’ın izni ile ve bir kader dahilinde geliştiğini bilen mümin, bu tür bir olayı tevekkülle karşılar ve şahsi bir kızgınlık içerisine girmez.
Yine bu kişi cehalet sonucu Kuran’ın bir hükmünü gereği gibi yerine getirememiş ve Allah’ın koyduğu sınırları aşmış olabilir. Ancak bu tavırlarından dolayı kişiyi yargılayacak olan yalnızca Allah’tır. Dolayısıyla bu konuda bir yargılama yapmak ve kişiyi affetmemek gibi bir tavır müminlerin sorumluluğunda değildir. Kişinin samimi olarak tevbe edip bu tavrından pişman olması durumunda alacağı karşılık Allah Katındadır. 

Nitekim Allah “Gerçekten, Allah, Kendisi’ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar...” (Nisa Suresi, 48) ayetiyle “Allah’a ortak koşma” dışında müminlerin samimiyetle vazgeçtikleri hatalarını affedebileceğini bildirmiştir. Müminler bunu bilemeyecekleri için onlar ancak Allah’ın bildirdiği şekilde affeder ve eğer bu konuda Kuran’da bildirilen bir açıklama varsa, hata yapan kişiye bu doğrultuda davranırlar. Kuşkusuz ki bu aynı zamanda Rabbimiz’in hoşnutluğunu ve rızasını kazanmaya da en uygun olan tavırdır:
“... Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. “ (Teğabün Suresi, 14)

Müminlerin merhamet göstermedeki kararlılıklarının bir sebebi Allah'ın ahlakını yaşamaya çalışmalarıdır. Allah, pek çok ayette açıklandığı gibi "merhametlilerin en mermahetlisi"dir. Dolayısıyla müminler de merhameti, güçlerinin yettiği en son sınıra kadar yaşamaya çalışırlar. Ayrıca müminler, "Eğer Allah'ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten Rauf (şefkat eden ve) Rahim olmasaydı (ne yapardınız)?" (Nur Suresi, 20) ayetiyle de bildirildiği gibi, Allah'ın kendilerine olan şefkatine ve merhametine muhtaçtırlar. Allah'ın kendilerine merhamet etmesini istedikleri için de diğer müminlere karşı ellerinden geldiğince merhametli olmaya çalışırlar.

Mümin için affetmede ölçü karşı tarafın samimiyeti ve iyi niyetidir. Bunu da mümin, vicdanı ve aklıyla teşhis eder. Kötülüğü bir alışkanlık haline getirmiş olup karşı tarafın merhametinden ve güzel ahlakından istifade etmeye çalışan birine elbette izin verilmez. Bir mümin böyle bir durumda karşı tarafa gösterilecek asıl merhametin sadece affetmek olmadığını bilir ve onu samimiyete, dürüstlüğe ve Allah'tan korkmaya davet ederek merhametini farklı bir şekilde ifade eder.
 
Sayın Adnan Oktar: “İman etmeyenler, mantık gözüyle baktıkları için şefkati ve merhameti mantıksız görürler, Müslümanlar ise vicdanla baktıkları için şefkat ve merhametten zevk alırlar.”

ADNAN OKTAR: Şefkat, merhamet, Cenab-ı Allah’ın bizlere verdiği çok önemli bir duygu.

Küfür mantık gözüyle bakar, şefkati mantıksız görür, merhameti mantıksız görür. Mesela adam dostudur, çıkarıyla çatışır, onu direkt terk eder. “Niye böyle yaptın?” dersin, “mantıklı olanı yaptım” der. Vicdanlı olanı yaptın mı? Yok. “Ama mantıklı olanı yaptım.”

Mantık, insanı küfür ve dalalet içerisinde tutmayı emreder. Mesela mantığa göre affetmek, mantıksızdır. Adam “niye affedeyim ki?” der. “Direkt intikam alırım” der. Mantığa göre, yardım etmek de mantıksızdır. Çünkü “benim ihtiyacım var” diyor, “niye vereyim ki başkasına parayı, fazla bile olsa” diyor, “mantıken fazla olan daha iyidir” diyor, “o yüzden mantıksız gördüğüm için, parayı vermem” diyor.

Bir başkasını koruyup kollama, insanın vaktini ve parasını alan bir şeydir, imkanlarını alan bir şeydir. “Vaktimi niye harcayayım, mantıksız” diyor, “paramı niye harcayayım, yine mantıksız” diyor.

İslam, mantık değil de, vicdan üzerine kuruludur. Vicdan ve akıl üzerine kuruludur. Küfür de, zeka ve mantık üzerine kuruludur. Mesela bir insan, ahireti, ahiret inancını mantıksız görür. “Ölen bir insan, bir daha dirilmez, mantıksız” der. Ama akıl ve vicdan, insanın sonsuzluk içgüdüsünde olduğunu görüyor, Kuran’ın hak olduğunu görüyor.

Akıl ve vicdanda insan, Allah’ın hükümlerinin, Kuran’ın mucizelerinin genel özelliklerinden, doğruluğundan, vicdanen etkileniyor ve Kuran’ın hak olduğuna ve ölümden sonraki hayatın varlığına kanaati geliyor.
 (16 Şubat 2011 tarihli Samsun Aks Tv)