Yandaki fotoğraf, içinde bulunduğu hücreden çıkan bir bakteriyi gösteriyor. Ancak bakteri bu çıkışı hiç de alışılmadık bir şekilde, bir taşıt yardımıyla gerçekleştiriyor.
Kullandığı taşıt ise bir roket!
Kırmızıyla renklendirilmiş bakteriler Burkholderia pseudomallei türüne ait. Yeşil büyük hücre ise bir bağışıklık sistemi hücresi olan makrafoj hücresi. Bakterinin roketi de en sağdaki bakterinin arkasında yeşil bir kuyruk halinde görülüyor.
Bakterinin roket ateşlemesi şöyle gerçekleşiyor: Makrofaj hücresine giren bakteri, bir süre içeride kaldıktan sonra, kendi zarından dışarıya özel bir protein uzatıyor. Bu protein, özel şekli sayesinde makrofaj hücresinde bulunan aktin moleküllerini ‘ateşliyor’. Böylece bakteri kendisini bir roket gibi fırlatmış oluyor ve hücrenin zarını parçalayarak dışarı çıkıyor.
Bakterinin ateşlediği aktin molekülü kaslarda hareket sağlayan hem kuvvetli hem de hassas bir moleküldür. Bu özelliğiyle, bakteriye bir tür “roket yakıtı” hizmeti vermiş olur.
Bakterinin aktini ateşlemesi ise büyük bir mucizedir. Çünkü bakteri tam olarak aktinle kimyasal reaksiyona girecek yapıda bir proteine sahip olmalıdır. Aktin bir kilide benzetilecek olursa bakterinin bu kilidi aşan anahtara yani doğru proteine sahip olması şarttır. Bir kilidi ancak belli bir anahtarın açabilmesi gibi; aktini de ancak özel bir protein ateşleyebilmektedir. (Harun Yahya, Doğadaki Tasarım)
Tüm bunlar tek bir gerçeği işaret etmektedir. Bu özel davranışı bakteriye, herşeyi kontrol eden üstün akıl sahibi alemlerin Rabbi Allah ilham etmektedir...
31 Mayıs 2011 Salı
30 Mayıs 2011 Pazartesi
Hava Tahmini Yapabilen Lupin Bitkisi
Arktik tundralardaki Lupin bitkisi hava tahmini yapar ve bu tahmin doğrultusunda eğer şartlar olumsuzsa çimlenmez ve toprak altında bir nevi uykuya geçerek havaların düzelmesini bekler.
Bu bitkinin tohumları, büyümek için yılın belli zamanlarında sıcak havaya ihtiyaç duyar. Tohumlar sıcaklığın yeterli olmadığını fark ettiklerinde bir mucize gerçekleşir, ortam diğer şartlar açısından uygun olsa da tohumlar çatlamaz ve donmuş topraklarda sıcaklığın artmasını beklerler. Uygun ortam tam olarak sağlandığında da aradan geçen zamanın uzunluğuna bakmaksızın Lupin tohumları kaldıkları yerden gelişmeye devam ederler. Öyle ki kaya yarıkları arasında yüzlerce yıl bozulmadan, çimlenmeden kalan bitki tohumları bulunmuştur.
Görüldüğü gibi, tohum dış ortamdaki olaylardan haberdarmışçasına bazı değişiklikler yaşamaktadır. Konunun önemi açısından şu soruları tekrar soralım: Dış ortam hakkındaki bilgiler yerin altındaki tohuma nasıl ulaşmaktadır? Tohumun kendi kendine dış ortamdan haberdar olması, yani hava tahmini yapması mümkün müdür? Tohumun içinde bulunan bir mekanizma ona durumu haber vermektedir. Tohum da bu haber üzerine bir yerden emir gelmiş gibi gelişimini aniden durdurmaktadır. Peki öyleyse bu haberleşme sistemi nasıl ortaya çıkmıştır? Bu sistemi bitkinin kendisi mi düşünerek bulmuştur? Bu sistemle ilgili gereken teknik donanımı kendisinde nasıl oluşturmuştur?
Bu sistemi tabii ki bitkinin kendisi bulmamıştır. Bitki ilk ortaya çıktığı andan itibaren tohumunda saklı duran genetik bilgide, zaten bu yetenek kodludur. Lupin bitkisi, soğuk hava ile karşılaştığında gelişmesini dondurabileceği bir sisteme bu genetik kod sayesinde sahiptir. Böyle bir bilgi kodlamasının ise bir bitki hücresinde kendi kendine oluşması imkansızdır. Evrimcilerin öne sürdükleri hayali gelişim süreci ne kadar uzun olursa olsun, bu sırada ne tür olaylar gerçekleşirse gerçekleşsin, bitki tohumlarını hava durumundan haberdar eden böyle bir sistemin kendi kendine oluşması mümkün değildir. Lupin bitkisine bu özelliği veren herşeyi kontrolü altında tutan Allah'tır.
TÜRKİYE'NİN YENİ KANALI "A9" HAYATA BAKIŞINIZI DEĞİŞTİRECEK
A9, sadece gerçeklere ve akılcılığa dayalı bir yayın anlayışıyla televizyon dünyasında farklı bir pencere açıyor.
A9’un reyting kaygısı yok; dolayısıyla bu yönde suni bir çaba göstermesine gerek olmadan, yayınlarında büyük ve hayati gerçekleri ortaya koyacak; tüm insanlığın ihtiyacını kapsayacak konulara yer vermekten geri durmayacaktır.
A9, insanlar arasında sevgi, adalet ve dayanışma anlayışını inşa etmek üzere yolla çıktı ve Temel Yayın Politikası, Türk-İslam ahlakının birleştirici üslubuyla, Türkiye’de ve Dünya’da barış ortamının yerleşmesine hizmet etmek üzerine kuruldu. Dolayısıyla her programda, her belgeselde ve akla gelebilecek her türlü yayında bu politika açıkça hissedilecek.
A9, bilimsel gelişmeleri yakından izleyecek, bunları ideolojik kirlenmelere izin vermeden, en anlaşılır ve doğru şekilde aktaracak, bu sayede insanlarımız, daha önce fark etmedikleri muhteşem gerçeklerin keyfini sürecektir.
A9 yayınları Türkiye’deki sayısız TV kanalına da örnek teşkil etmek ve sorumlu yayıncılık anlayışında bir çığır açmak üzere yola çıkmıştır. Yalandan, saptırmadan, diretmeden ve kavgalardan uzak, akılcı, yapıcı ve uzlaştırıcı üslubuyla, yayıncılık ile güzel ahlaka has değerleri birleştirecektir.
A9 şunu savunmaktadır; Türk-İslam ahlakı ve bunun getirdiği büyük dayanışma ruhu, dünyayı, daha önce benzeri görülmemiş bir mutluluk ve refah düzeyine çıkaracaktır.
A9, yapacağı yayınlarla, Türkiye’nin muhteşem geleceğini hazırlayan sembol kanallardan biri olma iddiasındadır.
Ve A9 Televizyonu'nda
Yaşayacağınız tek bir an,
Duyacağınız tek bir cümle,
Göreceğiniz tek bir kare
ve düşüneceğiniz tek bir konu ile;
HAYATA BAKIŞINIZ DEĞİŞİR.
Frekans:
12525 / 30000 / V
23 Mayıs 2011 Pazartesi
Kulaktaki Altın Oran Duyma İşlemini Nasıl Kolaylaştırır?
İnsan vücudunda yer alan pek çok organın ve sistemin birbirleriyle uyum içinde çalışabilmesinin altın oranla yakından ilişkili olduğu düşünülmektedir...
Kulağın yapısındaki altın oran, duyma işlemini nasıl mükemmel hale getirir? Sesin kaynağını her durumda nasıl tayin edebiliriz?
Salyangoz adlı organın duyma işlemindeki rolü nedir?
Sanatçılar, bilim adamları ve tasarımcılar, araştırmalarını yaparken ya da ürünlerini ortaya koyarlarken orantıları altın orana göre belirlenmiş insan bedenini ölçü olarak alırlar. Leonardo da Vinci ve Corbusier tasarımlarını yaparken altın orana göre belirlenmiş insan vücudunu ölçü almışlardır. Ancak insan vücudunun yapısını günümüze kadar birçok farklı bilim dalı altında inceleyen uzmanlar, yaptıkları matematiksel incelemeler sonucunda kulağın yapısı ile ilgili bu önemli sorulara yanıt buldular.
Son yıllarda yapılan biyolojik araştırmalar göstermiştir ki; insan vücudundaki altın oran sadece insanın fiziksel görünümünde bulunmaz. İnsan beyninin, sinir sisteminin, duyu organlarının, akciğer sisteminin ve DNA’sının gerekli fonksiyonlarını yapabilmesi için de altın oranın gerekli olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle günümüzde insan vücudunda yer alan pek çok organın ve sistemin birbirleriyle uyum içinde çalışabilmesinin altın oranla yakından ilişkili olduğu düşünülmektedir.
Vücudumuzda bu ilişkinin çok açık bir şekilde görüldüğü ilk yerlerden biri duyma işlemini gerçekleştiren kulağımızdır. Ancak kulaktaki geometrik düzene geçmeden önce, duyma işleminin nasıl gerçekleştiğini kısaca hatırlamamız, altın oranla işitme arasındaki ilişkiyi görebilmek açısından gereklidir.
Duyma İşleminin Gerçekleşmesi İçin Gereken İşitme Sistemindeki Kusursuz Uyum
Konumuz açısından kulağımızda bulunan işitme sisteminde dikkat edilmesi gereken iki önemli nokta vardır. Duyma işleminin gerçekleşmesi için ilk önce havadaki ses dalgalarının “toplanması” ve daha sonra da bu ses dalgalarının sinirsel uyarılara dönüştürülerek beyne iletilmesi oldukça önemlidir.
Dolayısıyla havadaki ses dalgalarını toplayan kulak kepçesi ile iç kulağa gelen titreşimlerin beyne iletilmesini sağlayan “salyangoz” arasındaki uyum duyma işleminin gerçekleşmesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. En önemlisi de, duyu sistemi üzerinde yapılan araştırmalar hem kulak kepçesinin hem de “salyangozun” altın orana göre şekillendirilmiş özel yapılar olduğunu göstermiştir.
Kulak Kepçesi Havadaki Ses Dalgalarını Nasıl Toplar?
Kulak kepçesinin dış çeperini çevreleyen ve konka adı verilen sınırın, kavisli şekli gerçekte Fibonacci sayıları doğrultusunda ortaya çıkan eşit açılı sarmal bir eğri meydana getirmektedir ve hepimizin bildiği gibi kulağımızın bu şekli her insanda aynıdır.
Peki kulak kepçesinde görülen bu özel geometrik düzenin, kulağın havadaki ses dalgalarını “toplama” fonksiyonuyla ilişkisi nedir?
Kulak kepçesinde görülen eşit açılı sarmal şeklin kulağın ses dalgalarını toplayabilmesi, kulağın olabilecek en mükemmel geometrik düzenle yaratılmış olması sayesinde gerçekleşir. Buradaki mükemmel yapıyı anlayabilmemiz için kulak çeperimizin şeklini hafifçe değiştirmemiz yeterli olacaktır. Örneğin;
Kulaklarımızı ellerimizle ön tarafa doğru itersek gelen sesin frekansı aynı olmasına rağmen duyduğumuz sesin şiddeti artacaktır.
Kulağımızı ellerimizle hafifçe arkaya doğru ittiğimizde ise duyduğumuz sesin şiddeti bu kez düşük kalır ve duymakta zorlanırız.
Çevreden gelen sesin frekansında hiçbir değişiklik olmamasına rağmen, kulağımızı oynattığımızda duyma oranının artması ya da azalması, kulak kepçesindeki eşit açılı sarmal eğrinin şeklen bozulmasından kaynaklanan bir durumdur. Kulağımızın şekli ile duyma kapasitesi arasında doğrusal bir ilişki bulunduğundan, kulak kepçesine geometrik şeklini veren ve Fibonacci dizisine göre oluşan sarmal eğrinin, işitmedeki denge ile doğrudan bir ilişkisi olduğu söylenebilir.
Duyma Anında Neler Oluyor?
Duyma işlemi ilk olarak havadaki ses dalgalarının kulak kepçesi tarafından toplanmasıyla başlar.
Alınan bu ses titreşimleri kulak zarına çarpar, kulak zarı, orta kulakta bulunan kemikçikleri titreştirir ve bu sayede ses titreşimleri mekanik titreşime dönüştürülmüş olur.
Bu mekanik titreşimler de iç kulakta yer alan ve “salyangoz” adı verilen yapının içindeki sıvıyı titreştirir. Sonuçta bu sıvı, titreşimleri sinirsel uyarılara dönüştürerek beyne iletir ve bunlar beyinde ses olarak anlamlandırılır.
“Salyangoz” Adlı Organın Duyma Mucizesindeki Rolü
Duyma işleminde rol oynayan bir diğer organsa “salyangoz” olarak da adlandırılan kokleadır. Kokleanın içinde çok kompleks bir duyma mekanizması yer alır. İnsanın iç kulağında ses titreşimlerini sinirsel uyarılara dönüştürerek beyne iletmekle görevli olan bu kemiksi organ, 73 derece 43 dakikalık sabit açılı sarmala uygun, içi sıvı dolu olan özel kanallara sahiptir. Kokleanın sahip olduğu bu özgün anatomik şeklin kaynağı altın oran olduğundan, kokleanın sarmal yapısı ile işlevi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Altın oranın “işlev” ile “anatomik şekil” arasında daima denge oluşturması ve bu dengenin görüldüğü her yerde de altın orana rastlanması, bu oranın Yüce Rabbimiz tarafından yaratılmış mucizevi bir sayı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Sesin Kaynağını Her Durumda Nasıl Tayin Edebiliyoruz?
Bu soru, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki bilimsel çalışmalarla yanıtını buldu. D. W. Batteau, 1967 yılında, kulak kepçesinin ses kaynağının yerini belirlemedeki rolünü gösterdi. Bu rol şöyle açıklandı:
“Kulak, kepçesi üzerindeki anten benzeri alıcı sistemiyle, kendisine ulaşan sesi yön tayini yaparak dış kulak boyunca zara doğru yollamaktaydı.” (Batteau DW 1967 The role of the pinna in human localization.Proc R Soc Lond B Biol Sci. 1967 Aug 15;168(11):158-80)
“Kulak kepçesinde doğuştan veya sonradan şekil bozukluğu olan kişilerde de, bu tezi doğrulayan çalışmalar yapıldı. Bu kişilerin, ses kaynağının yerini tespit etmede problem yaşadıkları saptandı.” (Snow, Jr. James B, “The eEar” In Ballenger JJ, Snow JB Otorhinolaryn-gology Head and Neck Surgery, 15 th edition, syf 879 Williams Wilkins Press 1996)
Kulağın yapısındaki altın oran, duyma işlemini nasıl mükemmel hale getirir? Sesin kaynağını her durumda nasıl tayin edebiliriz?
Salyangoz adlı organın duyma işlemindeki rolü nedir?
Sanatçılar, bilim adamları ve tasarımcılar, araştırmalarını yaparken ya da ürünlerini ortaya koyarlarken orantıları altın orana göre belirlenmiş insan bedenini ölçü olarak alırlar. Leonardo da Vinci ve Corbusier tasarımlarını yaparken altın orana göre belirlenmiş insan vücudunu ölçü almışlardır. Ancak insan vücudunun yapısını günümüze kadar birçok farklı bilim dalı altında inceleyen uzmanlar, yaptıkları matematiksel incelemeler sonucunda kulağın yapısı ile ilgili bu önemli sorulara yanıt buldular.
Son yıllarda yapılan biyolojik araştırmalar göstermiştir ki; insan vücudundaki altın oran sadece insanın fiziksel görünümünde bulunmaz. İnsan beyninin, sinir sisteminin, duyu organlarının, akciğer sisteminin ve DNA’sının gerekli fonksiyonlarını yapabilmesi için de altın oranın gerekli olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle günümüzde insan vücudunda yer alan pek çok organın ve sistemin birbirleriyle uyum içinde çalışabilmesinin altın oranla yakından ilişkili olduğu düşünülmektedir.
Vücudumuzda bu ilişkinin çok açık bir şekilde görüldüğü ilk yerlerden biri duyma işlemini gerçekleştiren kulağımızdır. Ancak kulaktaki geometrik düzene geçmeden önce, duyma işleminin nasıl gerçekleştiğini kısaca hatırlamamız, altın oranla işitme arasındaki ilişkiyi görebilmek açısından gereklidir.
Duyma İşleminin Gerçekleşmesi İçin Gereken İşitme Sistemindeki Kusursuz Uyum
Konumuz açısından kulağımızda bulunan işitme sisteminde dikkat edilmesi gereken iki önemli nokta vardır. Duyma işleminin gerçekleşmesi için ilk önce havadaki ses dalgalarının “toplanması” ve daha sonra da bu ses dalgalarının sinirsel uyarılara dönüştürülerek beyne iletilmesi oldukça önemlidir.
Dolayısıyla havadaki ses dalgalarını toplayan kulak kepçesi ile iç kulağa gelen titreşimlerin beyne iletilmesini sağlayan “salyangoz” arasındaki uyum duyma işleminin gerçekleşmesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. En önemlisi de, duyu sistemi üzerinde yapılan araştırmalar hem kulak kepçesinin hem de “salyangozun” altın orana göre şekillendirilmiş özel yapılar olduğunu göstermiştir.
Kulak Kepçesi Havadaki Ses Dalgalarını Nasıl Toplar?
Kulak kepçesinin dış çeperini çevreleyen ve konka adı verilen sınırın, kavisli şekli gerçekte Fibonacci sayıları doğrultusunda ortaya çıkan eşit açılı sarmal bir eğri meydana getirmektedir ve hepimizin bildiği gibi kulağımızın bu şekli her insanda aynıdır.
Peki kulak kepçesinde görülen bu özel geometrik düzenin, kulağın havadaki ses dalgalarını “toplama” fonksiyonuyla ilişkisi nedir?
Kulak kepçesinde görülen eşit açılı sarmal şeklin kulağın ses dalgalarını toplayabilmesi, kulağın olabilecek en mükemmel geometrik düzenle yaratılmış olması sayesinde gerçekleşir. Buradaki mükemmel yapıyı anlayabilmemiz için kulak çeperimizin şeklini hafifçe değiştirmemiz yeterli olacaktır. Örneğin;
Kulaklarımızı ellerimizle ön tarafa doğru itersek gelen sesin frekansı aynı olmasına rağmen duyduğumuz sesin şiddeti artacaktır.
Kulağımızı ellerimizle hafifçe arkaya doğru ittiğimizde ise duyduğumuz sesin şiddeti bu kez düşük kalır ve duymakta zorlanırız.
Çevreden gelen sesin frekansında hiçbir değişiklik olmamasına rağmen, kulağımızı oynattığımızda duyma oranının artması ya da azalması, kulak kepçesindeki eşit açılı sarmal eğrinin şeklen bozulmasından kaynaklanan bir durumdur. Kulağımızın şekli ile duyma kapasitesi arasında doğrusal bir ilişki bulunduğundan, kulak kepçesine geometrik şeklini veren ve Fibonacci dizisine göre oluşan sarmal eğrinin, işitmedeki denge ile doğrudan bir ilişkisi olduğu söylenebilir.
Duyma Anında Neler Oluyor?
Duyma işlemi ilk olarak havadaki ses dalgalarının kulak kepçesi tarafından toplanmasıyla başlar.
Alınan bu ses titreşimleri kulak zarına çarpar, kulak zarı, orta kulakta bulunan kemikçikleri titreştirir ve bu sayede ses titreşimleri mekanik titreşime dönüştürülmüş olur.
Bu mekanik titreşimler de iç kulakta yer alan ve “salyangoz” adı verilen yapının içindeki sıvıyı titreştirir. Sonuçta bu sıvı, titreşimleri sinirsel uyarılara dönüştürerek beyne iletir ve bunlar beyinde ses olarak anlamlandırılır.
“Salyangoz” Adlı Organın Duyma Mucizesindeki Rolü
Duyma işleminde rol oynayan bir diğer organsa “salyangoz” olarak da adlandırılan kokleadır. Kokleanın içinde çok kompleks bir duyma mekanizması yer alır. İnsanın iç kulağında ses titreşimlerini sinirsel uyarılara dönüştürerek beyne iletmekle görevli olan bu kemiksi organ, 73 derece 43 dakikalık sabit açılı sarmala uygun, içi sıvı dolu olan özel kanallara sahiptir. Kokleanın sahip olduğu bu özgün anatomik şeklin kaynağı altın oran olduğundan, kokleanın sarmal yapısı ile işlevi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Altın oranın “işlev” ile “anatomik şekil” arasında daima denge oluşturması ve bu dengenin görüldüğü her yerde de altın orana rastlanması, bu oranın Yüce Rabbimiz tarafından yaratılmış mucizevi bir sayı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Sesin Kaynağını Her Durumda Nasıl Tayin Edebiliyoruz?
Bu soru, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki bilimsel çalışmalarla yanıtını buldu. D. W. Batteau, 1967 yılında, kulak kepçesinin ses kaynağının yerini belirlemedeki rolünü gösterdi. Bu rol şöyle açıklandı:
“Kulak, kepçesi üzerindeki anten benzeri alıcı sistemiyle, kendisine ulaşan sesi yön tayini yaparak dış kulak boyunca zara doğru yollamaktaydı.” (Batteau DW 1967 The role of the pinna in human localization.Proc R Soc Lond B Biol Sci. 1967 Aug 15;168(11):158-80)
“Kulak kepçesinde doğuştan veya sonradan şekil bozukluğu olan kişilerde de, bu tezi doğrulayan çalışmalar yapıldı. Bu kişilerin, ses kaynağının yerini tespit etmede problem yaşadıkları saptandı.” (Snow, Jr. James B, “The eEar” In Ballenger JJ, Snow JB Otorhinolaryn-gology Head and Neck Surgery, 15 th edition, syf 879 Williams Wilkins Press 1996)
16 Mayıs 2011 Pazartesi
Bilim Adamları Şaşkınlık İçinde: Bir Karga Kendine Alet Yaptı
Bir karga, ancak insanlarda görülebilecek kadar karmaşık bir davranış göstererek bilim adamlarını hayrete düşürdü...
Canlıların davranışlarını gözlemleyen bilim adamları her seferinde mucizelerle karşılaştıklarını itiraf ediyorlar. Kendilerinden beklenmeyen davranışları büyük bir plan ve başarıyla gerçekleştiren hayvanlar da yaratılış delillerini gözler önüne seriyor. Bilim adamlarını bu kez hayrete düşüren canlı ise; Betty adında bir karga.
Betty, Zekanın Kökenine Dair Evrimci Varsayımları Altüst Etti
Bir karganın böylesine karmaşık bir davranış gösterebilmesi evrimci bilim adamlarında derin bir şaşkınlık uyandırdı. Evrim teorisine göre insanlardan sonra en zeki canlılar primatlar ve primatların arasından da insana en yakın canlı olan şempanzeler. Şempanzelerin basit aletler kullanabildiklerini hepimiz görmüşüzdür. Bugüne kadar yaygın görüş, karşılaşılan durumları çözmede insanlardan sonra en yetenekli canlının şempanzeler olduğu yönündeydi. Bu yüzden Betty için evrimci kaynaklarda şu yorum yapıldı: Bu karga en yakın akrabalarımızı bile mahçup etti. (Crows prove they are no birdbrains)
Bu karganın evrim teorisinin temel kabullerinden birini çürüttüğü açıkça anlaşılıyor. Kacelnik bu gerçeği şöyle açıklıyor:
“Hayvanlar arasında en zeki olanların primatlar olduklarını düşünüyoruz, çünkü bize en yakın türü onlar oluşturuyor. Ancak bu hayvan (Betty) görmüş olduğumuz herhangi bir primattan daha zeki. Bugüne kadar insanlara kuşlardan daha yakın olan primatlar üzerinde yapılan deneylerde, bilinçli alet yapımı veya insanlarda olduğu gibi bir fizik kanunlarını muhakeme kabiliyeti görülmüş değildir. Alet yapımı ve kullanım daima üstün bir zekanın tipik belirtileri olarak alınmıştır. Şimdi ise bir kuş bu konuda biz insanların en yakın akrabalarından daha ileri olduğunu göstermiş oldu.”
Corvus moneduloides türüne ait bu kargalar Pasifik Okyanusu ' ndaki New Caledonia adasında yaşamaktalar. Bu canlıların çalı çırpı kullandıkları, bu sayede ulaşamayacakları kovuklardaki besinleri elde ettikleri bilinmekteydi. Ancak Betty ' nin laboratuvarda büktüğü metal çubuk, doğada bulunmayan bir malzeme. Ayrıca doğadaki çalı çırpıların metal gibi bir esneme özelliği bulunmuyor. Dolayısıyla bu çok şaşırtıcı bir sonuç. Çünkü bir hayvan, bir metal çubuğu etraftaki diğer nesnelerin arasından seçiyor ve bunu belli bir işi halletmede araç olarak benimsiyor. Betty ' nin davranışındaki aklın temelleri bilim adamları için tam bir bilmece. Araştırmayı gerçekleştiren bilim adamları şu yorumu yapıyor:
“Ortada taklit edebileceği bir model yoktu Hayvanların, geçmişten gelen yüklü miktarda deneyim olmaksızın, nesneleri araç olacak şekilde bilinçli olarak değiştirebilmeleri hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz.”
Bilim adamlarının da belirttiği gibi Betty ' nin bu davranışının görünürde hiçbir temeli yok. Tamamen spontane olarak ortaya çıkıyor. Ama aklımız bize bu davranışın meydana gelmesi için bir düşünme sürecinin yaşanmış olması gerektiğini söyler. Ancak söz konusu canlı bir fındık kadar bile beyne sahip değildir ve düşünme yeteneğinden kesinlikle yoksundur.
Bir karga, ancak insanlarda görülebilecek kadar karmaşık bir davranış göstererek bilim adamlarını hayrete düşürdü. Oxford Üniversitesi ' ndeki laboratuvarlarda davranışları incelenen ve Betty adı verilen karga, insandan sonra en zeki canlı olarak gösterilen şempanzelerin bile yapamadığını yaptı. Ekolojik Davranışlar Araştırma Grubu ' ndan bilim adamlarının yürüttüğü çalışmada, karganın derince bir kaptaki yemeğe ulaşmak için hangi yolları deneyeceği gözlemlendi. Betty, laboratuvarda edindiği ince bir metal çubuğu bükerek kanca haline getirdi. Daha sonra da derin kaptaki yemeği kanca uca takarak dışarı çıkarmayı başardı. Bunun tesadüf olup olmadığını anlamak isteyen bir grup uzman, Betty ' ye aynı koşulları 10 kez tekrarladılar. Amerika Birleşik Devletleri ' nin ünlü bilim dergisi Science ' ın 9 Ağustos 2002 sayısında yayımlanan araştırmanın lideri olan Profesör Alex Kacelnik sonucu heyecanla aktarıyor: “Bunun bir tesadüf olmadığına kendimizi ikna etmek istiyorduk, bu yüzden testi 10 kez tekrarladık. Hayvan 10 denemeden 9 ' unda aynısını başardı.” (Crows prove they are no birdbrains)
Betty, metali büktüğü 9 denemede, doğrudan metali büküp enerji harcamak yerine önce düz haldeki çubuğu kullandı. Ancak sonuç alamayacağı belli olduktan sonra metali bükmeye başladı. Yapılan tüm denemelerde kuşun yiyeceği dışarı çıkarması 2 dakikayı aşmadı.
Profesör Kacelnik ekliyor: “Dahası, her denemede aynı yöntemi kullanmadı. Bazen bir ayağıyla çubuğun üzerine basıyorken gagasıyla diğer ucu büküyordu veya çubuğu kabın içindeki bir çatlağın içine sokarak farklı açılardan bastırarak büküyordu. Eğer ilk başta işe yaramaz ve yemeği çıkaramazsa çubuğu kaptan dışarı çıkarıp onu tam da uygun şekilde büktü.”
Bilincin Görünmeyen Kaynağı
Peki, bir bilinci olmayan bu karga nasıl olup da böyle bir muhakeme yapmış olabilir? Bu soruya cevap vermeye çalışan bir bilim adamı, eğer herşeyi maddeyle açıklama çabasındaki materyalist felsefeyi savunuyorsa, bir cevap bulamayacaktır. Materyalistlere göre bilinç beyindeki elektrokimyasal reaksiyonların bir sonucudur. Yani beyin dokusunu oluşturan hücrelerin birbirleriyle yaptıkları kimyasal ve elektron alış-verişleri bilinci ortaya çıkarmıştır. Oysa bu iddianın hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Bilincin beynin neresinde oluştuğu ya da hangi zincirsel beyin aktivitelerinin sonucu olduğu, son derece gelişmiş MR tarama cihazlarına karşın bulunamamıştır. 20. yüzyıl boyunca bilinci açıklamak için yürütülen tüm bilimsel araştırmalar, bilince maddi bir temel bulunamadığını göstermektedir.
Böyle olması da kaçınılmazdır. Çünkü maddenin içinde bilinç oluşturabilecek bir yetenek, bir öz yoktur. Bilincin kaynağı sanılan beynin hücreleri de nihayet şuursuz atomlardan oluşur. Bu atomlar metalin esnekliği, kabın dibindeki yemeğin gerekliliği ya da onu oradan çıkaracak taktikler hakkında birşey bilmezler ' . Üstelik o yemeği yemeyi isteyemezler ' . Dahası bizi biz yapan kişiliğimiz de bu atomlardan ortaya çıkar. Gri ve ıslak bir et parçası milyarlarca farklı insanda olduğu gibi çok farklı kişilikler nasıl oluşturabilir? Karbon, oksijen veya hidrojen atomları bedenimizi ve duygularımızı nasıl yönlendireceklerini nereden bilmektedirler?
Gerçekten de bilinç müthiş bir özelliktir ve maddeyle açıklanması imkansızdır. Bilinç, tek kelimeyle bir mucizedir.
Bilince dair materyalist bir temel ortaya koyma çabasını yıllarca sürdürmüş bir evrimci olan Julian Huxley, bu konudaki çaresizliğini şöyle ifade etmiştir:
“Bilinçli hal kadar olağanüstü birşeyin nasıl olup da bir sinir hücresinin başlatıcı hareketi sonucu ortaya çıktığı, aynı Aleaddin ' in lambası hikayesinde lambanın ovuşturulmasıyla cinin görünmesi kadar anlaşılmazdır...” (The Problem of Consciousness, Colin McGinn, Athenaum Press Ltd, Gateshead, Tyne & Wear, 1991, sf. 1)
İnsan Bilincinin Kaynağı: Ruh
Peki, nedir bilincin kaynağı? Bu kaynak madde olmadığına göre? Bu sorunun cevabı, maddesel dünyanın alanından çıktığına göre, bilimin de dışına çıkar, "manevi" dünyaya girer. Bu konuda bize yol gösterebilecek yegane kaynak Kuran ' ı Kerim ' dir.
İnsanlardaki bilincin kaynağı ruhtur: Düşünen, hisseden, acı çeken, üzülen, sevinen, hatıraları olan varlık, bilinçsiz atomların toplamı olan beyin değil, insanın ruhudur. İnsan bilincini maddeye indirgemeye çalışan materyalizm, işte bu nedenle çıkmaz içindedir.
Hayvanlardaki Bilincin Kaynağı: İlham
İnsanlardaki bilincin kaynağı ruhtur, ancak hayvanların ruhu yoktur. Peki bu durumda, hayvanlarda da zaman zaman rastlanan ve açıklaması son derece güç olan bilinçli hareketleri nasıl açıklayabiliriz? Bu konuda yine Kuran'ı Kerim bize yol göstermektedir. Allah Kuran'da bal arısının hareketlerinin özel bir ilham sonucu gerçekleştiğini şöyle örnek verir:
“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.” (Nahl Suresi, 68–69)
Ayetlerde haber verilen sır, arılar hakkında yapılan bilimsel araştırmaların sonuçlarıyla da uyum içindedir. Araştırmalar, arıların yaptıkları peteklerin ve bal yapımı için yürüttükleri çalışmanın, çok yüksek derecede hassas matematik hesaplarına dayandığını göstermiştir. Matematik ve geometri konusunda uzman olanlar hariç, insanların bile başaramayacağı bu hassas ayarların sırrı, Allah'ın bu canlıya verdiği özel ilhamdır.
İşte bilim adamlarını şaşkınlığa düşüren Betty adlı karganın bilinç gösterisini de, bu sır ışığında incelemek gerekir: Kargaya bu davranışını Allah ilham etmiştir. Kargayı yaratan, ona kanatlarını gözlerini ve diğer tüm sahip olduklarını veren Allah, kargaya bu beceriyi bağışlamıştır. Kainattaki kusursuz tasarım ile sonsuz uyum ve denge de Yüce Allah ' ın eseridir.
Konunun bir diğer dikkat çekici yönü, Allah'ın bir kargaya ilhamda bulunduğuna dair bir bilginin Kuran'da geçmesidir. Bu gerçek Hz. Adem ' in oğullarının kıssasında aktarılmaktadır. Oğullardan birisi kendi nefsinde büyüklenen ve kıskanç birisidir. Hatta kardeşini bu yüzden öldürmüştür. Allah ise bir kargaya ilhamda bulunarak ona bir ders verir.
Canlılar dünyasında gördüğümüz bu gibi son derece şaşırtıcı davranışların sırrı buradadır. Bilim bu davranışlara kimi zaman "içgüdü" adını verir, ama bir açıklama gibi gözüken bu kavram aslında bir açıklama değil, sadece bir isimlendirmedir. İçgüdünün kaynağı nedir sorusu hep cevapsızdır. Bazı örneklerde ise (Karga Betty örneğinde olduğu gibi) canlıların gösterdiği bilinçli davranışı "içgüdü" olarak bile tanımlamak mümkün değildir. Gerçekte tüm bunlar, bizlere Allah'ın canlılar üzerindeki hakimiyetini gösteren delillerdendir.
Canlıların davranışlarını gözlemleyen bilim adamları her seferinde mucizelerle karşılaştıklarını itiraf ediyorlar. Kendilerinden beklenmeyen davranışları büyük bir plan ve başarıyla gerçekleştiren hayvanlar da yaratılış delillerini gözler önüne seriyor. Bilim adamlarını bu kez hayrete düşüren canlı ise; Betty adında bir karga.
Betty, Zekanın Kökenine Dair Evrimci Varsayımları Altüst Etti
Bir karganın böylesine karmaşık bir davranış gösterebilmesi evrimci bilim adamlarında derin bir şaşkınlık uyandırdı. Evrim teorisine göre insanlardan sonra en zeki canlılar primatlar ve primatların arasından da insana en yakın canlı olan şempanzeler. Şempanzelerin basit aletler kullanabildiklerini hepimiz görmüşüzdür. Bugüne kadar yaygın görüş, karşılaşılan durumları çözmede insanlardan sonra en yetenekli canlının şempanzeler olduğu yönündeydi. Bu yüzden Betty için evrimci kaynaklarda şu yorum yapıldı: Bu karga en yakın akrabalarımızı bile mahçup etti. (Crows prove they are no birdbrains)
Bu karganın evrim teorisinin temel kabullerinden birini çürüttüğü açıkça anlaşılıyor. Kacelnik bu gerçeği şöyle açıklıyor:
“Hayvanlar arasında en zeki olanların primatlar olduklarını düşünüyoruz, çünkü bize en yakın türü onlar oluşturuyor. Ancak bu hayvan (Betty) görmüş olduğumuz herhangi bir primattan daha zeki. Bugüne kadar insanlara kuşlardan daha yakın olan primatlar üzerinde yapılan deneylerde, bilinçli alet yapımı veya insanlarda olduğu gibi bir fizik kanunlarını muhakeme kabiliyeti görülmüş değildir. Alet yapımı ve kullanım daima üstün bir zekanın tipik belirtileri olarak alınmıştır. Şimdi ise bir kuş bu konuda biz insanların en yakın akrabalarından daha ileri olduğunu göstermiş oldu.”
Corvus moneduloides türüne ait bu kargalar Pasifik Okyanusu ' ndaki New Caledonia adasında yaşamaktalar. Bu canlıların çalı çırpı kullandıkları, bu sayede ulaşamayacakları kovuklardaki besinleri elde ettikleri bilinmekteydi. Ancak Betty ' nin laboratuvarda büktüğü metal çubuk, doğada bulunmayan bir malzeme. Ayrıca doğadaki çalı çırpıların metal gibi bir esneme özelliği bulunmuyor. Dolayısıyla bu çok şaşırtıcı bir sonuç. Çünkü bir hayvan, bir metal çubuğu etraftaki diğer nesnelerin arasından seçiyor ve bunu belli bir işi halletmede araç olarak benimsiyor. Betty ' nin davranışındaki aklın temelleri bilim adamları için tam bir bilmece. Araştırmayı gerçekleştiren bilim adamları şu yorumu yapıyor:
“Ortada taklit edebileceği bir model yoktu Hayvanların, geçmişten gelen yüklü miktarda deneyim olmaksızın, nesneleri araç olacak şekilde bilinçli olarak değiştirebilmeleri hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz.”
Bilim adamlarının da belirttiği gibi Betty ' nin bu davranışının görünürde hiçbir temeli yok. Tamamen spontane olarak ortaya çıkıyor. Ama aklımız bize bu davranışın meydana gelmesi için bir düşünme sürecinin yaşanmış olması gerektiğini söyler. Ancak söz konusu canlı bir fındık kadar bile beyne sahip değildir ve düşünme yeteneğinden kesinlikle yoksundur.
Bir karga, ancak insanlarda görülebilecek kadar karmaşık bir davranış göstererek bilim adamlarını hayrete düşürdü. Oxford Üniversitesi ' ndeki laboratuvarlarda davranışları incelenen ve Betty adı verilen karga, insandan sonra en zeki canlı olarak gösterilen şempanzelerin bile yapamadığını yaptı. Ekolojik Davranışlar Araştırma Grubu ' ndan bilim adamlarının yürüttüğü çalışmada, karganın derince bir kaptaki yemeğe ulaşmak için hangi yolları deneyeceği gözlemlendi. Betty, laboratuvarda edindiği ince bir metal çubuğu bükerek kanca haline getirdi. Daha sonra da derin kaptaki yemeği kanca uca takarak dışarı çıkarmayı başardı. Bunun tesadüf olup olmadığını anlamak isteyen bir grup uzman, Betty ' ye aynı koşulları 10 kez tekrarladılar. Amerika Birleşik Devletleri ' nin ünlü bilim dergisi Science ' ın 9 Ağustos 2002 sayısında yayımlanan araştırmanın lideri olan Profesör Alex Kacelnik sonucu heyecanla aktarıyor: “Bunun bir tesadüf olmadığına kendimizi ikna etmek istiyorduk, bu yüzden testi 10 kez tekrarladık. Hayvan 10 denemeden 9 ' unda aynısını başardı.” (Crows prove they are no birdbrains)
Betty, metali büktüğü 9 denemede, doğrudan metali büküp enerji harcamak yerine önce düz haldeki çubuğu kullandı. Ancak sonuç alamayacağı belli olduktan sonra metali bükmeye başladı. Yapılan tüm denemelerde kuşun yiyeceği dışarı çıkarması 2 dakikayı aşmadı.
Profesör Kacelnik ekliyor: “Dahası, her denemede aynı yöntemi kullanmadı. Bazen bir ayağıyla çubuğun üzerine basıyorken gagasıyla diğer ucu büküyordu veya çubuğu kabın içindeki bir çatlağın içine sokarak farklı açılardan bastırarak büküyordu. Eğer ilk başta işe yaramaz ve yemeği çıkaramazsa çubuğu kaptan dışarı çıkarıp onu tam da uygun şekilde büktü.”
Bilincin Görünmeyen Kaynağı
Peki, bir bilinci olmayan bu karga nasıl olup da böyle bir muhakeme yapmış olabilir? Bu soruya cevap vermeye çalışan bir bilim adamı, eğer herşeyi maddeyle açıklama çabasındaki materyalist felsefeyi savunuyorsa, bir cevap bulamayacaktır. Materyalistlere göre bilinç beyindeki elektrokimyasal reaksiyonların bir sonucudur. Yani beyin dokusunu oluşturan hücrelerin birbirleriyle yaptıkları kimyasal ve elektron alış-verişleri bilinci ortaya çıkarmıştır. Oysa bu iddianın hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Bilincin beynin neresinde oluştuğu ya da hangi zincirsel beyin aktivitelerinin sonucu olduğu, son derece gelişmiş MR tarama cihazlarına karşın bulunamamıştır. 20. yüzyıl boyunca bilinci açıklamak için yürütülen tüm bilimsel araştırmalar, bilince maddi bir temel bulunamadığını göstermektedir.
Böyle olması da kaçınılmazdır. Çünkü maddenin içinde bilinç oluşturabilecek bir yetenek, bir öz yoktur. Bilincin kaynağı sanılan beynin hücreleri de nihayet şuursuz atomlardan oluşur. Bu atomlar metalin esnekliği, kabın dibindeki yemeğin gerekliliği ya da onu oradan çıkaracak taktikler hakkında birşey bilmezler ' . Üstelik o yemeği yemeyi isteyemezler ' . Dahası bizi biz yapan kişiliğimiz de bu atomlardan ortaya çıkar. Gri ve ıslak bir et parçası milyarlarca farklı insanda olduğu gibi çok farklı kişilikler nasıl oluşturabilir? Karbon, oksijen veya hidrojen atomları bedenimizi ve duygularımızı nasıl yönlendireceklerini nereden bilmektedirler?
Gerçekten de bilinç müthiş bir özelliktir ve maddeyle açıklanması imkansızdır. Bilinç, tek kelimeyle bir mucizedir.
Bilince dair materyalist bir temel ortaya koyma çabasını yıllarca sürdürmüş bir evrimci olan Julian Huxley, bu konudaki çaresizliğini şöyle ifade etmiştir:
“Bilinçli hal kadar olağanüstü birşeyin nasıl olup da bir sinir hücresinin başlatıcı hareketi sonucu ortaya çıktığı, aynı Aleaddin ' in lambası hikayesinde lambanın ovuşturulmasıyla cinin görünmesi kadar anlaşılmazdır...” (The Problem of Consciousness, Colin McGinn, Athenaum Press Ltd, Gateshead, Tyne & Wear, 1991, sf. 1)
İnsan Bilincinin Kaynağı: Ruh
Peki, nedir bilincin kaynağı? Bu kaynak madde olmadığına göre? Bu sorunun cevabı, maddesel dünyanın alanından çıktığına göre, bilimin de dışına çıkar, "manevi" dünyaya girer. Bu konuda bize yol gösterebilecek yegane kaynak Kuran ' ı Kerim ' dir.
İnsanlardaki bilincin kaynağı ruhtur: Düşünen, hisseden, acı çeken, üzülen, sevinen, hatıraları olan varlık, bilinçsiz atomların toplamı olan beyin değil, insanın ruhudur. İnsan bilincini maddeye indirgemeye çalışan materyalizm, işte bu nedenle çıkmaz içindedir.
Hayvanlardaki Bilincin Kaynağı: İlham
İnsanlardaki bilincin kaynağı ruhtur, ancak hayvanların ruhu yoktur. Peki bu durumda, hayvanlarda da zaman zaman rastlanan ve açıklaması son derece güç olan bilinçli hareketleri nasıl açıklayabiliriz? Bu konuda yine Kuran'ı Kerim bize yol göstermektedir. Allah Kuran'da bal arısının hareketlerinin özel bir ilham sonucu gerçekleştiğini şöyle örnek verir:
“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.” (Nahl Suresi, 68–69)
Ayetlerde haber verilen sır, arılar hakkında yapılan bilimsel araştırmaların sonuçlarıyla da uyum içindedir. Araştırmalar, arıların yaptıkları peteklerin ve bal yapımı için yürüttükleri çalışmanın, çok yüksek derecede hassas matematik hesaplarına dayandığını göstermiştir. Matematik ve geometri konusunda uzman olanlar hariç, insanların bile başaramayacağı bu hassas ayarların sırrı, Allah'ın bu canlıya verdiği özel ilhamdır.
İşte bilim adamlarını şaşkınlığa düşüren Betty adlı karganın bilinç gösterisini de, bu sır ışığında incelemek gerekir: Kargaya bu davranışını Allah ilham etmiştir. Kargayı yaratan, ona kanatlarını gözlerini ve diğer tüm sahip olduklarını veren Allah, kargaya bu beceriyi bağışlamıştır. Kainattaki kusursuz tasarım ile sonsuz uyum ve denge de Yüce Allah ' ın eseridir.
Konunun bir diğer dikkat çekici yönü, Allah'ın bir kargaya ilhamda bulunduğuna dair bir bilginin Kuran'da geçmesidir. Bu gerçek Hz. Adem ' in oğullarının kıssasında aktarılmaktadır. Oğullardan birisi kendi nefsinde büyüklenen ve kıskanç birisidir. Hatta kardeşini bu yüzden öldürmüştür. Allah ise bir kargaya ilhamda bulunarak ona bir ders verir.
Canlılar dünyasında gördüğümüz bu gibi son derece şaşırtıcı davranışların sırrı buradadır. Bilim bu davranışlara kimi zaman "içgüdü" adını verir, ama bir açıklama gibi gözüken bu kavram aslında bir açıklama değil, sadece bir isimlendirmedir. İçgüdünün kaynağı nedir sorusu hep cevapsızdır. Bazı örneklerde ise (Karga Betty örneğinde olduğu gibi) canlıların gösterdiği bilinçli davranışı "içgüdü" olarak bile tanımlamak mümkün değildir. Gerçekte tüm bunlar, bizlere Allah'ın canlılar üzerindeki hakimiyetini gösteren delillerdendir.
Muhalefet Ruhundan Sakınmanın Önemi
Bazı insanlar toplumda diğerlerine kıyasla daha çok sevilir ve arkadaş ortamlarında vakit geçirirken daha çok tercih edilirler. Bunun önemli sebeplerinden biri, bu kimselerin muhalefet ruhundan sakınarak uyumlu bir ahlak göstermeleridir.
İnsanı muhalefet ruhuna iten sebep nedir?
Muhalefet ruhundan kurtulmak ve Allah’ın beğendiği uyumlu karaktere sahip olmak için ne yapmak gerekir?
Muhalafet ruhu insana nasıl zarar verir?
Hemen herkes hayatı boyunca uyumsuz insanlara sıklıkla rastlamıştır. Bu kimseler çevrelerinde olup biten, etraflarında konuşulan hemen her konuda, neredeyse amaçsız denilebilecek bir ‘muhalefet ruhu’ içindedirler. Asıl istedikleri doğruyu bulmak, yanlış bir şeyi düzeltmek, isabetsiz bir şey yapılmasına engel olmak ya da daha iyi bir alternatifi uygulamak değildir. Hiçbir sebebi olmaksızın; mantıklı ya da mantıksız, her şeyde bir ‘karşı fikir’ geliştirme eğilimi içerisindedirler.
Muhalefet Ruhunun Kaynağı Şeytandır
İnsanları ‘muhalefet ruhu’na iten ve sürekli ‘aksilik modu’nda yaşamalarını teşvik eden ‘şeytan’dan başkası değildir. Şeytan kişinin vicdanlı, akılcı, tevekküllü, şükredici, hoşgörülü, Allah’ın yarattıklarından razı olan, çevresine karşı güzel ahlak gösteren bir insan olmasını istemez. Kendisi gibi isyankar, nankör, tevekkülsüz, şükredici olmayan, uyum sağlayamayan, başkalarına tabi olamayan, alttan alıp tevazu gösteremeyen bir kimse olmasını ister.
Şeytanın etkisi altına giren kişiler de, işte hemen her yerde ve her konuda bu özellikleriyle dikkat çekerler. Örneğin bir topluluk içerisinde herkes ortak bir şey yapmaya karar verdiğinde, böyle bir kişi buna katılmak istemez. Herkes eğlenirken o bir kenarda oturur. Güzel bir espri yapıldığında herkes gülerken, bu kişi gülmez. Bir sohbet olduğunda, o sessiz kalmayı tercih eder. Herkes dışarı çıkmak istediğinde, o evde oturmak ister. Herkes uyumak istediğinde, o oturup bir şeyler yapmak ister. Bir şeyi beğenip beğenmediği sorulduğunda, mutlaka bir kusur bulur. Bir konuda bir fikir vermesi istendiğinde “aklıma bir şey gelmiyor” gibi karşı tarafı hoşnut etmeyecek bir cevap verir. Bir sorun çözülmeye çalışıldığında, mutlaka zorlaştırıcı bir tavır gösterir. Çok küçük fedakarlıklarla halledilebilecek bir konu olduğunda, buna asla yanaşmaz; bunun yerine başkasının fedakarlık yapmasını ister. Yardım istendiğinde bir bahaneyle mutlaka reddeder. Etrafında bir çok güzellik varken, olumsuz tek bir yönü dile getirip durur. Her şeyden şikayet eder. Kendisine bir hediye alındığında ya da hoşuna gideceği düşünülerek bir iyilik yapıldığında, gerektiği şekilde nezaket gösterip teşekkür etmek yerine, kendisine sunulan şeyde bir kusur bulup onu dile getirir. Bir şey ikram edildiğinde canı istemese bile nezaket gösterip almak yerine, “canım istemiyor” gibi kaba bir üslupla karşı tarafı reddeder. Kuran’da bu kişilerin sahip olduğu muhalif karakterin şeytandan kaynaklandığı şöyle haber verilir:
“Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar.” (Zuhruf Suresi, 37)
İşte böyle bir kişi, bu ve buna benzer tavır ve üslupların toplamında “uyumsuz” bir insan haline gelir. Hep aksilik çıkaran, muhalefet eden, zorlaştıran, bahane bulan, olumsuzlukları dile getiren, sürekli söylenen, hiçbir şeyden memnun olmayan, kanaat getirmesini bilmeyen bir insan modeli oluşur.
Uyumlu Olmak, Önemli Bir Sevgi Vesilesidir
İnsan fıtratı, kolaylaştıran, rahatlatan, kendinden fedakarlık etmesi gerekse de, bunu karşı tarafa hissettirmeden yapan, makul olan herşeye uyum gösteren insanlarla rahat edecek şekilde yaratılmıştır. Böyle bir insan gerçekten gerekli bulduğu noktalarda, aklın ve vicdanın gerektirdiği şekilde muhalefet etse de, bu karşı tarafı hiç rahatsız etmez. Çünkü akılcı, mantıklı ve vicdanlı bir muhalefet, karşı tarafın hoşnutsuzluk duyacağı değil, aksine faydalanacağı bir müdahaledir. Çünkü yanlış bir şey yapacakken doğru olanı tespit etmiş olmak, o kişinin de menfaatinedir.
Uyumlu insanlara da toplumda pek çok insan aşinadır. Diğer insan karakterlerine göre daha nadir rastlanan bu insanlar, çevrelerindeki herkes tarafından çok sevilirler. Biri güzel bir söz söylediğinde hemen onu tamamlayıcı bir karşılık verirler. Kendilerine bir iltifat edildiğinde onlar da hemen daha güzeliyle bir iltifatta bulunurlar. Bir espri yapıldığında, hoşlarına gitse de gitmese de ya da yeteri kadar güldürücü olsa da olmasa da hemen karşı tarafı onore eden bir söz söylerler. Karşı taraf makul bir teklifte bulunduğunda, kendi canları çok istemese de hemen o kişinin tercihinden yana tavır sergilerler. Yanlarındaki insanlar ciddi bir işle meşgul oluyorsa, dikkat dağıtmayacak şekilde davranırlar. Eğer neşeli eğlenceli bir ortam varsa, bu sefer de canlı, konuşkan, aktif bir tavra geçerler. Birkaç kişi birlikte yemek yiyeceği zaman, hemen karşı tarafın sevdiği ve istediği yemekten yana tercihte bulunurlar. Kendileri dinlenmek isterken, karşı taraf geniş çaplı ve yardım gerektiren bir işe girişecek olursa, kendi durumlarını hiç hissettirmeden hemen gidip yardıma koyulurlar.
Böyle insanların olduğu yerlerde tartışma ortamı hemen hemen hiç olmaz. Çünkü bu kişiler kendileri yatıştırıcı oldukları gibi, muhalefet ruhuyla hareket edenleri de yatıştıracak bir etki gösterirler. Kuran’da müminlerin bu uyumlu ve yumuşak karakterleri şöyle bildirilir:
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır.”(Bakara Suresi, 263)
Allah Korkusu Uyumlu Olmayı Sabit Bir Karakter Özelliği Haline Getirir
Din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda da bazen kimi insanlar, çeşitli amaçlarla uyumlu bir karakter gösterebilirler. Kimi zaman arkadaş edinmek, kimi zaman karşı tarafa kendilerini sevdirebilmek, kimi zaman da menfaat elde edebilmek gibi düşüncelerle çevrelerindeki insanlara karşı çok candan ve uyumlu bir tavır sergilerler. Ancak elbetteki bu çok kısa süreli, geçici ve aldatıcı bir kişiliktir.
Bir insanın Allah korkusundan dolayı çevresindeki insanlara karşı uyumlu, yatıştırıcı, pozitif, tamamlayıcı, rahatlatıcı, sevecen bir karakter göstermesi ise çok güzel bir mümin alameti ve çok önemli bir sevgi sebebidir. O kişinin vicdanının, aklının, Allah korkusunun, imanının, iradesinin, samimiyetinin, sevgisinin ve sağlam kişiliğinin bir göstergesidir. Ve bu geçici değil, sabit bir karakter özelliğidir.
Müminin bu konudaki samimiyeti ise, ‘asla vicdanen yanlış olduğuna inandığı bir konuda çevresine uyum göstermemesiyle’ anlaşılır. Doğru olmayan bir tavra, güzel olmayan bir söze, alaycı bir espriye, yanlış bir karara, haram bir fiile, Allah’ın hoşnut olmayacağı bir tavır ya da söze, güzel olmayan bir ahlaka, nezaketsiz, hoşgörüsüz, merhametsiz, saygıdan yoksun bir tavra asla uyum göstermez. Kendisi uyum göstermediği gibi, bu ahlakı sergileyen kimseye de, hiç çekinmeden en güzel sözle mutlaka bunun doğrusunu gösterir.
Bu nedenle iman eden her insanın, bu önemli karakter özelliği üzerinde düşünüp gün boyunca “Müslümanlara karşı güzel ahlakta nasıl daha uyumlu tavırlar sergileyebilirim?” , “nasıl daha candan ve pozitif olabilirim?”, “Allah’ın ve Müslümanların sevgisini nasıl daha fazla kazanabilirim?” diye aklını yorması gerekir. Böyle düşünerek vicdanını zorlayan bir insan, gün boyunca karşısına bu ahlakı gösterebileceği yüzlerce detay çıkacağını görecektir. Tüm bunlarda olabilecek en güzel tavrı seçip uygulamak, Allah’ın rızasına da en uygun olan tavır olacaktır.
Unutulmamalıdır ki insan, eğer nefsin istek ve tutkularına göre değil de vicdanını kullanarak hareket ederse Allah’ın beğendiği sıfatları üstünde taşımaya başlar. Allah sonsuz merhametlidir; dolayısıyla O’na teslim olan bir mümin de merhamet sahibidir. Allah sonsuz akıl sahibidir; O’na kulluk eden bir mümin de üstün bir akla sahip olur. İnsan Allah’a ne kadar yakınlaşır, O’na ne kadar teslim olursa, Rabbimiz’in izniyle “yaratılmışların en hayırlısı” (Beyyine Suresi, 7) olur.
Muhalefet Ruhuna Sahip Olan Bir Kişi Yalnızca Kendisine Zarar Verir
Muhalefet ruhuna sahip kimselerin şeytanın etkisiyle yaşadıkları ruh haline ve bundan dolayı çektikleri sıkıntıya bakıldığında, çevrelerindeki insanlara mesajlar verebilmek için büründükleri bu karakterin kendilerine nasıl bir tahribatla geri döndüğü çok açık bir şekilde görülebilecektir.
Saatler, günler, aylar boyunca bu kimselerin akıllarını meşgul eden ve bir türlü kurtulamadıkları olumsuz düşünceleri şöyle örneklendirebiliriz:
Vicdan azabı çektiği olayları kendi kendine tekrarlamak, etrafında kötü insanlar olduğunu iddia etmek,
Vicdanına hiçbir şekilde teslim olmamaya kararlı olmak.
Çevresindekileri tedirgin etmek, kibirli olmakta inat etmek.
Her zaman en kötü ihtimalin gerçek olduğunu düşünmek.
Sevilmemek için elinden geleni yapmak ve sonra da ‘niçin sevilmiyorum’ diye şaşırmak, hüzünlenmek.
Herşeye olumsuz bakmak ve herşeye karşı çıkmak sonra da mutlu olacak hiçbir şey olmadığını düşünmek.
Her gittiği yere sıkıntısını ve vesveselerini de götürmek ve başkalarından sıkılmak.
Terslemeyi huy edinmek.
Ahlakını çirkinleştirmek için elinden geleni yapmak, sonra buna üzülmek.
Bunlar şeytanın, telkin ettiği olumsuz bakış açısıyla insanlara kurduğu tuzaklardan yalnızca çok az bir kısmıdır. Şeytanın etkisine girerek muhalif bir bakış açısıyla hareket eden bir kişi, neredeyse kendi kendisinin düşmanı olur. Herşeyin sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın kontrolünde olduğunu unuttuğundan daimi bir korku ve karmaşa içinde yaşar. Bu sıkıntılı ruh hali nedeniyle içine kapanır; yalnızlığı tercih eder.
Böyle bir durumda en güçlü bedenin bile gerginlikten çöküntüye geçmesi kaçınılmazdır. İnsanların ve olayların Allah’tan bağımsız olduğunu düşündükleri için, hayırları ve güzellikleri göremeyen, tamamıyla olumsuz bir bakış açısına sahip olan bu kişileri, bir noktadan sonra artık hiçbir şey ilgilendirmez. Herşeye karamsar bir gözle bakarlar. Her ne kadar kendilerine itiraf edemeseler de mutluluğa, sevgiye inanmazlar. İçinde bulundukları durumu düşündükçe sıkıntıları daha da artar. Oysa bu ruh halinden kurtulmanın yolu Kuran ahlakını yaşayıp, Allah’a tevekkül etmektir. Çünkü en iyi olaylar bile kendisini Allah’a teslim etmeyen, muhalefet eden ve kendisini mutsuz hisseden bir insanı memnun edemez. Allah Kuran’da bu kimselerin ruh halini“Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi…” (Müminun Suresi, 106) ayetiyle haber vermektedir.
Hemen herkes hayatı boyunca uyumsuz insanlara sıklıkla rastlamıştır. Bu kimseler çevrelerinde olup biten, etraflarında konuşulan hemen her konuda, neredeyse amaçsız denilebilecek bir ‘muhalefet ruhu’ içindedirler. Asıl istedikleri doğruyu bulmak, yanlış bir şeyi düzeltmek, isabetsiz bir şey yapılmasına engel olmak ya da daha iyi bir alternatifi uygulamak değildir. Hiçbir sebebi olmaksızın; mantıklı ya da mantıksız, her şeyde bir ‘karşı fikir’ geliştirme eğilimi içerisindedirler.
Muhalefet Ruhunun Kaynağı Şeytandır
İnsanları ‘muhalefet ruhu’na iten ve sürekli ‘aksilik modu’nda yaşamalarını teşvik eden ‘şeytan’dan başkası değildir. Şeytan kişinin vicdanlı, akılcı, tevekküllü, şükredici, hoşgörülü, Allah’ın yarattıklarından razı olan, çevresine karşı güzel ahlak gösteren bir insan olmasını istemez. Kendisi gibi isyankar, nankör, tevekkülsüz, şükredici olmayan, uyum sağlayamayan, başkalarına tabi olamayan, alttan alıp tevazu gösteremeyen bir kimse olmasını ister.
Şeytanın etkisi altına giren kişiler de, işte hemen her yerde ve her konuda bu özellikleriyle dikkat çekerler. Örneğin bir topluluk içerisinde herkes ortak bir şey yapmaya karar verdiğinde, böyle bir kişi buna katılmak istemez. Herkes eğlenirken o bir kenarda oturur. Güzel bir espri yapıldığında herkes gülerken, bu kişi gülmez. Bir sohbet olduğunda, o sessiz kalmayı tercih eder. Herkes dışarı çıkmak istediğinde, o evde oturmak ister. Herkes uyumak istediğinde, o oturup bir şeyler yapmak ister. Bir şeyi beğenip beğenmediği sorulduğunda, mutlaka bir kusur bulur. Bir konuda bir fikir vermesi istendiğinde “aklıma bir şey gelmiyor” gibi karşı tarafı hoşnut etmeyecek bir cevap verir. Bir sorun çözülmeye çalışıldığında, mutlaka zorlaştırıcı bir tavır gösterir. Çok küçük fedakarlıklarla halledilebilecek bir konu olduğunda, buna asla yanaşmaz; bunun yerine başkasının fedakarlık yapmasını ister. Yardım istendiğinde bir bahaneyle mutlaka reddeder. Etrafında bir çok güzellik varken, olumsuz tek bir yönü dile getirip durur. Her şeyden şikayet eder. Kendisine bir hediye alındığında ya da hoşuna gideceği düşünülerek bir iyilik yapıldığında, gerektiği şekilde nezaket gösterip teşekkür etmek yerine, kendisine sunulan şeyde bir kusur bulup onu dile getirir. Bir şey ikram edildiğinde canı istemese bile nezaket gösterip almak yerine, “canım istemiyor” gibi kaba bir üslupla karşı tarafı reddeder. Kuran’da bu kişilerin sahip olduğu muhalif karakterin şeytandan kaynaklandığı şöyle haber verilir:
“Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar.” (Zuhruf Suresi, 37)
İşte böyle bir kişi, bu ve buna benzer tavır ve üslupların toplamında “uyumsuz” bir insan haline gelir. Hep aksilik çıkaran, muhalefet eden, zorlaştıran, bahane bulan, olumsuzlukları dile getiren, sürekli söylenen, hiçbir şeyden memnun olmayan, kanaat getirmesini bilmeyen bir insan modeli oluşur.
Uyumlu Olmak, Önemli Bir Sevgi Vesilesidir
İnsan fıtratı, kolaylaştıran, rahatlatan, kendinden fedakarlık etmesi gerekse de, bunu karşı tarafa hissettirmeden yapan, makul olan herşeye uyum gösteren insanlarla rahat edecek şekilde yaratılmıştır. Böyle bir insan gerçekten gerekli bulduğu noktalarda, aklın ve vicdanın gerektirdiği şekilde muhalefet etse de, bu karşı tarafı hiç rahatsız etmez. Çünkü akılcı, mantıklı ve vicdanlı bir muhalefet, karşı tarafın hoşnutsuzluk duyacağı değil, aksine faydalanacağı bir müdahaledir. Çünkü yanlış bir şey yapacakken doğru olanı tespit etmiş olmak, o kişinin de menfaatinedir.
Uyumlu insanlara da toplumda pek çok insan aşinadır. Diğer insan karakterlerine göre daha nadir rastlanan bu insanlar, çevrelerindeki herkes tarafından çok sevilirler. Biri güzel bir söz söylediğinde hemen onu tamamlayıcı bir karşılık verirler. Kendilerine bir iltifat edildiğinde onlar da hemen daha güzeliyle bir iltifatta bulunurlar. Bir espri yapıldığında, hoşlarına gitse de gitmese de ya da yeteri kadar güldürücü olsa da olmasa da hemen karşı tarafı onore eden bir söz söylerler. Karşı taraf makul bir teklifte bulunduğunda, kendi canları çok istemese de hemen o kişinin tercihinden yana tavır sergilerler. Yanlarındaki insanlar ciddi bir işle meşgul oluyorsa, dikkat dağıtmayacak şekilde davranırlar. Eğer neşeli eğlenceli bir ortam varsa, bu sefer de canlı, konuşkan, aktif bir tavra geçerler. Birkaç kişi birlikte yemek yiyeceği zaman, hemen karşı tarafın sevdiği ve istediği yemekten yana tercihte bulunurlar. Kendileri dinlenmek isterken, karşı taraf geniş çaplı ve yardım gerektiren bir işe girişecek olursa, kendi durumlarını hiç hissettirmeden hemen gidip yardıma koyulurlar.
Böyle insanların olduğu yerlerde tartışma ortamı hemen hemen hiç olmaz. Çünkü bu kişiler kendileri yatıştırıcı oldukları gibi, muhalefet ruhuyla hareket edenleri de yatıştıracak bir etki gösterirler. Kuran’da müminlerin bu uyumlu ve yumuşak karakterleri şöyle bildirilir:
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır.”(Bakara Suresi, 263)
Allah Korkusu Uyumlu Olmayı Sabit Bir Karakter Özelliği Haline Getirir
Din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda da bazen kimi insanlar, çeşitli amaçlarla uyumlu bir karakter gösterebilirler. Kimi zaman arkadaş edinmek, kimi zaman karşı tarafa kendilerini sevdirebilmek, kimi zaman da menfaat elde edebilmek gibi düşüncelerle çevrelerindeki insanlara karşı çok candan ve uyumlu bir tavır sergilerler. Ancak elbetteki bu çok kısa süreli, geçici ve aldatıcı bir kişiliktir.
Bir insanın Allah korkusundan dolayı çevresindeki insanlara karşı uyumlu, yatıştırıcı, pozitif, tamamlayıcı, rahatlatıcı, sevecen bir karakter göstermesi ise çok güzel bir mümin alameti ve çok önemli bir sevgi sebebidir. O kişinin vicdanının, aklının, Allah korkusunun, imanının, iradesinin, samimiyetinin, sevgisinin ve sağlam kişiliğinin bir göstergesidir. Ve bu geçici değil, sabit bir karakter özelliğidir.
Müminin bu konudaki samimiyeti ise, ‘asla vicdanen yanlış olduğuna inandığı bir konuda çevresine uyum göstermemesiyle’ anlaşılır. Doğru olmayan bir tavra, güzel olmayan bir söze, alaycı bir espriye, yanlış bir karara, haram bir fiile, Allah’ın hoşnut olmayacağı bir tavır ya da söze, güzel olmayan bir ahlaka, nezaketsiz, hoşgörüsüz, merhametsiz, saygıdan yoksun bir tavra asla uyum göstermez. Kendisi uyum göstermediği gibi, bu ahlakı sergileyen kimseye de, hiç çekinmeden en güzel sözle mutlaka bunun doğrusunu gösterir.
Bu nedenle iman eden her insanın, bu önemli karakter özelliği üzerinde düşünüp gün boyunca “Müslümanlara karşı güzel ahlakta nasıl daha uyumlu tavırlar sergileyebilirim?” , “nasıl daha candan ve pozitif olabilirim?”, “Allah’ın ve Müslümanların sevgisini nasıl daha fazla kazanabilirim?” diye aklını yorması gerekir. Böyle düşünerek vicdanını zorlayan bir insan, gün boyunca karşısına bu ahlakı gösterebileceği yüzlerce detay çıkacağını görecektir. Tüm bunlarda olabilecek en güzel tavrı seçip uygulamak, Allah’ın rızasına da en uygun olan tavır olacaktır.
Unutulmamalıdır ki insan, eğer nefsin istek ve tutkularına göre değil de vicdanını kullanarak hareket ederse Allah’ın beğendiği sıfatları üstünde taşımaya başlar. Allah sonsuz merhametlidir; dolayısıyla O’na teslim olan bir mümin de merhamet sahibidir. Allah sonsuz akıl sahibidir; O’na kulluk eden bir mümin de üstün bir akla sahip olur. İnsan Allah’a ne kadar yakınlaşır, O’na ne kadar teslim olursa, Rabbimiz’in izniyle “yaratılmışların en hayırlısı” (Beyyine Suresi, 7) olur.
Muhalefet Ruhuna Sahip Olan Bir Kişi Yalnızca Kendisine Zarar Verir
Muhalefet ruhuna sahip kimselerin şeytanın etkisiyle yaşadıkları ruh haline ve bundan dolayı çektikleri sıkıntıya bakıldığında, çevrelerindeki insanlara mesajlar verebilmek için büründükleri bu karakterin kendilerine nasıl bir tahribatla geri döndüğü çok açık bir şekilde görülebilecektir.
Saatler, günler, aylar boyunca bu kimselerin akıllarını meşgul eden ve bir türlü kurtulamadıkları olumsuz düşünceleri şöyle örneklendirebiliriz:
Bunlar şeytanın, telkin ettiği olumsuz bakış açısıyla insanlara kurduğu tuzaklardan yalnızca çok az bir kısmıdır. Şeytanın etkisine girerek muhalif bir bakış açısıyla hareket eden bir kişi, neredeyse kendi kendisinin düşmanı olur. Herşeyin sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın kontrolünde olduğunu unuttuğundan daimi bir korku ve karmaşa içinde yaşar. Bu sıkıntılı ruh hali nedeniyle içine kapanır; yalnızlığı tercih eder.
Böyle bir durumda en güçlü bedenin bile gerginlikten çöküntüye geçmesi kaçınılmazdır. İnsanların ve olayların Allah’tan bağımsız olduğunu düşündükleri için, hayırları ve güzellikleri göremeyen, tamamıyla olumsuz bir bakış açısına sahip olan bu kişileri, bir noktadan sonra artık hiçbir şey ilgilendirmez. Herşeye karamsar bir gözle bakarlar. Her ne kadar kendilerine itiraf edemeseler de mutluluğa, sevgiye inanmazlar. İçinde bulundukları durumu düşündükçe sıkıntıları daha da artar. Oysa bu ruh halinden kurtulmanın yolu Kuran ahlakını yaşayıp, Allah’a tevekkül etmektir. Çünkü en iyi olaylar bile kendisini Allah’a teslim etmeyen, muhalefet eden ve kendisini mutsuz hisseden bir insanı memnun edemez. Allah Kuran’da bu kimselerin ruh halini“Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi…” (Müminun Suresi, 106) ayetiyle haber vermektedir.
12 Mayıs 2011 Perşembe
Canlılarda Mekanik Sistem Tasarımı
Tüm canlılardaki mekanik tasarımlar mükemmeldir. Ve bu mükemmel tasarım tek bir seferde hatasız olarak ortaya çıkmıştır...
Çoğu zaman tasarımcılar için, harekete dayalı sistemlerin tasarımı, durağan yapılı sistemlerin tasarımından daha zordur. Sözgelimi bir matkabı tasarlarken karşılaşılan problemler bir sürahiyi tasarlarken karşılaşılan problemlerden daha çoktur. Çünkü ilkinde fonksiyon ilk planda iken, ikincisinde şekil ön plandadır. Ve fonksiyon ağırlıklı tasarımlar daha karmaşıktır. Tasarımdaki her parça amaca hizmet etmelidir ve hepsinin bir görevi olmalıdır. Bir tek parçanın eksikliğinde veya tasarım bozukluğunda sistem işlemez.
Böyle bir hatayı taşıyan tasarımlar başarısızlığa mahkumdur. Nitekim insanların yaptığı mekanik sistemlerdeki hatalar sanılandan çok daha fazladır. Bunların bir çoğu deneme yanılma yöntemine göre tasarlanmıştır. Hatalar, ürünün piyasaya çıkmadan önce yapılan modellerinde giderilmeye çalışılmıştır. Ancak bu da kullanıma sunulan ürünlerde hata olmasını engelleyememiştir.
Oysa aynı şeyi doğadaki mekanik sistem tasarımları için söylemek imkansızdır. Tüm canlılardaki mekanik tasarımlar mükemmeldir. Ve bu mükemmel tasarım tek bir seferde hatasız olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah, tüm bunları kusursuz bir biçimde yaratmıştır. Şimdi Allah'ın bu üstün yaratışına örnek oluşturan bazı canlıları inceleyelim.
Ağaçkakanın Kafatası
Ağaçkakanlar, ağaç kabuğuna yaptıkları vuruşlarla kabuğu koparır sonra da ortaya çıkan böcekleri ve kabuğun altına saklanmış yumurtaları yiyerek beslenir. Bu kuşlar, yuvalarını sağlam, canlı ağaçlara oyarlar. Bu oyukları açarken de bir marangoz kadar maharetlidirler.
Büyük noktalı ağaçkakan türü saniyede dokuz-on vuruş yapar, daha küçük boyutlu ağaçkakanlarda ise bu sayı on beş-yirmiye kadar çıkar. En usta ağaçkakan türlerinden biri de Yeşil Ağaçkakandır.
Yeşil Ağaçkakan ağaçları oyarken, gagası saatte yüz kilometreden daha büyük bir hızla çalışır. Fakat kiraz büyüklüğündeki beyni bu sarsıntılardan etkilenmez. İki vuruşu arasındaki zaman farkı, saniyenin binde birinden azdır. Ağaçkakanın sırrı, boyun kaslarındadır. Vurmaya başlayınca, baş ve gaga tam bir doğru üzerine gelirler. En küçük bir sapma, beyinde yırtılma yapabilir.
Bu denli hızlı bir vuruşun betona kafa atmaktan bir farkı yoktur. Kuşun beyninin hiçbir hasara uğramaması ise ancak olağanüstü bir tasarımla mümkündür. Kuşların büyük çoğunluğunda kafatası kemikleri birbirine yapışıktır. Gaga ise çenenin hareketiyle açılır. Oysa ağaçkakanlarda gaga ve kafatası, vuruş sırasında oluşan şoku emen süngerimsi bir madde ile birbirinden ayrılmıştır. Bu esnek madde, otomobil amortisörlerindekinden çok daha iyidir. Bu üstünlüğü, çok kısa aralıklarla oluşan şokları da emebilmesinden ileri gelir. Bu madde her vuruşta oluşan şoku emip bir sonraki şoku karşılayacak duruma gelebilir. Üstelik bunu saniyede onu aşan vuruşun yapıldığı şartlarda başarır. Bu madde modern teknolojinin geliştirdiği tüm benzerlerinden üstündür. Ağaçkakanın kafatası ve üst gagasının olağan dışı bir yöntemle bağlanmış olması, her vuruşta beyninin bulunduğu bölümün gagadan uzaklaşmasını, böylece şok emici ikinci bir mekanizma oluşmasını sağlar. (Bilim ve Teknik / Görsel Bilim ve Teknik Ansiklopedisi, İstanbul: Görsel Yayınlar, 1983-84, s.16.)
Pire: Büyük Sıçrayışlar İçin İdeal
Bir pire kendi vücut yüksekliğinin 100 katından fazla yükseğe sıçrayabilir. Sizin aynı performansı gösterebilmek için 200 m. yükseğe sıçramanız gerekecektir. Dahası pire sıçrayışlarını 78 saat ardı arkası kesilmeden sürdürebilir. Pire genellikle beşinci sıçrayıştan sonra bacakları üstüne düşmez, sırtı üstüne veya başı üstüne düşer. Ne var ki bu düşüş onu sersemletmez bile. Pirenin yaralanmamasının nedeni ise vücudundaki tasarımda saklıdır.
Böceğin iskeleti vücudunun içinde değildir. İskelet, vücudu saran yumuşak kitin tabakasına tutturulmuş, sklerotin adı verilen sert bir karışımdan oluşur. Sklerotin tüm vücudu sarar. Bu dış iskelet birbirine karşı sınırlı ölçüde hareket edebilen çok sayıdaki zırh plakasından oluşur. İşte bu mükemmel tasarım, sıçrayış sonrası karşılaşılan şokları emer ve etkisiz hale getirir.
Öte yandan pirelerin kan damarları yoktur. Vücudun iç kısmı tümüyle, berrak akıcı bir kanın içinde yüzer. Bütün iç organlar bu halleriyle adeta yumuşak yastıklarla çevrelenmiş gibidir, bu nedenle ani basınç yükselmelerinden hiç etkilenmezler. Kan, bütün vücuda dağılmış hava borucukları ile temizlenir. Böylelikle sürekli olarak oksijen temini için gerekli olan güçlü bir pompaya da ihtiyaç duyulmaz. Kalp bir tüp şeklindedir ve o kadar ağır bir ritimle çarpar ki, sıçramalardan oluşan değişiklikler onu hemen hemen hiç etkilemez.
Bilim adamları yaptıkları araştırmalar sonucunda pirenin bacak kaslarının, aslında yaptığı büyük sıçrayışları gerçekleştirecek kadar güçlü olmadığını belirlemişlerdir. Pirenin gösterdiği sıçrama performansı, asıl olarak bacaklarına eklenmiş olan bir tür yay sisteminden kaynaklanmaktadır. Bu yay sistemi, "resilin" adlı proteinden yapılmış bir doku sayesinde çalışır. Bu maddenin özelliği gerilerek sakladığı enerjinin %97'sini serbest bırakabilmesidir. Bugün piyasadaki en iyi esneyen madde için bu oran %85 kadardır. Lastik özelliğine sahip bu doku bant şeklinde iki arka bacağa yerleştirilmiştir. Pire bacaklarını büktüğünde en kuvvetli kaslarıyla onu gerer, ve bacaklar açılmaya başladığında saniyenin binde biri kadar kısa bir zamanda tüm enerjisini serbest bırakır. Bu sayede olağanüstü sıçrayışlar yapabilir.
Palamut Böceği Ve Delme Mekanizması
Palamut böceği, adından da anlaşılacağı gibi, meşe ağacının palamut adlı meyvesine bağımlı yaşar. Böceğin kafasından oldukça uzun bir boru uzanır. Gövdesinden bile daha uzun olan bu borunun ucunda da minik fakat çok keskin bir testere dişi bulunur.
Böcek normal zamanda bu boruyu, yürümesine engel olmaması için, vücuduyla aynı doğrultuda tutar. Bir palamutun üzerine geldiğinde ise, boruyu ona doğru eğer. Bu haliyle tam bir sondaj makinesine benzemektedir. Borusunun testereye benzeyen ucunu palamuta dayar. Hareketli kafasını bir sağa bir sola döndürerek boruyu oynatır ve palamutu delmeye başlar. Böceğin kafası bu iş için ideal bir tasarıma sahiptir ve olağanüstü bir hareket serbestliği gösterir.
Böcek bu şekilde sondaj yaparken bir yandan da borusu aracılığıyla palamut içindeki meyveyi yiyerek beslenir. Ancak meyvenin büyük bölümüne dokunmaz; bunu yeni doğacak yavrusu için saklamaktadır. Delme işlemi tamamlandığında, böcek açılan delikten içeri bir tane yumurta bırakır. Yumurta, annesinin palamut içinde açtığı kanalın içine yerleştikten sonra larva halini alır. Larva palamutu yemeye başlar. Yedikçe büyür, büyüdükçe de daha çok yer. Larva ne kadar çok yerse, palamut içinde gelişmek için kendine o kadar çok yer açmış olur.
Bu durum, palamut bağlı olduğu daldan düşene kadar devam eder. Palamutun yere düşerken çıkan çarpma sesi ve sarsıntı, larvaya artık dışarı çıkma zamanının geldiğini haber verir . Güçlü dişleri sayesinde, daha önceden annesinin açtığı deliği büyütür. Son derece semirmiş olan larva, zorla da olsa kendini bu delikten dışarı çıkarır. Larvanın bundan sonraki ilk işi kendini yerin 25-30 cm kadar altına gömmektir. Burada "pupa" evresini geçirecek ve bir ile beş yıl boyunca bekleyecektir. Tam bir yetişkin olup toprak üzerine çıktığında ise, bu kez o palamutlara sondaj yapmaya başlar. Pupa süresindeki farklılık, yeni sürgündeki palamutların olgunlaşmasına bağlı olarak değişmektedir. (Mark W. Moffet, "Life in a Nutshell", National Geographic, s.783-788.)
Palamut böceğinin bu ilginç hayatı, evrim teorisini çürüten ve Allah'ın canlıları ne denli kusursuz tasarımlarla yarattığını gösteren bir delildir. Dikkat edilirse, böceğin her türlü mekanizması belirli bir plan üzere tasarlanmıştır. Sondaj borusu, bu borunun ucundaki kesici dişler, borunun kullanılmasını sağlayan oynak kafa yapısı, tüm bunlar rastlantılarla ya da "doğal seleksiyonla" açıklanamaz. Sahip olduğu uzun boru, sondaj işini kusursuzca başarmadığı sürece, hayvan için bir ayakbağından ve dolayısıyla dezavantajdan başka bir şey olmayacaktır. Bu yüzden "aşama aşama" geliştiği iddia edilemez.
Öte yandan larvanın sahip olduğu organlar ve içgüdüler de ortada "indirgenemez kompleks" bir süreç olduğunu göstermekterdir. Larvanın palamut kabuğunu parçalayacak güçlü dişlere sahip olması, dışarı çıktığı anda toprağın derinliklerine girmesi gerektiğini "bilmesi" ve burada beklemek için de "sabretmesi" zorunludur. Aksi halde canlı neslini sürdüremeyecek ve yok olacaktır. Tüm bunlar rastlantılarla açıklanamaz ve bu küçük canlının çok üstün bir akıl gösterisiyle yaratıldığını ortaya koyar.
Allah bu küçük canlıyı kusursuz organlar ve kusursuz içgüdülerle yaratmıştır.
Aksi halde canlı neslini sürdüremeyecek ve yok olacaktır. Tüm bunlar rastlantılarla açıklanamaz ve bu küçük canlının çok üstün bir akıl gösterisiyle yaratıldığını ortaya koyar.
Allah bu küçük canlıyı kusursuz organlar ve kusursuz içgüdülerle yaratmıştır.
Çoğu zaman tasarımcılar için, harekete dayalı sistemlerin tasarımı, durağan yapılı sistemlerin tasarımından daha zordur. Sözgelimi bir matkabı tasarlarken karşılaşılan problemler bir sürahiyi tasarlarken karşılaşılan problemlerden daha çoktur. Çünkü ilkinde fonksiyon ilk planda iken, ikincisinde şekil ön plandadır. Ve fonksiyon ağırlıklı tasarımlar daha karmaşıktır. Tasarımdaki her parça amaca hizmet etmelidir ve hepsinin bir görevi olmalıdır. Bir tek parçanın eksikliğinde veya tasarım bozukluğunda sistem işlemez.
Böyle bir hatayı taşıyan tasarımlar başarısızlığa mahkumdur. Nitekim insanların yaptığı mekanik sistemlerdeki hatalar sanılandan çok daha fazladır. Bunların bir çoğu deneme yanılma yöntemine göre tasarlanmıştır. Hatalar, ürünün piyasaya çıkmadan önce yapılan modellerinde giderilmeye çalışılmıştır. Ancak bu da kullanıma sunulan ürünlerde hata olmasını engelleyememiştir.
Oysa aynı şeyi doğadaki mekanik sistem tasarımları için söylemek imkansızdır. Tüm canlılardaki mekanik tasarımlar mükemmeldir. Ve bu mükemmel tasarım tek bir seferde hatasız olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah, tüm bunları kusursuz bir biçimde yaratmıştır. Şimdi Allah'ın bu üstün yaratışına örnek oluşturan bazı canlıları inceleyelim.
Ağaçkakanın Kafatası
Ağaçkakanlar, ağaç kabuğuna yaptıkları vuruşlarla kabuğu koparır sonra da ortaya çıkan böcekleri ve kabuğun altına saklanmış yumurtaları yiyerek beslenir. Bu kuşlar, yuvalarını sağlam, canlı ağaçlara oyarlar. Bu oyukları açarken de bir marangoz kadar maharetlidirler.
Büyük noktalı ağaçkakan türü saniyede dokuz-on vuruş yapar, daha küçük boyutlu ağaçkakanlarda ise bu sayı on beş-yirmiye kadar çıkar. En usta ağaçkakan türlerinden biri de Yeşil Ağaçkakandır.
Yeşil Ağaçkakan ağaçları oyarken, gagası saatte yüz kilometreden daha büyük bir hızla çalışır. Fakat kiraz büyüklüğündeki beyni bu sarsıntılardan etkilenmez. İki vuruşu arasındaki zaman farkı, saniyenin binde birinden azdır. Ağaçkakanın sırrı, boyun kaslarındadır. Vurmaya başlayınca, baş ve gaga tam bir doğru üzerine gelirler. En küçük bir sapma, beyinde yırtılma yapabilir.
Bu denli hızlı bir vuruşun betona kafa atmaktan bir farkı yoktur. Kuşun beyninin hiçbir hasara uğramaması ise ancak olağanüstü bir tasarımla mümkündür. Kuşların büyük çoğunluğunda kafatası kemikleri birbirine yapışıktır. Gaga ise çenenin hareketiyle açılır. Oysa ağaçkakanlarda gaga ve kafatası, vuruş sırasında oluşan şoku emen süngerimsi bir madde ile birbirinden ayrılmıştır. Bu esnek madde, otomobil amortisörlerindekinden çok daha iyidir. Bu üstünlüğü, çok kısa aralıklarla oluşan şokları da emebilmesinden ileri gelir. Bu madde her vuruşta oluşan şoku emip bir sonraki şoku karşılayacak duruma gelebilir. Üstelik bunu saniyede onu aşan vuruşun yapıldığı şartlarda başarır. Bu madde modern teknolojinin geliştirdiği tüm benzerlerinden üstündür. Ağaçkakanın kafatası ve üst gagasının olağan dışı bir yöntemle bağlanmış olması, her vuruşta beyninin bulunduğu bölümün gagadan uzaklaşmasını, böylece şok emici ikinci bir mekanizma oluşmasını sağlar. (Bilim ve Teknik / Görsel Bilim ve Teknik Ansiklopedisi, İstanbul: Görsel Yayınlar, 1983-84, s.16.)
Pire: Büyük Sıçrayışlar İçin İdeal
Bir pire kendi vücut yüksekliğinin 100 katından fazla yükseğe sıçrayabilir. Sizin aynı performansı gösterebilmek için 200 m. yükseğe sıçramanız gerekecektir. Dahası pire sıçrayışlarını 78 saat ardı arkası kesilmeden sürdürebilir. Pire genellikle beşinci sıçrayıştan sonra bacakları üstüne düşmez, sırtı üstüne veya başı üstüne düşer. Ne var ki bu düşüş onu sersemletmez bile. Pirenin yaralanmamasının nedeni ise vücudundaki tasarımda saklıdır.
Böceğin iskeleti vücudunun içinde değildir. İskelet, vücudu saran yumuşak kitin tabakasına tutturulmuş, sklerotin adı verilen sert bir karışımdan oluşur. Sklerotin tüm vücudu sarar. Bu dış iskelet birbirine karşı sınırlı ölçüde hareket edebilen çok sayıdaki zırh plakasından oluşur. İşte bu mükemmel tasarım, sıçrayış sonrası karşılaşılan şokları emer ve etkisiz hale getirir.
Öte yandan pirelerin kan damarları yoktur. Vücudun iç kısmı tümüyle, berrak akıcı bir kanın içinde yüzer. Bütün iç organlar bu halleriyle adeta yumuşak yastıklarla çevrelenmiş gibidir, bu nedenle ani basınç yükselmelerinden hiç etkilenmezler. Kan, bütün vücuda dağılmış hava borucukları ile temizlenir. Böylelikle sürekli olarak oksijen temini için gerekli olan güçlü bir pompaya da ihtiyaç duyulmaz. Kalp bir tüp şeklindedir ve o kadar ağır bir ritimle çarpar ki, sıçramalardan oluşan değişiklikler onu hemen hemen hiç etkilemez.
Bilim adamları yaptıkları araştırmalar sonucunda pirenin bacak kaslarının, aslında yaptığı büyük sıçrayışları gerçekleştirecek kadar güçlü olmadığını belirlemişlerdir. Pirenin gösterdiği sıçrama performansı, asıl olarak bacaklarına eklenmiş olan bir tür yay sisteminden kaynaklanmaktadır. Bu yay sistemi, "resilin" adlı proteinden yapılmış bir doku sayesinde çalışır. Bu maddenin özelliği gerilerek sakladığı enerjinin %97'sini serbest bırakabilmesidir. Bugün piyasadaki en iyi esneyen madde için bu oran %85 kadardır. Lastik özelliğine sahip bu doku bant şeklinde iki arka bacağa yerleştirilmiştir. Pire bacaklarını büktüğünde en kuvvetli kaslarıyla onu gerer, ve bacaklar açılmaya başladığında saniyenin binde biri kadar kısa bir zamanda tüm enerjisini serbest bırakır. Bu sayede olağanüstü sıçrayışlar yapabilir.
Palamut Böceği Ve Delme Mekanizması
Palamut böceği, adından da anlaşılacağı gibi, meşe ağacının palamut adlı meyvesine bağımlı yaşar. Böceğin kafasından oldukça uzun bir boru uzanır. Gövdesinden bile daha uzun olan bu borunun ucunda da minik fakat çok keskin bir testere dişi bulunur.
Böcek normal zamanda bu boruyu, yürümesine engel olmaması için, vücuduyla aynı doğrultuda tutar. Bir palamutun üzerine geldiğinde ise, boruyu ona doğru eğer. Bu haliyle tam bir sondaj makinesine benzemektedir. Borusunun testereye benzeyen ucunu palamuta dayar. Hareketli kafasını bir sağa bir sola döndürerek boruyu oynatır ve palamutu delmeye başlar. Böceğin kafası bu iş için ideal bir tasarıma sahiptir ve olağanüstü bir hareket serbestliği gösterir.
Böcek bu şekilde sondaj yaparken bir yandan da borusu aracılığıyla palamut içindeki meyveyi yiyerek beslenir. Ancak meyvenin büyük bölümüne dokunmaz; bunu yeni doğacak yavrusu için saklamaktadır. Delme işlemi tamamlandığında, böcek açılan delikten içeri bir tane yumurta bırakır. Yumurta, annesinin palamut içinde açtığı kanalın içine yerleştikten sonra larva halini alır. Larva palamutu yemeye başlar. Yedikçe büyür, büyüdükçe de daha çok yer. Larva ne kadar çok yerse, palamut içinde gelişmek için kendine o kadar çok yer açmış olur.
Bu durum, palamut bağlı olduğu daldan düşene kadar devam eder. Palamutun yere düşerken çıkan çarpma sesi ve sarsıntı, larvaya artık dışarı çıkma zamanının geldiğini haber verir . Güçlü dişleri sayesinde, daha önceden annesinin açtığı deliği büyütür. Son derece semirmiş olan larva, zorla da olsa kendini bu delikten dışarı çıkarır. Larvanın bundan sonraki ilk işi kendini yerin 25-30 cm kadar altına gömmektir. Burada "pupa" evresini geçirecek ve bir ile beş yıl boyunca bekleyecektir. Tam bir yetişkin olup toprak üzerine çıktığında ise, bu kez o palamutlara sondaj yapmaya başlar. Pupa süresindeki farklılık, yeni sürgündeki palamutların olgunlaşmasına bağlı olarak değişmektedir. (Mark W. Moffet, "Life in a Nutshell", National Geographic, s.783-788.)
Palamut böceğinin bu ilginç hayatı, evrim teorisini çürüten ve Allah'ın canlıları ne denli kusursuz tasarımlarla yarattığını gösteren bir delildir. Dikkat edilirse, böceğin her türlü mekanizması belirli bir plan üzere tasarlanmıştır. Sondaj borusu, bu borunun ucundaki kesici dişler, borunun kullanılmasını sağlayan oynak kafa yapısı, tüm bunlar rastlantılarla ya da "doğal seleksiyonla" açıklanamaz. Sahip olduğu uzun boru, sondaj işini kusursuzca başarmadığı sürece, hayvan için bir ayakbağından ve dolayısıyla dezavantajdan başka bir şey olmayacaktır. Bu yüzden "aşama aşama" geliştiği iddia edilemez.
Öte yandan larvanın sahip olduğu organlar ve içgüdüler de ortada "indirgenemez kompleks" bir süreç olduğunu göstermekterdir. Larvanın palamut kabuğunu parçalayacak güçlü dişlere sahip olması, dışarı çıktığı anda toprağın derinliklerine girmesi gerektiğini "bilmesi" ve burada beklemek için de "sabretmesi" zorunludur. Aksi halde canlı neslini sürdüremeyecek ve yok olacaktır. Tüm bunlar rastlantılarla açıklanamaz ve bu küçük canlının çok üstün bir akıl gösterisiyle yaratıldığını ortaya koyar.
Allah bu küçük canlıyı kusursuz organlar ve kusursuz içgüdülerle yaratmıştır.
Aksi halde canlı neslini sürdüremeyecek ve yok olacaktır. Tüm bunlar rastlantılarla açıklanamaz ve bu küçük canlının çok üstün bir akıl gösterisiyle yaratıldığını ortaya koyar.
Allah bu küçük canlıyı kusursuz organlar ve kusursuz içgüdülerle yaratmıştır.
10 Mayıs 2011 Salı
Böceklerin Yumurta Bakımı
Erkek böcekler sorumluluğu üzerlerine alırlar ve su üstüne bıraktıkları yumurtaları sürekli nemli tutarak havalandırırlar.
Su üstünde yaşayan bazı böceklerin işi oldukça zordur: Yumurtalarını suyun üstüne bırakırlarsa yumurtalar kurur, su altına bırakırlarsa yumurtadan çıkan yavrular boğulurlar. Bu durumda erkek böcekler sorumluluğu üzerlerine alırlar ve su üstüne bıraktıkları yumurtaları sürekli nemli tutarak havalandırırlar. Lethocerus cinsi dev su böceklerinin dişisi yumurtalarını suda yüzen bir dal üzerine bırakır. Erkek böcek sık sık suya dalar ve yüzeye çıkınca dala tırmanarak sularını yumurtaların üzerine damlatır; ayrıca saldırgan böcekleri yumurtalardan uzak tutar. Fakat belostoma cinsi dev su böceklerinin (sıklıkla yüzme havuzlarında görülür) dişisi, yumurtalarını bir çeşit tutkalla erkeğin sırtına yapıştırır.
Babanın yavrulara özen gösterdiği böceklerden olan bu erkek böcek su üsünde yüzerek, bu yumurtaları havalandırmak ve ıslatmak için her türlü çabayı gösterir. Arka ayaklarını öne arkaya oynatarak ya da bir dala tutunarak, saatlerce bacakları üzerinde yalanıp yumurtaların üzerine su serper.
Avustralya'da yaşayan bu kokulu böcek yumurtalarını büyük bir itinayla korur. Onları bir dalın etrafına birbirlerine yapıştırarak sarar ve kesinlikle başlarından ayrılmaz.
Su üstünde yaşayan bazı böceklerin işi oldukça zordur: Yumurtalarını suyun üstüne bırakırlarsa yumurtalar kurur, su altına bırakırlarsa yumurtadan çıkan yavrular boğulurlar. Bu durumda erkek böcekler sorumluluğu üzerlerine alırlar ve su üstüne bıraktıkları yumurtaları sürekli nemli tutarak havalandırırlar. Lethocerus cinsi dev su böceklerinin dişisi yumurtalarını suda yüzen bir dal üzerine bırakır. Erkek böcek sık sık suya dalar ve yüzeye çıkınca dala tırmanarak sularını yumurtaların üzerine damlatır; ayrıca saldırgan böcekleri yumurtalardan uzak tutar. Fakat belostoma cinsi dev su böceklerinin (sıklıkla yüzme havuzlarında görülür) dişisi, yumurtalarını bir çeşit tutkalla erkeğin sırtına yapıştırır.
Babanın yavrulara özen gösterdiği böceklerden olan bu erkek böcek su üsünde yüzerek, bu yumurtaları havalandırmak ve ıslatmak için her türlü çabayı gösterir. Arka ayaklarını öne arkaya oynatarak ya da bir dala tutunarak, saatlerce bacakları üzerinde yalanıp yumurtaların üzerine su serper.
Avustralya'da yaşayan bu kokulu böcek yumurtalarını büyük bir itinayla korur. Onları bir dalın etrafına birbirlerine yapıştırarak sarar ve kesinlikle başlarından ayrılmaz.
9 Mayıs 2011 Pazartesi
Canlanan Atomlar
Evrimcilerin hayal ürünü iddialarına göre, Büyük Patlama'nın ardından çok hassas dengede kuvvetler bulunan atomlar kendi kendilerini(!) var etmişlerdir...
Atomlar canlı-cansız herşeyin yapı taşıdır. Canlı bir maddenin cansız olan atomlardan oluşması son derece hayret vericidir. Bu durum, evrimcilerin de hiçbir zaman açıklayamadıkları bir konudur.
Evrimciler, bir fıçının içerisine canlılığı oluşturan tüm elementlerden istedikleri miktarlarda koysunlar. Canlılığın oluşumu için neyi gerekli görüyorlarsa, onları da bu fıçının içine doldursunlar ve istedikleri kadar beklesinler, hesaplasınlar, ısıtsınlar, soğutsunlar, yani ne istiyorlarsa onu yapsınlar. Milyarlarca hatta trilyonlarca yıl beklesinler sonuçta hiçbir zaman bu fıçıdan resimde görülen canlılar çıkmayacaktır.
Nasıl ki bir araya gelen taş parçalarının canlı varlıkları oluşturması düşünülemezse, cansız atomların da bir araya gelerek, kendi kendilerine canlı varlıkları oluşturmaları düşünülemez. Bir taş parçasıyla bir kelebeği hayalinizde canlandırın. Biri cansız, diğeri canlıdır. Ancak temeline indiğinizde aslında her ikisi de aynı atom altı parçacıklardan oluşmaktadır.
Peki Cansız Varlıklardan, Canlı Varlıklar Nasıl Oluşmaktadır?
Çok açıktır ki, bir canlı hücresi, cansız atomların çok özel bir tasarımla bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Canlı hücrelerinin büyüme, çoğalma ve benzeri özelliklerinin tamamı, Allah'ın mükemmel tasarımının bir sonucudur. Bu noktada gördüğümüz tasarım, Allah'ın ölüden diriyi yaratmasından başka bir şey değildir. Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur:
"Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?" (Enam Suresi, 95)
20. yüzyılda, hızla gelişen bilim sayesinde birçok gerçek ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri de canlıların son derece kompleks yapıda olup, kendilerine ancak Allah'ın hayat verebileceği gerçeğidir. 19. Yüzyılda, evrim teorisinin ortaya atıldığı dönemde, ilkel mikroskoplarla yapılan incelemelerde, hücre sadece basit bir leke gibi gözüküyordu. Oysa günümüzde elektron mikroskoplarıyla yapılan araştırmalar, hücrenin son derece kompleks bir yapıya sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu araştırmalar, canlılığın cansız maddeden kendi kendine oluşabilmesinin kesinlikle imkansız olduğunu göstermiştir.
Canlılığın kaynağı sadece canlılıktır. İşte bu, evrimcilerin kesinlikle içinden çıkamadıkları bir sorundur. Evrimciler, maddenin kendi şuuru, yeteneği, iradesi olduğunu öne süren son derece akıl ve bilim dışı iddialarda bulunurlar. Bu saçma masallara kendileri de inanmazlar ve cevaplanması gereken ana soruların bilimsel olarak cevaplanamadığını itiraf etmek zorunda kalırlar. Örneğin, günümüzün önde gelen evrim teorisi savunucularından ünlü bilim adamı Richard Dawkins şöyle bir itirafta bulunmuştur:
"Bir şeyin gerçekleşmesindeki olasılık, istatistiksel olarak azaldıkça, onun tesadüf eseri olamayacağına dair inancımız o kadar artar: Bu durumda eğer şans yoksa buna tek alternatif Akıllı bir Tasarımcı'nın varlığıdır."
Evrimcilere Önerilen Fıçı Deneyi
Evrimcilerin hayal ürünü iddialarına göre, Büyük Patlama'nın ardından her nasılsa içlerinde çok hassas dengede kuvvetler bulunan atomlar kendi kendilerini(!) var etmişlerdir. Rastgele yayılan atomların bir kısmı, tesadüf(!) eseri buluşarak uzaydaki yıldızları, gezegenleri oluştururken bir kısmı da dünyayı oluşturmuştur. Dünyayı oluşturan atomlardan bir kısmı ilk başta taşı toprağı oluştururken, daha sonra birdenbire canlıları oluşturmaya karar vermişlerdir(!). Bu atomlar ilk olarak kompleks yapıya sahip olan hücrelere dönüşmüş sonra da ikiye bölünerek çoğalmış ve konuşmaya, duymaya başlamışlardır. Ardından bu atomlar üniversite profesörlerine dönüşerek elektron mikroskopları altında kendilerini inceleyip tesadüfen meydana geldiklerini ' iddia etmişlerdir. Diğer birtakım atomlar da bir araya gelerek köprüler, gökdelenler inşa eden mühendisleri, bir kısmı da uyduları, uzay araçlarını, uçakları imal etmişlerdir. Karbon, magnezyum, fosfor, potasyum, demir gibi atomlar bir araya gelerek kapkara bir kütle oluşturacaklarına, olağanüstü komplekslikte ve sırları hala tam olarak keşfedilememiş olan mükemmel beyinleri oluşturmuşlardır. Bu beyinler hiçbir teknoloji ile ulaşılamamış mükemmel netlikte 3 boyutlu görüntüler görmeye başlamışlardır. (Harun Yahya, Evrimcilere Net Cevap)
Böyle bir şeyin asla gerçekleşemeyeceğini göstermek için şöyle bir deney düzenleyelim: Evrimciler, bir fıçının içerisine canlılığı oluşturan tüm elementlerin atomlarından istedikleri miktarlarda koysunlar. Evrimci bilim adamları canlılığın oluşumu için neyi gerekli görüyorlarsa, onları da bu fıçının içine doldursunlar ve beklemeye başlasınlar. 100 sene, 1000 sene beklesinler, gerekirse babadan oğula miras bırakarak 100 milyon sene beklesinler, istedikleri gibi ısıtsınlar, çalkalasınlar... Ne kadar zaman beklerlerse beklesinler bu fıçıdan bir profesör ' çıkamaz. Bu fıçıdan tek bir canlı dahi çıkamaz; kuşlar, balıklar, kelebekler, filler, güller, portakallar, karıncalar hatta tek bir sivrisinek dahi çıkamaz. Cansız maddelerin milyarlarca tanesi de bir araya gelse, kendi kendine canlanamaz, şuur sahibi olamaz.
Behe: Darwinizm Yaşamı Açıklayamaz
Bu bilimsel gerçekten Amerikalı biyolog Michael Behe, ünlü Darwin'in Kara Kutusu adlı kitabında şöyle bahsetmektedir:
"Bilim, yaşamın kimyasının nasıl şekillendiğini anlayabilmek için oldukça büyük atılımlar yapmıştır. Fakat biyolojik sistemlerin moleküler seviyedeki hassas düzeni ve karmaşıklığı, bunların kökenlerinin açıklanması konusunda bilimi felce uğratmıştır. Bu nedenle kompleks biyomoleküler sistemlerden herhangi birinin başlangıcı hakkında bir araştırma girişimi olmamıştır. Pek çok bilim adamı kendilerine fazlaca güvenerek, açıklamaların çoktan ellerinde olduğunu öne sürmüştür. Veya çok yakında bu açıklamalara ulaşacaklarını söylemişler, fakat profesyonel bilim literatüründe iddialarına destek bulamamışlardır. Daha önemlisi, sistemlerin kendi yapıları incelendiğinde, yaşam mekanizmalarının Darwinci bir yaklaşımla asla açıklanamayacağı ortadadır."
Nasıl ki tüm evren yoktan yaratıldıysa, canlı varlıklar da yoktan yaratılmıştır. Yalnızca sonsuz kudret, sonsuz akıl ve sonsuz ilim sahibi Allah'ın gücü bunları gerçekleştirmeye kadirdir.
Atomlar canlı-cansız herşeyin yapı taşıdır. Canlı bir maddenin cansız olan atomlardan oluşması son derece hayret vericidir. Bu durum, evrimcilerin de hiçbir zaman açıklayamadıkları bir konudur.
Evrimciler, bir fıçının içerisine canlılığı oluşturan tüm elementlerden istedikleri miktarlarda koysunlar. Canlılığın oluşumu için neyi gerekli görüyorlarsa, onları da bu fıçının içine doldursunlar ve istedikleri kadar beklesinler, hesaplasınlar, ısıtsınlar, soğutsunlar, yani ne istiyorlarsa onu yapsınlar. Milyarlarca hatta trilyonlarca yıl beklesinler sonuçta hiçbir zaman bu fıçıdan resimde görülen canlılar çıkmayacaktır.
Nasıl ki bir araya gelen taş parçalarının canlı varlıkları oluşturması düşünülemezse, cansız atomların da bir araya gelerek, kendi kendilerine canlı varlıkları oluşturmaları düşünülemez. Bir taş parçasıyla bir kelebeği hayalinizde canlandırın. Biri cansız, diğeri canlıdır. Ancak temeline indiğinizde aslında her ikisi de aynı atom altı parçacıklardan oluşmaktadır.
Peki Cansız Varlıklardan, Canlı Varlıklar Nasıl Oluşmaktadır?
Çok açıktır ki, bir canlı hücresi, cansız atomların çok özel bir tasarımla bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Canlı hücrelerinin büyüme, çoğalma ve benzeri özelliklerinin tamamı, Allah'ın mükemmel tasarımının bir sonucudur. Bu noktada gördüğümüz tasarım, Allah'ın ölüden diriyi yaratmasından başka bir şey değildir. Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur:
"Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?" (Enam Suresi, 95)
20. yüzyılda, hızla gelişen bilim sayesinde birçok gerçek ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri de canlıların son derece kompleks yapıda olup, kendilerine ancak Allah'ın hayat verebileceği gerçeğidir. 19. Yüzyılda, evrim teorisinin ortaya atıldığı dönemde, ilkel mikroskoplarla yapılan incelemelerde, hücre sadece basit bir leke gibi gözüküyordu. Oysa günümüzde elektron mikroskoplarıyla yapılan araştırmalar, hücrenin son derece kompleks bir yapıya sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu araştırmalar, canlılığın cansız maddeden kendi kendine oluşabilmesinin kesinlikle imkansız olduğunu göstermiştir.
Canlılığın kaynağı sadece canlılıktır. İşte bu, evrimcilerin kesinlikle içinden çıkamadıkları bir sorundur. Evrimciler, maddenin kendi şuuru, yeteneği, iradesi olduğunu öne süren son derece akıl ve bilim dışı iddialarda bulunurlar. Bu saçma masallara kendileri de inanmazlar ve cevaplanması gereken ana soruların bilimsel olarak cevaplanamadığını itiraf etmek zorunda kalırlar. Örneğin, günümüzün önde gelen evrim teorisi savunucularından ünlü bilim adamı Richard Dawkins şöyle bir itirafta bulunmuştur:
"Bir şeyin gerçekleşmesindeki olasılık, istatistiksel olarak azaldıkça, onun tesadüf eseri olamayacağına dair inancımız o kadar artar: Bu durumda eğer şans yoksa buna tek alternatif Akıllı bir Tasarımcı'nın varlığıdır."
Evrimcilere Önerilen Fıçı Deneyi
Evrimcilerin hayal ürünü iddialarına göre, Büyük Patlama'nın ardından her nasılsa içlerinde çok hassas dengede kuvvetler bulunan atomlar kendi kendilerini(!) var etmişlerdir. Rastgele yayılan atomların bir kısmı, tesadüf(!) eseri buluşarak uzaydaki yıldızları, gezegenleri oluştururken bir kısmı da dünyayı oluşturmuştur. Dünyayı oluşturan atomlardan bir kısmı ilk başta taşı toprağı oluştururken, daha sonra birdenbire canlıları oluşturmaya karar vermişlerdir(!). Bu atomlar ilk olarak kompleks yapıya sahip olan hücrelere dönüşmüş sonra da ikiye bölünerek çoğalmış ve konuşmaya, duymaya başlamışlardır. Ardından bu atomlar üniversite profesörlerine dönüşerek elektron mikroskopları altında kendilerini inceleyip tesadüfen meydana geldiklerini ' iddia etmişlerdir. Diğer birtakım atomlar da bir araya gelerek köprüler, gökdelenler inşa eden mühendisleri, bir kısmı da uyduları, uzay araçlarını, uçakları imal etmişlerdir. Karbon, magnezyum, fosfor, potasyum, demir gibi atomlar bir araya gelerek kapkara bir kütle oluşturacaklarına, olağanüstü komplekslikte ve sırları hala tam olarak keşfedilememiş olan mükemmel beyinleri oluşturmuşlardır. Bu beyinler hiçbir teknoloji ile ulaşılamamış mükemmel netlikte 3 boyutlu görüntüler görmeye başlamışlardır. (Harun Yahya, Evrimcilere Net Cevap)
Böyle bir şeyin asla gerçekleşemeyeceğini göstermek için şöyle bir deney düzenleyelim: Evrimciler, bir fıçının içerisine canlılığı oluşturan tüm elementlerin atomlarından istedikleri miktarlarda koysunlar. Evrimci bilim adamları canlılığın oluşumu için neyi gerekli görüyorlarsa, onları da bu fıçının içine doldursunlar ve beklemeye başlasınlar. 100 sene, 1000 sene beklesinler, gerekirse babadan oğula miras bırakarak 100 milyon sene beklesinler, istedikleri gibi ısıtsınlar, çalkalasınlar... Ne kadar zaman beklerlerse beklesinler bu fıçıdan bir profesör ' çıkamaz. Bu fıçıdan tek bir canlı dahi çıkamaz; kuşlar, balıklar, kelebekler, filler, güller, portakallar, karıncalar hatta tek bir sivrisinek dahi çıkamaz. Cansız maddelerin milyarlarca tanesi de bir araya gelse, kendi kendine canlanamaz, şuur sahibi olamaz.
Behe: Darwinizm Yaşamı Açıklayamaz
Bu bilimsel gerçekten Amerikalı biyolog Michael Behe, ünlü Darwin'in Kara Kutusu adlı kitabında şöyle bahsetmektedir:
"Bilim, yaşamın kimyasının nasıl şekillendiğini anlayabilmek için oldukça büyük atılımlar yapmıştır. Fakat biyolojik sistemlerin moleküler seviyedeki hassas düzeni ve karmaşıklığı, bunların kökenlerinin açıklanması konusunda bilimi felce uğratmıştır. Bu nedenle kompleks biyomoleküler sistemlerden herhangi birinin başlangıcı hakkında bir araştırma girişimi olmamıştır. Pek çok bilim adamı kendilerine fazlaca güvenerek, açıklamaların çoktan ellerinde olduğunu öne sürmüştür. Veya çok yakında bu açıklamalara ulaşacaklarını söylemişler, fakat profesyonel bilim literatüründe iddialarına destek bulamamışlardır. Daha önemlisi, sistemlerin kendi yapıları incelendiğinde, yaşam mekanizmalarının Darwinci bir yaklaşımla asla açıklanamayacağı ortadadır."
Nasıl ki tüm evren yoktan yaratıldıysa, canlı varlıklar da yoktan yaratılmıştır. Yalnızca sonsuz kudret, sonsuz akıl ve sonsuz ilim sahibi Allah'ın gücü bunları gerçekleştirmeye kadirdir.
8 Mayıs 2011 Pazar
Galaksinin En Konforlu Yeri
“... Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır.” (Nahl Suresi, 12)
Samanyolu Galaksisi, evrendeki yaklaşık 250 milyar galaksiden sadece bir tanesidir. 250 milyar galaksi... Bir çırpıda söylenebilen bu rakamı bir düşünün... Eğer her bir saniyede bir galaksi sayacak olsanız tümünü saymanız yaklaşık 10.000 yıl sürecektir. Dahası, 10.000 yıllık dönemde tek bir saniye olarak sayacağınız galaksimizin içindeki yıldız sayısı yaklaşık 200 milyardır. Güneş ise bu yıldızlardan sadece bir tanesidir.
Güneş'in tüm özellikleri dünyadaki yaşam için ayarlanmıştır: Ortalama büyüklükte bir yıldız olması; dünyaya uygun mesafede bulunması; yaydığı ışığın özellikleri; içerdiği element oranının bizim için uygun olması gibi. Isı ve ışık kaynağımız olan Güneş'in tüm özellikleri Allah ' ın rahmetiyle bizler için ayarladığı seviyededir. Evrenin yaratıcısı Yüce Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:"... Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır." (Nahl Suresi, 12)
Galaksideki tüm yıldızlar -Dünyamızın Güneş etrafında döndüğü gibi- galaksinin merkezi etrafında dönmektedir. Bu merkez etrafında dönen yaklaşık 200 milyar yıldızın her birinin yörüngesi farklıdır. Güneş ve elbette onunla beraber biz de, bu merkez etrafında sürekli olarak dönmekteyiz. Güneş'in bu merkez etrafındaki tek bir turu tamamlamasının yaklaşık olarak 230 milyon yıl sürdüğü hesaplanıyor.
Korunan Güneş
Güneş'in yörüngesini araştıran astronomi profesörü Guillermo Gonzalez Güneş'in bu yolculuğunda galaksideki tehlikeli bölgelerden korunduğunu fark etti. Gonzalez, Güneş'in bu özel yörüngesinin altında, onu benzeri yıldızlardan ayıran bazı özgün nitelikler yattığını belirtiyor. Böylece Güneş'in konumu, galaksinin yaşamı destekleyebilecek özellikte görünen çok ender yerlerinden biri olarak göze çarpıyor.
Gonzalez bu açıdan Güneş Sistemimizin Yerleşilebilir Galaktik Bölge olarak tanımladığı bölgede yer aldığını belirtiyor. Ve ekliyor:
"Gezegenimizdeki tüm canlılar -en basit bakteriden en kompleks yapıda canlılara kadar hepsi- varlıklarını bu faktörlerin eşsiz dengesine borçludur."
Gonzalez ' in tehlikelerine dikkat çektiği iki bölge galaksimizin merkezi ve galaksimizin dışında yer alan spiral kollardır. (Birçok galaksi spiral şekildedir. Bu galaksilerdeki yıldızlar, bir helezonu oluşturan çizgilerdeki gibi dizilirler. Kollar ise galaksinin en dışında yer alan kollarıdır)
Buna göre, eğer galaksinin merkezine yakın olsaydık;
Galaksinin merkezinde Güneş'in tam 3 milyon katı kütleye sahip bir kara delik bulunmaktadır. Bu karadelik muhteşem çekim kuvvetiyle etrafındaki tüm yıldızları yutarak onları yemektedir. Bilim adamları bu büyüklükte bir karadeliğin Dünyamızı yutmasının sadece bir saniye süreceğini belirtmektedirler.
Galaksinin merkezinde bu çok tehlikeli çekim kuvvetinin yanısıra, bizim için çok zararlı olan radyasyon da yayılmaktadır. Bu radyasyon, dev yıldızları oluşturan maddenin, karadeliğin kütlesine katılırken sıkıştırılıp aşırı ısınmasından kaynaklanmaktadır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)
Eğer bu bölgeye yakın olsaydık, yüksek radyasyondan dolayı yeryüzünde yaşam mümkün olmazdı. Galaksinin merkezinden yayılan zararlı gamma ışınları, X-ışınları ve kozmik ışınlar tek bir canlı hücre dahi bırakmazdı. Ancak Güneş Sistemimiz galaksinin merkezine yaklaşık 28.000 ışık yılı (266. 000.000.000.000.000 km-İkiyüzaltmışaltı katrilyon kilometre) uzaktadır ve tüm bu zararlı etkilerden uzakta ve güvendedir.
Güneş'in galaksinin tehlikeli koridorlarına sokulmadan ve özel ayarlanmış çembersel bir yörüngede akıp gitmesi Allah'ın tespit ettiği bir müstakardır:
"Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir." (Yasin Suresi, 38)
Eğer galaksinin spiral kollarında olsaydık;
Güneş, galaksinin merkezindeki tehlikelerden korunduğu gibi galaksinin dış çemberinde yer alan spiral kollardan da korunmaktadır. Bu spiral kollar çok sayıda yıldızın doğum yeridir. Burada devasa büyüklükte birçok yıldız bulunur ve toplam kütleleriyle galaksinin spiral kollarını yoğun bir çekim alanı haline getirir. Bu kollar özellikle Güneş Sistemindeki kuyruklu yıldızları etkileyerek Dünya için tehlike oluşturabilirler.
Güneş Sisteminde trilyonlarca kuyruklu yıldız bulunur. Bunlar sistemin en dışında yer alır ve tüm sistemi bir küre gibi kuşatırlar. Bu kuyruklu yıldızlar normalde Güneş'in etrafında yörüngededirler, ancak Güneş dışında bir kütlenin devreye girmesi durumunda yörüngeden çıkabilirler.
Eğer Güneş Sistemi galaksinin spiral kollarında olsaydı, bu kolların güçlü çekim kuvveti kuyruklu yıldızları yörüngelerinden kolaylıkla fırlatır, bu durumda dünyamız her an kuyruklu yıldızların bombardımanı altında kalırdı.
Ancak Gonzalez'in bildirdiğine göre güneşin iki özelliği bizi bu bombardımandan korumaktadır. Birincisi Güneş'in hızıdır. Güneş'in hızı spiral kolların hızına yakındır. İkisi de galaksi merkezinde yaklaşık aynı hızla dönmektedirler. Böylece Güneş'le spiral kolların yörüngesinin sık kesişmesi engellenmiş olur. Burada bizim yaşamamız için çok özel bir denge bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Gonzalez yıldızların %95'inin hızının spiral kollara uyumsuz olduğunu belirtmektedir. Güneş'in sahip olduğu bu özel hız sayesinde spiral kolların tehlikeli çekim etkilerinden korunuruz.
Güneş'in bizi spiral kollardan koruyan ikinci mucizevi özelliği yörüngesinin şeklidir. Güneş, yaşıtı olan yıldızlardaki gibi elips değil, çember şekilli bir yörüngeye sahiptir. Gonzalez bu konuda şunları söylemektedir:
"Eğer Güneş'in galaksi merkezi etrafındaki yörüngesi biraz daha az çembersel olsaydı, Güneş'in spiral kolların içinden geçme ihtimali yükselirdi."
Tüm bunlar Güneş'in konumu ve yörüngesinin özel olarak belirlendiğini göstermektedir. Allah bir ayette "Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış göğe Andolsun." (Zariyat Suresi, 7) buyurmaktadır.
Görüldüğü gibi modern bilimin Güneş'in yörüngesiyle ilgili bulguları Allah'ın 14 asır önce indirdiği Kuran ' da belirtilen ayetlerde işaret edildiği gibidir. Bu bilimsel araştırmalar Kuran'ın Allah sözü olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Şu anda Samanyolu Galaksisinin yerleşime en uygun bölgesinde bulunuyorsunuz. Güneş sisteminin galaksi haritasındaki yerini araştıran bilim adamları tüm hayatı yok edecek kadar yıkıcı kozmik fırtınalardan uzak ve güvende olduğumuzu ifade ediyor.
Güneş’in galaksinin tehlikeli koridorlarına sokulmadan ve özel ayarlanmış çembersel bir yörüngede akıp gitmesi Allah’ın tesbit ettiği bir müstakardır:“Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. (Yasin Suresi,38)
Samanyolu Galaksisi, evrendeki yaklaşık 250 milyar galaksiden sadece bir tanesidir. 250 milyar galaksi... Bir çırpıda söylenebilen bu rakamı bir düşünün... Eğer her bir saniyede bir galaksi sayacak olsanız tümünü saymanız yaklaşık 10.000 yıl sürecektir. Dahası, 10.000 yıllık dönemde tek bir saniye olarak sayacağınız galaksimizin içindeki yıldız sayısı yaklaşık 200 milyardır. Güneş ise bu yıldızlardan sadece bir tanesidir.
Güneş'in tüm özellikleri dünyadaki yaşam için ayarlanmıştır: Ortalama büyüklükte bir yıldız olması; dünyaya uygun mesafede bulunması; yaydığı ışığın özellikleri; içerdiği element oranının bizim için uygun olması gibi. Isı ve ışık kaynağımız olan Güneş'in tüm özellikleri Allah ' ın rahmetiyle bizler için ayarladığı seviyededir. Evrenin yaratıcısı Yüce Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:"... Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır." (Nahl Suresi, 12)
Galaksideki tüm yıldızlar -Dünyamızın Güneş etrafında döndüğü gibi- galaksinin merkezi etrafında dönmektedir. Bu merkez etrafında dönen yaklaşık 200 milyar yıldızın her birinin yörüngesi farklıdır. Güneş ve elbette onunla beraber biz de, bu merkez etrafında sürekli olarak dönmekteyiz. Güneş'in bu merkez etrafındaki tek bir turu tamamlamasının yaklaşık olarak 230 milyon yıl sürdüğü hesaplanıyor.
Korunan Güneş
Güneş'in yörüngesini araştıran astronomi profesörü Guillermo Gonzalez Güneş'in bu yolculuğunda galaksideki tehlikeli bölgelerden korunduğunu fark etti. Gonzalez, Güneş'in bu özel yörüngesinin altında, onu benzeri yıldızlardan ayıran bazı özgün nitelikler yattığını belirtiyor. Böylece Güneş'in konumu, galaksinin yaşamı destekleyebilecek özellikte görünen çok ender yerlerinden biri olarak göze çarpıyor.
Gonzalez bu açıdan Güneş Sistemimizin Yerleşilebilir Galaktik Bölge olarak tanımladığı bölgede yer aldığını belirtiyor. Ve ekliyor:
"Gezegenimizdeki tüm canlılar -en basit bakteriden en kompleks yapıda canlılara kadar hepsi- varlıklarını bu faktörlerin eşsiz dengesine borçludur."
Gonzalez ' in tehlikelerine dikkat çektiği iki bölge galaksimizin merkezi ve galaksimizin dışında yer alan spiral kollardır. (Birçok galaksi spiral şekildedir. Bu galaksilerdeki yıldızlar, bir helezonu oluşturan çizgilerdeki gibi dizilirler. Kollar ise galaksinin en dışında yer alan kollarıdır)
Buna göre, eğer galaksinin merkezine yakın olsaydık;
Galaksinin merkezinde Güneş'in tam 3 milyon katı kütleye sahip bir kara delik bulunmaktadır. Bu karadelik muhteşem çekim kuvvetiyle etrafındaki tüm yıldızları yutarak onları yemektedir. Bilim adamları bu büyüklükte bir karadeliğin Dünyamızı yutmasının sadece bir saniye süreceğini belirtmektedirler.
Galaksinin merkezinde bu çok tehlikeli çekim kuvvetinin yanısıra, bizim için çok zararlı olan radyasyon da yayılmaktadır. Bu radyasyon, dev yıldızları oluşturan maddenin, karadeliğin kütlesine katılırken sıkıştırılıp aşırı ısınmasından kaynaklanmaktadır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)
Eğer bu bölgeye yakın olsaydık, yüksek radyasyondan dolayı yeryüzünde yaşam mümkün olmazdı. Galaksinin merkezinden yayılan zararlı gamma ışınları, X-ışınları ve kozmik ışınlar tek bir canlı hücre dahi bırakmazdı. Ancak Güneş Sistemimiz galaksinin merkezine yaklaşık 28.000 ışık yılı (266. 000.000.000.000.000 km-İkiyüzaltmışaltı katrilyon kilometre) uzaktadır ve tüm bu zararlı etkilerden uzakta ve güvendedir.
Güneş'in galaksinin tehlikeli koridorlarına sokulmadan ve özel ayarlanmış çembersel bir yörüngede akıp gitmesi Allah'ın tespit ettiği bir müstakardır:
"Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir." (Yasin Suresi, 38)
Eğer galaksinin spiral kollarında olsaydık;
Güneş, galaksinin merkezindeki tehlikelerden korunduğu gibi galaksinin dış çemberinde yer alan spiral kollardan da korunmaktadır. Bu spiral kollar çok sayıda yıldızın doğum yeridir. Burada devasa büyüklükte birçok yıldız bulunur ve toplam kütleleriyle galaksinin spiral kollarını yoğun bir çekim alanı haline getirir. Bu kollar özellikle Güneş Sistemindeki kuyruklu yıldızları etkileyerek Dünya için tehlike oluşturabilirler.
Güneş Sisteminde trilyonlarca kuyruklu yıldız bulunur. Bunlar sistemin en dışında yer alır ve tüm sistemi bir küre gibi kuşatırlar. Bu kuyruklu yıldızlar normalde Güneş'in etrafında yörüngededirler, ancak Güneş dışında bir kütlenin devreye girmesi durumunda yörüngeden çıkabilirler.
Eğer Güneş Sistemi galaksinin spiral kollarında olsaydı, bu kolların güçlü çekim kuvveti kuyruklu yıldızları yörüngelerinden kolaylıkla fırlatır, bu durumda dünyamız her an kuyruklu yıldızların bombardımanı altında kalırdı.
Ancak Gonzalez'in bildirdiğine göre güneşin iki özelliği bizi bu bombardımandan korumaktadır. Birincisi Güneş'in hızıdır. Güneş'in hızı spiral kolların hızına yakındır. İkisi de galaksi merkezinde yaklaşık aynı hızla dönmektedirler. Böylece Güneş'le spiral kolların yörüngesinin sık kesişmesi engellenmiş olur. Burada bizim yaşamamız için çok özel bir denge bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Gonzalez yıldızların %95'inin hızının spiral kollara uyumsuz olduğunu belirtmektedir. Güneş'in sahip olduğu bu özel hız sayesinde spiral kolların tehlikeli çekim etkilerinden korunuruz.
Güneş'in bizi spiral kollardan koruyan ikinci mucizevi özelliği yörüngesinin şeklidir. Güneş, yaşıtı olan yıldızlardaki gibi elips değil, çember şekilli bir yörüngeye sahiptir. Gonzalez bu konuda şunları söylemektedir:
"Eğer Güneş'in galaksi merkezi etrafındaki yörüngesi biraz daha az çembersel olsaydı, Güneş'in spiral kolların içinden geçme ihtimali yükselirdi."
Tüm bunlar Güneş'in konumu ve yörüngesinin özel olarak belirlendiğini göstermektedir. Allah bir ayette "Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış göğe Andolsun." (Zariyat Suresi, 7) buyurmaktadır.
Görüldüğü gibi modern bilimin Güneş'in yörüngesiyle ilgili bulguları Allah'ın 14 asır önce indirdiği Kuran ' da belirtilen ayetlerde işaret edildiği gibidir. Bu bilimsel araştırmalar Kuran'ın Allah sözü olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Şu anda Samanyolu Galaksisinin yerleşime en uygun bölgesinde bulunuyorsunuz. Güneş sisteminin galaksi haritasındaki yerini araştıran bilim adamları tüm hayatı yok edecek kadar yıkıcı kozmik fırtınalardan uzak ve güvende olduğumuzu ifade ediyor.
Güneş’in galaksinin tehlikeli koridorlarına sokulmadan ve özel ayarlanmış çembersel bir yörüngede akıp gitmesi Allah’ın tesbit ettiği bir müstakardır:“Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. (Yasin Suresi,38)
Baba deyip geçmeyin :)
Hayvanlardan bitkilere, meyvelerden çiçeklere, yerin altındaki ve üstündeki her türlü güzellik ve detayda Rabbimizin sonsuz yaratma gücü ve ilmi tecelli etmektedir. Bir canlının yavrusunu korumasında, korumak için sergilediği özelliklerde, onu tehlikeden uzak tutmak için gösterdiği çabada hep Rabbimizin sıfatlarını görürüz. Allah’ın “Halim” -çok yumuşak- olan sıfatına, hayvanların yavrularına gösterdikleri davranışlarda da şahit oluruz.
Hayvanlar aleminde yavruların bakımında anneler kadar babalar da görev üstlenir. Kimi hayvanlarda bu özelliklerin daha ön plana çıktığını görürüz. Örneğin, Emu ve rheas gibi uçamayan büyük devekuşları arasında yuvayı kuran ve yavruları besleyen erkektir.
Bazı balıklarda da yavru bakımında baba ön plana çıkar. Erkek iğne balıkları ve denizatları gibi. Erkek iğne balıkları aynı denizatları gibi hamile kalıp yavrularlar.
İpek maymunu ve marmoset cinsi primatlar gibi hayvan türlerinde de yavru bakımında erkekler ön plana çıkar. Eşlerinin gebe olduğunu öğrendiklerinde bu hayvanların hormonları ile beyinlerindeki dendrit uzantıları değişim gösterir. Hatta ağır yük taşımaya hazır olmak için kilo almaya başlarlar.
Dişi ipek maymunları ve marmosetler genellikle ikiz doğum gerçekleştirirler ve doğumdan itibaren yavruları çoğunlukla babaları taşır.
Bir hayvanın, eşinin hamile olduğu bilgisine erişerek doğum için hazırlık yapması; doğumun hemen ardından ise yavrularının bakımını üstlenip, onları kucağında taşıyacağını, ağaçtan ağaca salınırken ikiz yavrularının ağırlığını kaldırabilecek bir güce erişmesi gerektiğini hesap etmesi hayret vericidir.
Eşinin gebe olduğunu öğrenmesi ile birlikte bambaşka bir bedene sahip olan babanın vücudunda hormonal değişimlerin meydana gelmesi şaşılacak bir bilgidir. Bir hayvanın kendi kendine böyle bir plan yapacak aklı gösteremeyeceği açıktır. Bir hayvanın hormonlardan, beynindeki dendrit uzantılarından haberdar olması gibi bir durum söz konusu olamaz. Bu fiziksel değişimleri, bakma, kollama, koruma, şefkat duyma hislerini o hayvanda “Errahmanurrahimin” -merhametlilerin en merhametlisi- sıfatıyla tecelli ettiren şüphesiz ki alemlerin Yaratıcısı olan Yüce Rabbimiz’dir. Babanın bedenindeki değişimleri de “Ol” emriyle tam zamanında meydana getiren de her yeri ve her şeyi sarıp kuşatan Allah’ımızdır.
Yavru ikizler doğduktan sonra, babalarının kürek kemikleri arasında bulunan ve onların en rahat edecekleri yer olan termal dolgulu bölgeye tutunurlar. Eğer yavrular ağlarsa, onları kaldırıp sakinleştirmek yine babanın görevidir.
Marmosetler ve ipek maymunlarında, elindeki besini bebeklere verme görevi, yavrular için her gün süt salgılaması gereken anneye ait değildir. Kendi yiyeceklerini yavrulara veren genellikle müthiş fedakarlıklar gösteren babalardır.
Rabbimiz canlı cansız her şeyde bir ölçü, denge tespit etmiştir. Hayvanlarda gördüğümüz fiziksel özellikler de, sosyal davranışlar da tümüyle Yüce Rabbimizin takdiri doğrultusundadır. Her canlı türünün üremesi, yeryüzünde topluluklar olarak yayılmaları da yine Rabbimizin kontrolü altında gerçekleşmektedir. Allah bir ayetinde şöyle bildirir:
Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir. (Şura Suresi, 29)
Kaynak:
12 Eylül 2010 Sabah Gazetesi, The New York Times
Hayvanlar aleminde yavruların bakımında anneler kadar babalar da görev üstlenir. Kimi hayvanlarda bu özelliklerin daha ön plana çıktığını görürüz. Örneğin, Emu ve rheas gibi uçamayan büyük devekuşları arasında yuvayı kuran ve yavruları besleyen erkektir.
Bazı balıklarda da yavru bakımında baba ön plana çıkar. Erkek iğne balıkları ve denizatları gibi. Erkek iğne balıkları aynı denizatları gibi hamile kalıp yavrularlar.
İpek maymunu ve marmoset cinsi primatlar gibi hayvan türlerinde de yavru bakımında erkekler ön plana çıkar. Eşlerinin gebe olduğunu öğrendiklerinde bu hayvanların hormonları ile beyinlerindeki dendrit uzantıları değişim gösterir. Hatta ağır yük taşımaya hazır olmak için kilo almaya başlarlar.
Dişi ipek maymunları ve marmosetler genellikle ikiz doğum gerçekleştirirler ve doğumdan itibaren yavruları çoğunlukla babaları taşır.
Bir hayvanın, eşinin hamile olduğu bilgisine erişerek doğum için hazırlık yapması; doğumun hemen ardından ise yavrularının bakımını üstlenip, onları kucağında taşıyacağını, ağaçtan ağaca salınırken ikiz yavrularının ağırlığını kaldırabilecek bir güce erişmesi gerektiğini hesap etmesi hayret vericidir.
Eşinin gebe olduğunu öğrenmesi ile birlikte bambaşka bir bedene sahip olan babanın vücudunda hormonal değişimlerin meydana gelmesi şaşılacak bir bilgidir. Bir hayvanın kendi kendine böyle bir plan yapacak aklı gösteremeyeceği açıktır. Bir hayvanın hormonlardan, beynindeki dendrit uzantılarından haberdar olması gibi bir durum söz konusu olamaz. Bu fiziksel değişimleri, bakma, kollama, koruma, şefkat duyma hislerini o hayvanda “Errahmanurrahimin” -merhametlilerin en merhametlisi- sıfatıyla tecelli ettiren şüphesiz ki alemlerin Yaratıcısı olan Yüce Rabbimiz’dir. Babanın bedenindeki değişimleri de “Ol” emriyle tam zamanında meydana getiren de her yeri ve her şeyi sarıp kuşatan Allah’ımızdır.
Yavru ikizler doğduktan sonra, babalarının kürek kemikleri arasında bulunan ve onların en rahat edecekleri yer olan termal dolgulu bölgeye tutunurlar. Eğer yavrular ağlarsa, onları kaldırıp sakinleştirmek yine babanın görevidir.
Marmosetler ve ipek maymunlarında, elindeki besini bebeklere verme görevi, yavrular için her gün süt salgılaması gereken anneye ait değildir. Kendi yiyeceklerini yavrulara veren genellikle müthiş fedakarlıklar gösteren babalardır.
Rabbimiz canlı cansız her şeyde bir ölçü, denge tespit etmiştir. Hayvanlarda gördüğümüz fiziksel özellikler de, sosyal davranışlar da tümüyle Yüce Rabbimizin takdiri doğrultusundadır. Her canlı türünün üremesi, yeryüzünde topluluklar olarak yayılmaları da yine Rabbimizin kontrolü altında gerçekleşmektedir. Allah bir ayetinde şöyle bildirir:
Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir. (Şura Suresi, 29)
Kaynak:
12 Eylül 2010 Sabah Gazetesi, The New York Times
7 Mayıs 2011 Cumartesi
İnsan, Teknoloji Üretebilecek Yaratılıştadır
Doğadaki tasarımların o kadar güçlü ve ikna edici bir boyutu vardır ki, her yaratılış delili incelendiğinde, evrimcilerin teorilerinin bir kez daha çöktüğü görülür...
Gezegenimiz, içerdiği su, hava, toprak, ışık gibi materyaller bakımından teknoloji üretimine son derece uygun niteliklere sahiptir. Hatta bu niteliklerin birbirleriyle etkileşimleri bile teknolojik tasarımların geliştirilmesine uygundur. Mesela kum, belli şartlar altında cam haline getirilebilir. Camı düz bir levha haline getirirseniz, üzerine gelen ışık, kendi doğrultusunda bir değişiklik yapmadan içinden geçer. İnce kenarlı bir mercek biçimi verdiğinizde ise ışık tek bir noktada toplanacaktır.
Burada dikkat etmemiz gereken çok önemli bir şey daha vardır:
Kum, cam ve ışık arasındaki ilişkiyi bizler için anlamlı kılan şey gözlerimizdir. Gözün görme kabiliyeti, mevcut olandan daha az olsaydı, (beynimiz ve vücudumuzun geri kalan kısmı sağlam olsa bile) kumu cama dönüştüremezdik. Dönüştürsek bile, ışığın mercekteki değişimini fark edemeyebilirdik.
Şüphesiz, gözlerimizin tasarımı şimdiki gibi olmasaydı, bunun sonucunda yaşayacağımız kayıp, sadece mercek yapamamakla kısıtlı kalmazdı. Böyle bir durumda, bugün var olan teknolojik ürünlerin pek çoğu bir işe yaramayacağı gibi, dünyada teknoloji diye bir şey de olmazdı. Çünkü teknoloji üretmek, sadece beynin gelişmişliği ile ilişkili değildir. Kollarımızın uzunluğu, kaslarımızın sağladığı kuvvet, elimizin hareket kapasitesi ya da parmaklarımızın hareketindeki uyum ve çeşitlilik de, teknoloji üretebilmek için gereklidir.
Teknoloji üretmemize imkan sağlayan bedensel özelliklerimiz bunlarla da sınırlı değildir: İnsanlardaki kuvvet ve güç geliştirilebilir niteliktedir. Gücümüzü ve becerilerimizi, kullandığımız alete göre ayarlayabiliriz. Vücut ölçülerimiz ve duyu organlarımızın özellikleri de buna dahildir. Mesela, çok daha küçük ve zayıf bir bedenimiz olsaydı ya da işitme kabiliyetimiz daha kısıtlı olsaydı, birçok teknolojik ürünü geliştirmemiz imkansız hale gelirdi. Hastalıklara karşı direncimiz (savunma sistemimiz) ve gün içindeki uyku gereksinim miktarı bile, teknoloji üretme düzeyimizi etkileyen bedensel unsurlardandır.
Parmak uçlarımızdan gözlerimize, kaslarımızdan kemiklerimize kadar, mükemmel olarak tasarlanmış bir bedenimiz var. Yüce Rabbimiz'in bize bahşettiği bu beden, bize düşünebilme ve düşündüklerimizi uygulayabilme imkanı veriyor.
Yeni bir şey tasarlama, icat etme isteği ve yeteneği, sadece insana özgüdür. Cisimleri algılama hızımızdan, uyarılara verdiğimiz bedensel tepkilere kadar tüm fiziki yapımız, teknoloji üretmeye uygun bir tasarıma sahiptir. (Bu konuda daha fazla bilgi almak için bakınız: İnsan Mucizesi, Harun Yahya, Global Yayıncılık, Ocak 2001, İstanbul.) Peki, "Bedenimizin teknolojik ürünler yapabilecek bir yapıda olmasını sağlayan nedir?"
Bu sorunun cevabını bulabilmek için, şöyle bir etrafımıza bakmak bile yeterlidir. Herhangi bir canlıyı düşünecek olursanız, doğadaki tasarımların, yaratılışın en büyük delillerinden olduğunu fark edebilirsiniz. Bu tasarımların sayısı o kadar çoktur ki, yaratılışı inkar edenler, bu durumu nasıl açıklayacaklarını bilememektedirler. (Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, Longman Group, Harlow, Essex, İngiltere, 1986, s.5) Ayrıca, bilimsel gözlem ve araştırmalar, her gün doğada keşfedilen yeni bir tasarımı haber vermeye devam etmektedir.
Doğadaki tasarımların o kadar güçlü ve ikna edici bir boyutu vardır ki, her yaratılış delili incelendiğinde, evrimcilerin teorilerinin bir kez daha çöktüğü görülür... Şüphesiz, bu konuya verilebilecek ilk örnek, insan beynidir. Beyin, bir kamera, kütüphane, bilgisayar ve iletişim merkezinin tek yere toplanmış hali gibidir. Bilgisayarların aksine, beyin, kullanıldıkça daha iyi bir hale gelir. Dikkatli bakan bir göz, beynin içerisindeki karmaşık yapıdaki harika amacı ve büyük organizasyonu hemen fark eder.
Yetişkin bir insanın beyni, yaklaşık 1350-1400 gram ağırlığındadır. Buna karşın, 100 süper bilgisayarın bilgisini içerebilir. Beynin temel birimi, 'nöron' olarak adlandırılan sinir hücreleridir. Her bir hücre, milimetrenin yüz binde biri kadar bir çapa sahiptir ve 'çekirdek', 'dendrit' ve 'akson' adlı bölümlerden oluşur.
Bu hücreler, elektrik anahtarları gibi ateşlenebilirler. Bir hücre "ateşleme" yaptığında, kendisiyle komşu diğer hücreler, kimyasal içerikli bazı elektronik sinyaller yollar. Bu sinyaller mikrovolt (1 mikrovolt = 10 üzeri eksi 6 volt) mertebesindedir.
Beynimiz, bünyesinde 10 milyar nöron barındırır. Hayatın ilk 9 ayında bu nöronlar, dakikada 25 bin gibi muazzam bir oranla çoğalır.
Her bir sinir hücresi, 100 bin adet sinir hücresi ile temas edebilir. Vücudumuzdaki sinir hücrelerinin birbirlerine temas ettikleri noktaların sayısı, 100 trilyon civarındadır. Bu sayı, ABD'nin yarısını kaplayacak kadar büyük bir ormandaki ağaçların yaprak sayısına denktir. Yetişkin bir insanın beyninde bulunan sinir hücrelerinin uzunluğu ise 160 bin km.den fazladır. (Michael Denton, Evolution: A Theory Crisis, Adler & Adler, Bethesda, Maryland - BD, s. 330)
Beynimiz, kimyasal bir verici tarafından kontrol edilen elektrik anahtarı topluluğu gibi düşünülebilir. Bu durumda, her sinirsel temas noktası, bir anahtar niteliği kazanacağından, beynin en az 100 trilyon bilgiye sahip olduğu söylenebilir. Aslında, sahip olduğumuz bilgi sayısının bundan çok daha fazla olması gerekir. Çünkü nöronlar ara seviyelerde ateşleme yapabilmektedir. Oysa elektrik anahtarları ya açık ya da kapalıdır. Halbuki, elektrik anahtarına benzettiğimiz temas noktalarındaki ateşlemeler, bazen kısmen gerçekleşebilmektedir. Bu nedenle beyin, hem dijital hem de analog dijital özellikler gösterir.
Herhangi bir anda beyindeki sinir hücrelerinin % 10'u ateşleme yapmaktadır. Bu ateşlemenin frekansı ise 100 Hz.dir. Sonuçta bu her saniye, beynimizde 10 üzeri 15 (1 trilyar) sinyalin ya da hesaplamanın yapıldığını gösterir. Bu sayı ne anlama gelir? Bunu basit bir karşılaştırma yaparak anlamaya çalışalım:
Bazı bilgisayarlar, bilim adamlarınca özel olarak hazırlanırlar. Bu bilgisayarların temel özelliği, işlem hızlarının ve bilgi depolama kapasitelerinin çok yüksek olmasıdır. Bu bilgisayarlar, bu nedenle ticari olarak kullanılmazlar. Cray 2 adlı süper bilgisayar da bunlardan biridir.
Cray 2'nin saniyede yapabildiği hesaplama sayısı 10 üzeri 9'dur (1 milyar). Bilgi depolama kapasitesi ise 10 üzeri 11 bit'tir. Yani bu süper bilgisayarın depolama kapasitesi, insan beyninin ancak binde biri kadardır. Beyin, tüm bu bilgisayarlardan çok daha gelişmiş bir yapıya sahiptir. Aslında bu benzetmeyi daha ileri götürmek pek mümkün değildir. Çünkü insan beynini, tam olarak ne teknolojideki ne de doğadaki başka bir şeye benzetebilirsiniz. (D. Meredith, Matemagical Themes, Basic Boks, N. Y., 1985.) Beyindeki her bir hücrede, bir trilyon atom vardır. Bunların her biri doğru yerde, doğru görevleri, tam olarak yerine getirirler.
Bilgisayar tasarımcıları, yapay bir zeka gerçekleştirmeye çalışıyorlar; bunu yaparken de beynimizdeki sinirsel ağları taklit etmeye çalışıyorlar. Ne var ki, bu konuda elde edilen başarı oldukça kısıtlıdır. Nitekim bu konuda çalışma yapan bilim adamlarından biri, "bizim düşünme yapımızın bazı özelliklerinin asla bir makine tarafından tekrarlanamayacağını" açıklamıştır. (Roger Penrose, The Emperor's New Mind, Oxford University Pres, New York, 1989.)
Bu tablo, çeşitli sistemlerin hafıza kapasitesini göstermektedir. Beynin potansiyel kapasitesinin, 25 milyon kitap cildine veya 800 km.'den daha uzun bir kitap rafına eşit olduğuna dikkat ediniz. Tablodaki veriler, kelime bazında bilgisayarlarda kullanılan bilgi birimine dönüştürülecek olursa, bir kelime 40 bit'e denk gelecektir (1 kelime = 5 Byte = 40 bit).
Evrimcileri Açmaza Sokan Soru: İnsan Beyni Nasıl Ortaya Çıktı?
R. Wallace, bir doğa tarihçisidir ve Charles Darwin'in yakın çalışma arkadaşıdır. 1869'da Darwin'e yazdığı mektupta şöyle demektedir:
"Doğal seleksiyon, vahşi insana bir maymundan biraz daha iyi bir beyin sağlayabilir. Ancak bu, bizim eğitimli toplumumuzun çok az daha altında bir seviyede beyine sahiptir." (R. M. Restak, The Brain the Last Frontier, Doubleday and Company, Inc., Garden City, New York, 1979, s. 58-59)
Darwin bu ifadede, teorisini çökertecek gerçeği sezmiş ve çocuğu gibi benimsediği evrim teorisine ilişkin olarak şu yorumu yapmıştır:
"Umarım ben ve sen kendi çocuğumuzu öldürmüyoruz." (R. M. Restak, The Brain the Last Frontier, Doubleday and Company, Inc., Garden City, New York, 1979, s. 58-59)
Darwin'in bu kadar korkmasının nedeni, günümüz insanının beyninin, sözde ilk insan olarak kabul ettiği bir canlının beyninden kat be kat üstün olması ve bu farklılığı açıklamada evrim teorisinin yetersiz kalmasıydı.
Peki, günümüzde beynin böylesine gelişmiş olması nasıl açıklanmaktadır? Evrim teorisinin bu konudaki tezi oldukça ilginçtir. Bazı evrimcilerin sapkın iddialarına göre, insanların karmaşık aletler yapmayı ve konuşmayı keşfetmesi, daha yüksek seviyede düşünmesine neden olmuş ve daha yüksek seviyede düşünmek de beynin büyüyüp gelişmesini sağlamıştır. Bu açıklama tam bir kısır döngüyü içermektedir: Hangisi önce olmuştur; artan düşünme kapasitesi mi, yoksa beynin kapasitesi mi?
Bugün, insan zekası ile ilgili bazı gülünç materyalist iddialar vardır. İlk insanın beyninin "piştiği, güneş altında çok dolaştığı için zarar gördüğü" (K.R. Fialkowsky, "A mechanism for the Origin of the Human Brain: a hypothesis", Current Anthropology 27(6):288, June 1986. See also "A half-baked theory of how our barins graw?", Discover 7(9):15 September 1986) bu iddialardan biridir. Sözde beyin, bu hasarı gidermek için yeni nöronlar üretmiştir. Hayali atalarımız güneşin altından çekilince (belki de şapka takmaya başlayınca!) beynin tamamı tekrar çalışmaya başlamıştır.
Beynimiz Neden İki Parçadır?
Beyin ile ilgi araştırmalar yapan bilim adamlarının en çok dikkatini çeken konulardan biri de, iki yarım küreden oluşmasıdır. Bu iki yarım parça, sayıları milyarları bulan sinir lifleri ile birbirine bağlıdır.
Vücudun sol tarafı genel olarak sağ yarı, sağ tarafı da sol yarı küre tarafından idare edilir. Bu konudaki diğer bir bulgu da sol yarı kürenin dil ve analitik problem çözmede; sağ yarı kürenin de görsel ve sanatsal etkinlikler konusunda uzmanlaşmış olduğudur.
Beynin iki bölümden oluşmasıyla ilgili standart evrimci açıklama şudur: "Bir tarafa bir şey olursa diğeri, sistemin devamı için yedekleme görevi yapacaktır." İddia edildiği gibi, gerçekten bir yedekleme söz konusu ise neden 4 ya da 6 tane yedekleme sistemi olmamıştır? Her bir yarım küre diğerinin yedeği ise neden farklı faaliyetler konusunda uzmanlaşmışlardır? Beynin evrimi ile ilgili iddialar, rastgele ve birbiri ile çatışan fikirler ile doludur.
Beynimizin karmaşık yapısı, evrim teorisinin mantık dışı ve tutarsız iddiaları ile çelişmektedir. Üstelik bu çelişkiler, beynimizin binlerce fonksiyonu hakkında çok fazla bilgi sahibi olduğumuz halde ortaya çıkmaktadır. Doğadaki diğer tüm tasarımlar gibi, insan beyni de tesadüfi gelişmelerle ortaya çıkmamıştır. Onu, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah yaratmıştır.
Gezegenimiz, içerdiği su, hava, toprak, ışık gibi materyaller bakımından teknoloji üretimine son derece uygun niteliklere sahiptir. Hatta bu niteliklerin birbirleriyle etkileşimleri bile teknolojik tasarımların geliştirilmesine uygundur. Mesela kum, belli şartlar altında cam haline getirilebilir. Camı düz bir levha haline getirirseniz, üzerine gelen ışık, kendi doğrultusunda bir değişiklik yapmadan içinden geçer. İnce kenarlı bir mercek biçimi verdiğinizde ise ışık tek bir noktada toplanacaktır.
Burada dikkat etmemiz gereken çok önemli bir şey daha vardır:
Kum, cam ve ışık arasındaki ilişkiyi bizler için anlamlı kılan şey gözlerimizdir. Gözün görme kabiliyeti, mevcut olandan daha az olsaydı, (beynimiz ve vücudumuzun geri kalan kısmı sağlam olsa bile) kumu cama dönüştüremezdik. Dönüştürsek bile, ışığın mercekteki değişimini fark edemeyebilirdik.
Şüphesiz, gözlerimizin tasarımı şimdiki gibi olmasaydı, bunun sonucunda yaşayacağımız kayıp, sadece mercek yapamamakla kısıtlı kalmazdı. Böyle bir durumda, bugün var olan teknolojik ürünlerin pek çoğu bir işe yaramayacağı gibi, dünyada teknoloji diye bir şey de olmazdı. Çünkü teknoloji üretmek, sadece beynin gelişmişliği ile ilişkili değildir. Kollarımızın uzunluğu, kaslarımızın sağladığı kuvvet, elimizin hareket kapasitesi ya da parmaklarımızın hareketindeki uyum ve çeşitlilik de, teknoloji üretebilmek için gereklidir.
Teknoloji üretmemize imkan sağlayan bedensel özelliklerimiz bunlarla da sınırlı değildir: İnsanlardaki kuvvet ve güç geliştirilebilir niteliktedir. Gücümüzü ve becerilerimizi, kullandığımız alete göre ayarlayabiliriz. Vücut ölçülerimiz ve duyu organlarımızın özellikleri de buna dahildir. Mesela, çok daha küçük ve zayıf bir bedenimiz olsaydı ya da işitme kabiliyetimiz daha kısıtlı olsaydı, birçok teknolojik ürünü geliştirmemiz imkansız hale gelirdi. Hastalıklara karşı direncimiz (savunma sistemimiz) ve gün içindeki uyku gereksinim miktarı bile, teknoloji üretme düzeyimizi etkileyen bedensel unsurlardandır.
Parmak uçlarımızdan gözlerimize, kaslarımızdan kemiklerimize kadar, mükemmel olarak tasarlanmış bir bedenimiz var. Yüce Rabbimiz'in bize bahşettiği bu beden, bize düşünebilme ve düşündüklerimizi uygulayabilme imkanı veriyor.
Yeni bir şey tasarlama, icat etme isteği ve yeteneği, sadece insana özgüdür. Cisimleri algılama hızımızdan, uyarılara verdiğimiz bedensel tepkilere kadar tüm fiziki yapımız, teknoloji üretmeye uygun bir tasarıma sahiptir. (Bu konuda daha fazla bilgi almak için bakınız: İnsan Mucizesi, Harun Yahya, Global Yayıncılık, Ocak 2001, İstanbul.) Peki, "Bedenimizin teknolojik ürünler yapabilecek bir yapıda olmasını sağlayan nedir?"
Bu sorunun cevabını bulabilmek için, şöyle bir etrafımıza bakmak bile yeterlidir. Herhangi bir canlıyı düşünecek olursanız, doğadaki tasarımların, yaratılışın en büyük delillerinden olduğunu fark edebilirsiniz. Bu tasarımların sayısı o kadar çoktur ki, yaratılışı inkar edenler, bu durumu nasıl açıklayacaklarını bilememektedirler. (Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, Longman Group, Harlow, Essex, İngiltere, 1986, s.5) Ayrıca, bilimsel gözlem ve araştırmalar, her gün doğada keşfedilen yeni bir tasarımı haber vermeye devam etmektedir.
Doğadaki tasarımların o kadar güçlü ve ikna edici bir boyutu vardır ki, her yaratılış delili incelendiğinde, evrimcilerin teorilerinin bir kez daha çöktüğü görülür... Şüphesiz, bu konuya verilebilecek ilk örnek, insan beynidir. Beyin, bir kamera, kütüphane, bilgisayar ve iletişim merkezinin tek yere toplanmış hali gibidir. Bilgisayarların aksine, beyin, kullanıldıkça daha iyi bir hale gelir. Dikkatli bakan bir göz, beynin içerisindeki karmaşık yapıdaki harika amacı ve büyük organizasyonu hemen fark eder.
Yetişkin bir insanın beyni, yaklaşık 1350-1400 gram ağırlığındadır. Buna karşın, 100 süper bilgisayarın bilgisini içerebilir. Beynin temel birimi, 'nöron' olarak adlandırılan sinir hücreleridir. Her bir hücre, milimetrenin yüz binde biri kadar bir çapa sahiptir ve 'çekirdek', 'dendrit' ve 'akson' adlı bölümlerden oluşur.
Bu hücreler, elektrik anahtarları gibi ateşlenebilirler. Bir hücre "ateşleme" yaptığında, kendisiyle komşu diğer hücreler, kimyasal içerikli bazı elektronik sinyaller yollar. Bu sinyaller mikrovolt (1 mikrovolt = 10 üzeri eksi 6 volt) mertebesindedir.
Beynimiz, bünyesinde 10 milyar nöron barındırır. Hayatın ilk 9 ayında bu nöronlar, dakikada 25 bin gibi muazzam bir oranla çoğalır.
Her bir sinir hücresi, 100 bin adet sinir hücresi ile temas edebilir. Vücudumuzdaki sinir hücrelerinin birbirlerine temas ettikleri noktaların sayısı, 100 trilyon civarındadır. Bu sayı, ABD'nin yarısını kaplayacak kadar büyük bir ormandaki ağaçların yaprak sayısına denktir. Yetişkin bir insanın beyninde bulunan sinir hücrelerinin uzunluğu ise 160 bin km.den fazladır. (Michael Denton, Evolution: A Theory Crisis, Adler & Adler, Bethesda, Maryland - BD, s. 330)
Beynimiz, kimyasal bir verici tarafından kontrol edilen elektrik anahtarı topluluğu gibi düşünülebilir. Bu durumda, her sinirsel temas noktası, bir anahtar niteliği kazanacağından, beynin en az 100 trilyon bilgiye sahip olduğu söylenebilir. Aslında, sahip olduğumuz bilgi sayısının bundan çok daha fazla olması gerekir. Çünkü nöronlar ara seviyelerde ateşleme yapabilmektedir. Oysa elektrik anahtarları ya açık ya da kapalıdır. Halbuki, elektrik anahtarına benzettiğimiz temas noktalarındaki ateşlemeler, bazen kısmen gerçekleşebilmektedir. Bu nedenle beyin, hem dijital hem de analog dijital özellikler gösterir.
Herhangi bir anda beyindeki sinir hücrelerinin % 10'u ateşleme yapmaktadır. Bu ateşlemenin frekansı ise 100 Hz.dir. Sonuçta bu her saniye, beynimizde 10 üzeri 15 (1 trilyar) sinyalin ya da hesaplamanın yapıldığını gösterir. Bu sayı ne anlama gelir? Bunu basit bir karşılaştırma yaparak anlamaya çalışalım:
Bazı bilgisayarlar, bilim adamlarınca özel olarak hazırlanırlar. Bu bilgisayarların temel özelliği, işlem hızlarının ve bilgi depolama kapasitelerinin çok yüksek olmasıdır. Bu bilgisayarlar, bu nedenle ticari olarak kullanılmazlar. Cray 2 adlı süper bilgisayar da bunlardan biridir.
Cray 2'nin saniyede yapabildiği hesaplama sayısı 10 üzeri 9'dur (1 milyar). Bilgi depolama kapasitesi ise 10 üzeri 11 bit'tir. Yani bu süper bilgisayarın depolama kapasitesi, insan beyninin ancak binde biri kadardır. Beyin, tüm bu bilgisayarlardan çok daha gelişmiş bir yapıya sahiptir. Aslında bu benzetmeyi daha ileri götürmek pek mümkün değildir. Çünkü insan beynini, tam olarak ne teknolojideki ne de doğadaki başka bir şeye benzetebilirsiniz. (D. Meredith, Matemagical Themes, Basic Boks, N. Y., 1985.) Beyindeki her bir hücrede, bir trilyon atom vardır. Bunların her biri doğru yerde, doğru görevleri, tam olarak yerine getirirler.
Bilgisayar tasarımcıları, yapay bir zeka gerçekleştirmeye çalışıyorlar; bunu yaparken de beynimizdeki sinirsel ağları taklit etmeye çalışıyorlar. Ne var ki, bu konuda elde edilen başarı oldukça kısıtlıdır. Nitekim bu konuda çalışma yapan bilim adamlarından biri, "bizim düşünme yapımızın bazı özelliklerinin asla bir makine tarafından tekrarlanamayacağını" açıklamıştır. (Roger Penrose, The Emperor's New Mind, Oxford University Pres, New York, 1989.)
Bu tablo, çeşitli sistemlerin hafıza kapasitesini göstermektedir. Beynin potansiyel kapasitesinin, 25 milyon kitap cildine veya 800 km.'den daha uzun bir kitap rafına eşit olduğuna dikkat ediniz. Tablodaki veriler, kelime bazında bilgisayarlarda kullanılan bilgi birimine dönüştürülecek olursa, bir kelime 40 bit'e denk gelecektir (1 kelime = 5 Byte = 40 bit).
Evrimcileri Açmaza Sokan Soru: İnsan Beyni Nasıl Ortaya Çıktı?
R. Wallace, bir doğa tarihçisidir ve Charles Darwin'in yakın çalışma arkadaşıdır. 1869'da Darwin'e yazdığı mektupta şöyle demektedir:
"Doğal seleksiyon, vahşi insana bir maymundan biraz daha iyi bir beyin sağlayabilir. Ancak bu, bizim eğitimli toplumumuzun çok az daha altında bir seviyede beyine sahiptir." (R. M. Restak, The Brain the Last Frontier, Doubleday and Company, Inc., Garden City, New York, 1979, s. 58-59)
Darwin bu ifadede, teorisini çökertecek gerçeği sezmiş ve çocuğu gibi benimsediği evrim teorisine ilişkin olarak şu yorumu yapmıştır:
"Umarım ben ve sen kendi çocuğumuzu öldürmüyoruz." (R. M. Restak, The Brain the Last Frontier, Doubleday and Company, Inc., Garden City, New York, 1979, s. 58-59)
Darwin'in bu kadar korkmasının nedeni, günümüz insanının beyninin, sözde ilk insan olarak kabul ettiği bir canlının beyninden kat be kat üstün olması ve bu farklılığı açıklamada evrim teorisinin yetersiz kalmasıydı.
Peki, günümüzde beynin böylesine gelişmiş olması nasıl açıklanmaktadır? Evrim teorisinin bu konudaki tezi oldukça ilginçtir. Bazı evrimcilerin sapkın iddialarına göre, insanların karmaşık aletler yapmayı ve konuşmayı keşfetmesi, daha yüksek seviyede düşünmesine neden olmuş ve daha yüksek seviyede düşünmek de beynin büyüyüp gelişmesini sağlamıştır. Bu açıklama tam bir kısır döngüyü içermektedir: Hangisi önce olmuştur; artan düşünme kapasitesi mi, yoksa beynin kapasitesi mi?
Bugün, insan zekası ile ilgili bazı gülünç materyalist iddialar vardır. İlk insanın beyninin "piştiği, güneş altında çok dolaştığı için zarar gördüğü" (K.R. Fialkowsky, "A mechanism for the Origin of the Human Brain: a hypothesis", Current Anthropology 27(6):288, June 1986. See also "A half-baked theory of how our barins graw?", Discover 7(9):15 September 1986) bu iddialardan biridir. Sözde beyin, bu hasarı gidermek için yeni nöronlar üretmiştir. Hayali atalarımız güneşin altından çekilince (belki de şapka takmaya başlayınca!) beynin tamamı tekrar çalışmaya başlamıştır.
Beynimiz Neden İki Parçadır?
Beyin ile ilgi araştırmalar yapan bilim adamlarının en çok dikkatini çeken konulardan biri de, iki yarım küreden oluşmasıdır. Bu iki yarım parça, sayıları milyarları bulan sinir lifleri ile birbirine bağlıdır.
Vücudun sol tarafı genel olarak sağ yarı, sağ tarafı da sol yarı küre tarafından idare edilir. Bu konudaki diğer bir bulgu da sol yarı kürenin dil ve analitik problem çözmede; sağ yarı kürenin de görsel ve sanatsal etkinlikler konusunda uzmanlaşmış olduğudur.
Beynin iki bölümden oluşmasıyla ilgili standart evrimci açıklama şudur: "Bir tarafa bir şey olursa diğeri, sistemin devamı için yedekleme görevi yapacaktır." İddia edildiği gibi, gerçekten bir yedekleme söz konusu ise neden 4 ya da 6 tane yedekleme sistemi olmamıştır? Her bir yarım küre diğerinin yedeği ise neden farklı faaliyetler konusunda uzmanlaşmışlardır? Beynin evrimi ile ilgili iddialar, rastgele ve birbiri ile çatışan fikirler ile doludur.
Beynimizin karmaşık yapısı, evrim teorisinin mantık dışı ve tutarsız iddiaları ile çelişmektedir. Üstelik bu çelişkiler, beynimizin binlerce fonksiyonu hakkında çok fazla bilgi sahibi olduğumuz halde ortaya çıkmaktadır. Doğadaki diğer tüm tasarımlar gibi, insan beyni de tesadüfi gelişmelerle ortaya çıkmamıştır. Onu, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah yaratmıştır.
4 Mayıs 2011 Çarşamba
Işığı Takip Eden Filizler
Bitkilerde var olan tüm sistemler açıkça yaratılışı kanıtlar...
Tohumun bir bitkiye dönüşmesindeki ilk aşama filizlenmedir. Toprağın altında beklemekte olan tohum ancak ısı, nem ve ışık gibi faktörlerin bir araya gelmesiyle hareketlenip canlanır. Bundan önce ise adeta bir uyku halindedir. Zamanı geldiğinde uykusundan uyanır ve filizlenmeye başlar. Ancak filizler bazen büyümek için uygun bir ortam bulamaz. Güneş ışığından yararlanamayacağı gölgelik bir ortamda büyümeye devam ettiğinde ise, fotosentez yapması zorlaşacaktır.
Peki, böyle bir durumda bitki nasıl büyür?
Fototropizm: Işık Kaynağını Takip Eden Filizler
Eğer filiz, yeryüzüne çıktığında kendini gölgelik bir ortamda bulursa, hemen ışık kaynağına doğru büyüme yönünü değiştirir. Fototropizm olarak bilinen bu işlem göstermektedir ki, filizler de ışığa duyarlı yön tayini sistemine sahiptir. Hayvanlarla ve insanlarla karşılaştırdığımızda bitkiler, ışığı algılama konusunda daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü hayvanlar ve insanlar sadece gözleriyle ışığı algılayabilirler. Bitkilerdeki yön tayin sistemi ise son derece keskindir. Bu yüzden hiçbir zaman yönlerini şaşırmazlar. Işığa ve yer çekimine dayalı kusursuz yön bulma sistemleri sayesinde kolaylıkla yönlerini bulabilirler.
Meristem: Besin Kaynağını En İyi Şekilde Kullanan Büyüme Bölgeleri
Bitkiler ışığı algılayıcı sistemlerin yanı sıra hücre bölünmesinin gerçekleştiği özel büyüme bölgelerine de sahiptirler. Meristem olarak adlandırılan bu dokular genellikle kök ve gövde uçlarında bulunurlar.
Her bitkinin şekli, Meristem dokusunun büyüme yönüne göre belirlenir. Filizin gelişimi sırasında eğer büyüme bölgesindeki hücreler hep aynı şekilde büyürlerse bu, gövdenin düz olmasını sağlar. Eğer bu hücrelerin büyümesi bir kenarda fazla, diğerinde az olursa bitkinin gövdesi eğimli büyüyecektir. Bitkilerdeki büyüme eğer şartlar uygunsa, tüm bölgelerde aynı anda başlar.
Filizden çıkan bitkinin gövdesi acil ihtiyacı olan ışığa doğru ilerler. Öte yandan topraktan bitki için gerekli olan su ve mineralleri sağlayacak olan kökler de yer çekimini algılayan rehber sistemleri sayesinde büyümelerini en etkili biçimde gerçekleştirirler. İlk bakışta bitkilerin kök uzantılarının toprağın altına rastgele yayıldığı düşünülebilir. Oysa gerçekte kök uzantıları bu duyarlı sistem sayesinde kontrollü bir şekilde, hedeflerine kilitlenmiş füzeler gibi ilerler.
Bu mekanizmalarla kontrol edilen büyüme, bitkiden bitkiye farklılıklar gösterir. Çünkü her bitkide büyüme kendi genetik bilgisine uygun olarak gerçekleşir. Bu yüzden her bitkide maksimum büyüme oranları da farklıdır. Örneğin bir mısır sapı için maksimum büyüme süresi "altı hafta" iken, bir kayın ağacı için bu süre "çeyrek asır" olmaktadır. (Guy Murchie, The Seven Mysteries of Life, ABD, Houhton Mifflin Company, Boston, 1978, s.57)
Bitkiyi Büyüten Uyumlu Çalışma
Çimlenme, küçücük bir cisimden metrelerce uzunluktaki ve tonlarca ağırlıktaki bir bitkinin oluşmasının ilk aşamasıdır. Yavaş yavaş büyüyen bitkinin kökleri yere, dalları yukarıya doğru uzanırken, içindeki sistemler de (besin taşıyacak sistemler, üremesini sağlayacak sistemler, bitkinin uzamasını, genişlemesini ve bunların durmasını kontrol eden hormonlar) hep birlikte ortaya çıkar ve hiçbirinin oluşumunda bir aksama ya da gecikme olmaz. Bitki için gerekli olan her şey aynı anda gelişir. Bu son derece önemlidir. Örneğin, bir yandan çiçeğin üreme mekanizması gelişirken, diğer yandan da taşıma boruları (besin ve su taşıma boruları) oluşmaktadır. Aksi takdirde, mesela çiçek üreme mekanizması oluşmayan bir bitkide, taşıma borularının hiçbir önemi olmayacaktır. Köklerin oluşmasının da bir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir bitki neslini devam ettiremeyeceği için, ek mekanizmalar bir işe yaramayacaktır.
Görüldüğü gibi bitkilerdeki birbirine bağlı ve tam uyumlu olan bu mükemmel yapıda kesinlikle tesadüfen oluşamayacak bir plan vardır. Evrimci bilim adamlarının iddia ettiği gibi kademeli bir oluşum hiçbir şekilde söz konusu değildir.
Tohumlardaki Özel Yaratılış
Bir adet tohumu ve bununla birlikte yine bu tohumun büyüklüğünü, ağırlığını ve içerdiği moleküllerin karışımını içeren başka bir maddeyi belirli bir derinliğe gömelim ve bir süre bekleyelim. Cinsine göre gereken süre geçtiğinde, ektiğimiz tohumun, toprağı yararak yeryüzüne çıktığını görürüz. Oysa ne kadar beklersek bekleyelim diğer maddenin toprağın üstüne çıkışını göremeyiz. İster yüz yıl bekleyin, ister bin yıl bekleyin sonuç değişmeyecektir. Bu farkın nedeni tabii ki tohumlardaki özel yaratılıştır. Bitkilerin genlerine, bu işlem için gerekli bilgiler kodlanmıştır. Bitkilerde var olan tüm sistemler açıkça yaratılışı kanıtlar. Bütün detaylar bitkilerin rastlantılarla oluşmasının mümkün olmadığını, aksine bitkilerin ortaya çıkışında son derece kusursuz bir düzenin olduğunu gösterir.
Elbette ki böyle mükemmel bir düzen, herşeyi en ince ayrıntısıyla bilen ve meydana getiren Rabbimiz'in varlığının delillerindendir. Bitkilerin yaşamındaki yalnızca ilk aşama yani tohumun oluşumu bile bize üstün güç sahibi Yaratıcımız olan Allah'ın yaratmasındaki benzersizliği açıkça göstermektedir
Tohumun bir bitkiye dönüşmesindeki ilk aşama filizlenmedir. Toprağın altında beklemekte olan tohum ancak ısı, nem ve ışık gibi faktörlerin bir araya gelmesiyle hareketlenip canlanır. Bundan önce ise adeta bir uyku halindedir. Zamanı geldiğinde uykusundan uyanır ve filizlenmeye başlar. Ancak filizler bazen büyümek için uygun bir ortam bulamaz. Güneş ışığından yararlanamayacağı gölgelik bir ortamda büyümeye devam ettiğinde ise, fotosentez yapması zorlaşacaktır.
Peki, böyle bir durumda bitki nasıl büyür?
Fototropizm: Işık Kaynağını Takip Eden Filizler
Eğer filiz, yeryüzüne çıktığında kendini gölgelik bir ortamda bulursa, hemen ışık kaynağına doğru büyüme yönünü değiştirir. Fototropizm olarak bilinen bu işlem göstermektedir ki, filizler de ışığa duyarlı yön tayini sistemine sahiptir. Hayvanlarla ve insanlarla karşılaştırdığımızda bitkiler, ışığı algılama konusunda daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü hayvanlar ve insanlar sadece gözleriyle ışığı algılayabilirler. Bitkilerdeki yön tayin sistemi ise son derece keskindir. Bu yüzden hiçbir zaman yönlerini şaşırmazlar. Işığa ve yer çekimine dayalı kusursuz yön bulma sistemleri sayesinde kolaylıkla yönlerini bulabilirler.
Meristem: Besin Kaynağını En İyi Şekilde Kullanan Büyüme Bölgeleri
Bitkiler ışığı algılayıcı sistemlerin yanı sıra hücre bölünmesinin gerçekleştiği özel büyüme bölgelerine de sahiptirler. Meristem olarak adlandırılan bu dokular genellikle kök ve gövde uçlarında bulunurlar.
Her bitkinin şekli, Meristem dokusunun büyüme yönüne göre belirlenir. Filizin gelişimi sırasında eğer büyüme bölgesindeki hücreler hep aynı şekilde büyürlerse bu, gövdenin düz olmasını sağlar. Eğer bu hücrelerin büyümesi bir kenarda fazla, diğerinde az olursa bitkinin gövdesi eğimli büyüyecektir. Bitkilerdeki büyüme eğer şartlar uygunsa, tüm bölgelerde aynı anda başlar.
Filizden çıkan bitkinin gövdesi acil ihtiyacı olan ışığa doğru ilerler. Öte yandan topraktan bitki için gerekli olan su ve mineralleri sağlayacak olan kökler de yer çekimini algılayan rehber sistemleri sayesinde büyümelerini en etkili biçimde gerçekleştirirler. İlk bakışta bitkilerin kök uzantılarının toprağın altına rastgele yayıldığı düşünülebilir. Oysa gerçekte kök uzantıları bu duyarlı sistem sayesinde kontrollü bir şekilde, hedeflerine kilitlenmiş füzeler gibi ilerler.
Bu mekanizmalarla kontrol edilen büyüme, bitkiden bitkiye farklılıklar gösterir. Çünkü her bitkide büyüme kendi genetik bilgisine uygun olarak gerçekleşir. Bu yüzden her bitkide maksimum büyüme oranları da farklıdır. Örneğin bir mısır sapı için maksimum büyüme süresi "altı hafta" iken, bir kayın ağacı için bu süre "çeyrek asır" olmaktadır. (Guy Murchie, The Seven Mysteries of Life, ABD, Houhton Mifflin Company, Boston, 1978, s.57)
Bitkiyi Büyüten Uyumlu Çalışma
Çimlenme, küçücük bir cisimden metrelerce uzunluktaki ve tonlarca ağırlıktaki bir bitkinin oluşmasının ilk aşamasıdır. Yavaş yavaş büyüyen bitkinin kökleri yere, dalları yukarıya doğru uzanırken, içindeki sistemler de (besin taşıyacak sistemler, üremesini sağlayacak sistemler, bitkinin uzamasını, genişlemesini ve bunların durmasını kontrol eden hormonlar) hep birlikte ortaya çıkar ve hiçbirinin oluşumunda bir aksama ya da gecikme olmaz. Bitki için gerekli olan her şey aynı anda gelişir. Bu son derece önemlidir. Örneğin, bir yandan çiçeğin üreme mekanizması gelişirken, diğer yandan da taşıma boruları (besin ve su taşıma boruları) oluşmaktadır. Aksi takdirde, mesela çiçek üreme mekanizması oluşmayan bir bitkide, taşıma borularının hiçbir önemi olmayacaktır. Köklerin oluşmasının da bir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir bitki neslini devam ettiremeyeceği için, ek mekanizmalar bir işe yaramayacaktır.
Görüldüğü gibi bitkilerdeki birbirine bağlı ve tam uyumlu olan bu mükemmel yapıda kesinlikle tesadüfen oluşamayacak bir plan vardır. Evrimci bilim adamlarının iddia ettiği gibi kademeli bir oluşum hiçbir şekilde söz konusu değildir.
Tohumlardaki Özel Yaratılış
Bir adet tohumu ve bununla birlikte yine bu tohumun büyüklüğünü, ağırlığını ve içerdiği moleküllerin karışımını içeren başka bir maddeyi belirli bir derinliğe gömelim ve bir süre bekleyelim. Cinsine göre gereken süre geçtiğinde, ektiğimiz tohumun, toprağı yararak yeryüzüne çıktığını görürüz. Oysa ne kadar beklersek bekleyelim diğer maddenin toprağın üstüne çıkışını göremeyiz. İster yüz yıl bekleyin, ister bin yıl bekleyin sonuç değişmeyecektir. Bu farkın nedeni tabii ki tohumlardaki özel yaratılıştır. Bitkilerin genlerine, bu işlem için gerekli bilgiler kodlanmıştır. Bitkilerde var olan tüm sistemler açıkça yaratılışı kanıtlar. Bütün detaylar bitkilerin rastlantılarla oluşmasının mümkün olmadığını, aksine bitkilerin ortaya çıkışında son derece kusursuz bir düzenin olduğunu gösterir.
Elbette ki böyle mükemmel bir düzen, herşeyi en ince ayrıntısıyla bilen ve meydana getiren Rabbimiz'in varlığının delillerindendir. Bitkilerin yaşamındaki yalnızca ilk aşama yani tohumun oluşumu bile bize üstün güç sahibi Yaratıcımız olan Allah'ın yaratmasındaki benzersizliği açıkça göstermektedir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)