Avrupa’da yaşayan ebe kara kurbağası, yaşamının büyük bir bölümünü
karada, sudan uzakta olmayan toprak oyuklarda geçirir. Karada çiftleşir.
Dişi yumurtalarını yere bırakınca, erkek onları spermasıyla döller.
Yarım saat sonra, erkek kurbağa yumurtalarını ipe dizer gibi birbirine
yapıştırır ve sonra da bunları arka ayaklarının üzerine yapıştırarak
yerleştirir.
Daha sonraki birkaç hafta nereye gitse, seke seke
yumurtalarını da yanında taşır. Sonunda yavrular yumurtadan çıkacağında
suya atlar. Yumurtaların yapışık olduğu arka ayaklarını tüm yavrular
çıkana kadar suda tutar. Daha sonra tekrar karadaki oyuğuna geri döner.
Doğadaki herşey sonsuz ilim ve kudret sahibi
bir Yaratıcı'nın eseridir. O Yaratıcı tüm canlıları, insanları,
hayvanları, böcekleri, bitkileri, canlı cansız tüm varlıkları
yaratan Allah'tır. O, üstün kudret, şefkat, merhamet, akıl,
ilim ve hikmet sahibidir.
27 Mayıs 2014 Salı
17 Mayıs 2014 Cumartesi
Çan Örümceklerinin Dalma Tekniği
Asya ve Avrupa'nın ılık bölgelerinde yaşayan su örümcekleri,
hayatlarının büyük bir kısmını su altında geçirirler.
Çünkü bu örümcekler yuvalarını suyun içine yaparlar.
Yuvanın inşası için örümcek ilk olarak su bitkilerinin saplarının veya yapraklarının arasına ağlarla bir platform yapar. Bu platformu, ipek iplikçiklerle etraftaki bitki saplarına tutturur. Bu iplikçikler, örümceğe hem evinin yolunu gösteren bir işaret, hem platformu sabitleyen bir bağ, hem de avın yaklaştığını bildiren bir radar görevi görür.
Platform oluşturulduktan sonra örümcek, platformun altına ayaklarını ve gövdesini kullanarak hava kabarcıkları taşır. Böylece ağ yukarıya doğru şişer ve hava ilave edildikçe bir çan biçimini alır. İşte bu çan, örümceğin su altında olduğu sürece içinde barınacağı yuvasıdır.
Örümcek gündüzleri yuvasının içinde bekler. Yakınından herhangi küçük bir hayvan, özellikle bir böcek ya da larva geçtiğinde, dışarı fırlayarak onu yakalar ve yemek için yuvasına götürür. Suyun yüzeyine düşen bir böcek, titreşimlere neden olur. Bu titreşimleri alan örümcek yukarı çıkar ve böceği alıp suyun altına taşır. Örümcek su yüzeyini adeta bir ağ gibi kullanmaktadır. Suya düşen böcek, ağa takılan diğer avlardan farksızdır.
Kış yaklaştığında ise örümcek donmamak için kendisini koruyacak önlemler almak zorundadır. Bu nedenle kışın yaklaşmasıyla birlikte su örümceği, gölcükte daha aşağılara iner. Bu sefer de kış için bir çan örerek içini havayla doldurur. Bazı örümceklerse dipte duran boş bir su salyangozu kabuğuna yerleşir. Çanın içinde hiç kıpırdamaz ve kış boyunca hemen hemen hiç enerji harcamazlar. Bunun nedeni fazla enerji kaybetmemek ve oksijen ihtiyacını ortadan kaldırmaktır. Bu önlem sayesinde yuvaya taşınan hava kabarcığındaki oksijen örümceğe kışı geçireceği 4-5 ay boyunca yeter.
Görüldüğü gibi, su örümceğinin oluşturduğu kabarcık ve avlanma şekli bir örümceğin suda yaşayabilmesi için en ideal şekilde tasarlanmıştır. Tesadüflerle karada yaşayan bir canlının suda yaşayacak bir yöntem bulması kuşkusuz imkansızdır. Bu canlı eğer suda yaşayacak özelliklere sahip değilse suya ilk girdiği anda ölecektir, tesadüf ya da başka bir şey bekleyecek kadar zamanı olmayacaktır. Dolayısıyla kara canlısı olmasına ve bu özellikleri taşımasına rağmen rahatlıkla suda yaşayabilen bir canlı bu özelliğine ortaya çıktığı ilk andan itibaren sahiptir. Yani canlı tüm bu özellikleri ile birlikte Allah tarafından bir anda yaratılmıştır.
Allah su örümceklerinde olduğu gibi benzeri olmayan örnekler yaratarak, sonsuz ilmini ve hikmetini bizlere tanıtmaktadır.
Yuvanın inşası için örümcek ilk olarak su bitkilerinin saplarının veya yapraklarının arasına ağlarla bir platform yapar. Bu platformu, ipek iplikçiklerle etraftaki bitki saplarına tutturur. Bu iplikçikler, örümceğe hem evinin yolunu gösteren bir işaret, hem platformu sabitleyen bir bağ, hem de avın yaklaştığını bildiren bir radar görevi görür.
Platform oluşturulduktan sonra örümcek, platformun altına ayaklarını ve gövdesini kullanarak hava kabarcıkları taşır. Böylece ağ yukarıya doğru şişer ve hava ilave edildikçe bir çan biçimini alır. İşte bu çan, örümceğin su altında olduğu sürece içinde barınacağı yuvasıdır.
Örümcek gündüzleri yuvasının içinde bekler. Yakınından herhangi küçük bir hayvan, özellikle bir böcek ya da larva geçtiğinde, dışarı fırlayarak onu yakalar ve yemek için yuvasına götürür. Suyun yüzeyine düşen bir böcek, titreşimlere neden olur. Bu titreşimleri alan örümcek yukarı çıkar ve böceği alıp suyun altına taşır. Örümcek su yüzeyini adeta bir ağ gibi kullanmaktadır. Suya düşen böcek, ağa takılan diğer avlardan farksızdır.
Kış yaklaştığında ise örümcek donmamak için kendisini koruyacak önlemler almak zorundadır. Bu nedenle kışın yaklaşmasıyla birlikte su örümceği, gölcükte daha aşağılara iner. Bu sefer de kış için bir çan örerek içini havayla doldurur. Bazı örümceklerse dipte duran boş bir su salyangozu kabuğuna yerleşir. Çanın içinde hiç kıpırdamaz ve kış boyunca hemen hemen hiç enerji harcamazlar. Bunun nedeni fazla enerji kaybetmemek ve oksijen ihtiyacını ortadan kaldırmaktır. Bu önlem sayesinde yuvaya taşınan hava kabarcığındaki oksijen örümceğe kışı geçireceği 4-5 ay boyunca yeter.
Görüldüğü gibi, su örümceğinin oluşturduğu kabarcık ve avlanma şekli bir örümceğin suda yaşayabilmesi için en ideal şekilde tasarlanmıştır. Tesadüflerle karada yaşayan bir canlının suda yaşayacak bir yöntem bulması kuşkusuz imkansızdır. Bu canlı eğer suda yaşayacak özelliklere sahip değilse suya ilk girdiği anda ölecektir, tesadüf ya da başka bir şey bekleyecek kadar zamanı olmayacaktır. Dolayısıyla kara canlısı olmasına ve bu özellikleri taşımasına rağmen rahatlıkla suda yaşayabilen bir canlı bu özelliğine ortaya çıktığı ilk andan itibaren sahiptir. Yani canlı tüm bu özellikleri ile birlikte Allah tarafından bir anda yaratılmıştır.
Allah su örümceklerinde olduğu gibi benzeri olmayan örnekler yaratarak, sonsuz ilmini ve hikmetini bizlere tanıtmaktadır.
4 Mayıs 2014 Pazar
Gelişmiş Bir Klima, Kusursuz Bir Algılayıcı: Deri
Bir tüyü ellediğinizde yumuşaklığını, bir kayayı tuttuğunuzda
sertliğini hissedebiliyorsunuz. Çünkü deriniz bütün
bunları algılayıp beyninize gereken sinyalleri göndererek
sizin cisimleri kafanızda şekillendirmenizi sağlayacak
özelliklerdedir.
İnsan derisinin altında yer alan dokunmaya hassas sinirler, olabilecek en iyi biçimde duyarlılaştırılmış ve vücuda dağıtılmışlardır. En çok sinir ucu, parmak uçlarında bulunur. Bu da size hareket kolaylığı sağlar ve hiçbir rahatsızlık vermez. Buna karşın daha "önemsiz" bölgelerde, örneğin sırt bölgesinde oldukça az sayıda sinir ucu vardır. Bu çok önemli bir avantajdır. Bunun aksinin olduğunu düşünelim: Parmak uçlarının son derece duyarsız olduğunu, tüm sinir uçlarının sırtta toplandığını varsayalım. Bu, kuşkusuz oldukça zorluk verici olurdu; elimizi doğru düzgün kullanamazken, sırtımıza temas eden en ufak maddeyi bile -mesela elbisemizin kıvrımlarını- hissederdik.
İnsan derisi birçok tabakadan oluşan, içinde algılayıcı sinirler, dolaşım kanalları, havalandırma sistemleri, ısı ve nem ayarlayıcıları bulunan, gerektiğinde bir kalkan gibi Güneş ışınlarından vücudu koruyan karmaşık bir organdır. Bu özellikleri nedeniyle insan, derisinin bir bölümünün tahrip olması durumunda hayati tehlike içine girebilir.
Birbirinden tamamen farklı yapılardan meydana gelen derinin alt kısmında yağdan oluşan bir katman vardır. Bu yağ katmanı ısıya karşı yalıtım görevi görür. Bu tabakanın üstünde deriye esneklik özelliğini veren ve büyük kısmı proteinlerden oluşan başka bir bölüm vardır.
Derimizin 1 cm altını kaldırdığımızda karşılaşacağımız manzara, işte bu yağların ve proteinlerin oluşturduğu, çok çeşitli damarların da bulunduğu estetik olmayan, hatta ürkütücü bile sayılabilecek bir görüntü olacaktır. Deri, bütün bu yapıları kapatıcı özelliği sayesinde hem vücudumuza çok önemli bir estetik katkıda bulunurken, hem de tüm dış etkenlerden korunmamızı sağlar. Derimizi bizim için hayati yapan görevlerinden birkaç tanesini saymak ve bunların üzerinde düşünmek derimizin varlığının ne kadar önemli olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
İnsan derisi vücudun su dengesinin bozulmasını engeller, dayanıklı ve esnektir, kendi kendini yenileyebilir, vücudu zararlı ışınlardan korur, dış dünya ile olan bağlantıyı sağlar, soğuk ya da sıcak havalarda vücut sıcaklığını korur.
Her türlü ihtiyacı karşılayan gelişmiş bir klima ve hassas bir detektör gibi hareket eden insan derisi, hem görsel olarak sağladığı güzellikle hem de insanı koruyan özellikleriyle Allah tarafından yaratılmış bir nimettir. Tek bir özelliği için sayfalar dolusu kitaplar yazılan deri Allah'ın yaratışındaki ihtişamını bize bir kere daha göstermektedir.
İnsan derisinin altında yer alan dokunmaya hassas sinirler, olabilecek en iyi biçimde duyarlılaştırılmış ve vücuda dağıtılmışlardır. En çok sinir ucu, parmak uçlarında bulunur. Bu da size hareket kolaylığı sağlar ve hiçbir rahatsızlık vermez. Buna karşın daha "önemsiz" bölgelerde, örneğin sırt bölgesinde oldukça az sayıda sinir ucu vardır. Bu çok önemli bir avantajdır. Bunun aksinin olduğunu düşünelim: Parmak uçlarının son derece duyarsız olduğunu, tüm sinir uçlarının sırtta toplandığını varsayalım. Bu, kuşkusuz oldukça zorluk verici olurdu; elimizi doğru düzgün kullanamazken, sırtımıza temas eden en ufak maddeyi bile -mesela elbisemizin kıvrımlarını- hissederdik.
İnsan derisi birçok tabakadan oluşan, içinde algılayıcı sinirler, dolaşım kanalları, havalandırma sistemleri, ısı ve nem ayarlayıcıları bulunan, gerektiğinde bir kalkan gibi Güneş ışınlarından vücudu koruyan karmaşık bir organdır. Bu özellikleri nedeniyle insan, derisinin bir bölümünün tahrip olması durumunda hayati tehlike içine girebilir.
Birbirinden tamamen farklı yapılardan meydana gelen derinin alt kısmında yağdan oluşan bir katman vardır. Bu yağ katmanı ısıya karşı yalıtım görevi görür. Bu tabakanın üstünde deriye esneklik özelliğini veren ve büyük kısmı proteinlerden oluşan başka bir bölüm vardır.
Derimizin 1 cm altını kaldırdığımızda karşılaşacağımız manzara, işte bu yağların ve proteinlerin oluşturduğu, çok çeşitli damarların da bulunduğu estetik olmayan, hatta ürkütücü bile sayılabilecek bir görüntü olacaktır. Deri, bütün bu yapıları kapatıcı özelliği sayesinde hem vücudumuza çok önemli bir estetik katkıda bulunurken, hem de tüm dış etkenlerden korunmamızı sağlar. Derimizi bizim için hayati yapan görevlerinden birkaç tanesini saymak ve bunların üzerinde düşünmek derimizin varlığının ne kadar önemli olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
İnsan derisi vücudun su dengesinin bozulmasını engeller, dayanıklı ve esnektir, kendi kendini yenileyebilir, vücudu zararlı ışınlardan korur, dış dünya ile olan bağlantıyı sağlar, soğuk ya da sıcak havalarda vücut sıcaklığını korur.
Her türlü ihtiyacı karşılayan gelişmiş bir klima ve hassas bir detektör gibi hareket eden insan derisi, hem görsel olarak sağladığı güzellikle hem de insanı koruyan özellikleriyle Allah tarafından yaratılmış bir nimettir. Tek bir özelliği için sayfalar dolusu kitaplar yazılan deri Allah'ın yaratışındaki ihtişamını bize bir kere daha göstermektedir.
Evrimin Açıklayamadığı Bir Konu: Uyum ve Simetri...
Sizin için yerde olanların tümünü
yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip (istiva edip) de onları
yedi gök olarak düzenleyen O'dur. Ve O, herşeyi bilendir.
(Bakara Suresi, 29)
(Bakara Suresi, 29)
İçinde yaşamımızı sürdürdüğümüz dünyada ve
dünyanın yer aldığı evrende çok büyük bir uyum vardır. Pencereden
dışarıya sadece bir göz attığımızda bile bu uyumun pek çok
deliliyle karşılaşırız; gökyüzündeki bulutlar, ağaçlar, çiçekler,
hayvanlar ve bunlara benzer tüm örneklerde kusursuz bir düzen
ve simetri söz konusudur.
Doğaya baktığımızda her bitkinin ya da hayvanın
kendi türüne özgü renk ve desenlere sahip olduğunu görürüz.
Üstelik bu renk ve desenlerin her birinin canlılar için farklı
anlamları vardır; çiftleşme çağrısı, kızgınlık, tehlike uyarısı
ve bunlar gibi pek çok kavram hayvanlar arasında renkler ve
desenler ile anlam kazanır.
Herşeyin kendi kendine gelişen tesadüflerin
sonucunda ortaya çıktığını iddia eden evrim teorisi, doğada
sergilenen sanat, renk çeşitliliği ve uyum karşısında tam
bir çıkmaz içindedir. Evrimcilerin canlılardaki tasarım karşısında
içine düştükleri durumu, teorinin kurucusu olan Charles Darwin
de itiraf etmek zorunda kalmıştır
Darwin canlılardaki renklerin
neden özel anlamlarının olduğunu anlayamadığını şöyle ifade
etmektedir:
Zorlandığım nokta, neden bazı tırtılların
oldukça güzel ve sanatsal bir şekilde renkli olduklarıdır.
Bazıları tehlikelerden korunmak için renklendirilmişlerdir.
Sadece fiziksel şartlar için böylesine parlak renklerinin
olmasını zorlukla anlayabiliyorum... Eğer birisi, erkek kelebekler
cinsiyet seçimi ile güzel bir görünüm almalarına rağmen neden
aynı sebeplerle tırtılları kadar güzel olmadıklarını sorarlarsa
nasıl cevap verirsin? Ben buna cevap veremem…1
Yine Charles Darwin başka bir ifadesinde
kendi teorisi ile ilgili olarak içine düştükleri çelişkiyi
şu şekilde ifade eder:
Parlak renklilik, erkek balıkların kuluçkaya
yatması, parlak dişi kelebekler, bu güzelliğin doğal seleksiyonun
kontrolü altında gerçekleştiğini düşünemiyorum.2
Elbette ki doğadaki renklerin, düzenin ve
simetrinin doğal seleksiyonla oluşması imkansızdır. Bu noktada
evrimin öne sürdüğü "doğal seleksiyon" kavramını incelemekte
yarar vardır: Bilindiği gibi doğal seleksiyon evrim teorisinin
hayali mekanizmalarından bir tanesidir. Buna göre doğadaki
canlılardan ortama en iyi uyum sağlayanlar hayatta kalır,
güçsüz olanlar ve çevre koşullarına uyum sağlayamayanlarsa
elenir. Evrimci iddiaya göre bir canlı için faydalı olan bir
değişim, diğerlerinin arasından seçilerek o canlıda kalıcı
hale gelir ve bu şekilde bir sonraki nesle aktarılır.
Böyle bir mekanizmayla doğadaki canlıların
renklerinin, desenlerinin, desenlerindeki simetrinin oluşması
elbette mümkün değildir. Bu, son derece açık bir gerçektir.
Teorinin kurucusu olmasına rağmen Darwin de hayali doğal seleksiyon
mekanizmasının böyle bir düzeni oluşturamayacağını itiraf
etmek zorunda kalmıştır. Bundan başka J. Hawkes, New York
Times Magazine'de yayınlanan "Nine Tentalizing Mysteries of
Nature" adlı makalesinde doğal seleksiyonun anlamsızlığını
şöyle sorgulamaktadır.
Kuşları, balıkları, çiçekleri vb. göz kamaştırıcı
güzelliği salt doğal seleksiyona borçlu olduğumuza inanmakta
güçlük çekiyorum. Dahası, insan bilinci öyle bir düzeneğin
ürünü olabilir mi? Nasıl olur da uygarlık nimetlerinin yaratıcısı
insan beyni; Sokrates, Leonardo da Vinci, Shakespeare, Newton
ve Einstein gibileri ölümsüzleştiren yaratıcı imgelem (muhayyile),
"yaşam savaşımı" denen orman yasasının bize bir armağanı olsun.3
Evrimcilerin bu itiraflarından da anlaşıldığı
gibi, kendi teorilerinin ne derece çıkmazda olduğunu kendileri
de bilmektedir. Zaten yeryüzünde şimşeklerin çakması, yağmurların
yağması sonucunda tesadüfen meydana gelmiş bir hücrenin, zaman
içinde rengarenk canlılara dönüştüğü iddiası akıl sahibi hiçbir
insanın savunabileceği bir iddia değildir.
Düşünün ki, bir
bilim adamı çıksa ve tek bir hücre, örneğin bir bakteri hücresini
alsa, en uygun laboratuvar şartlarını sağlasa, gereken her
türlü malzemeyi kullansa, milyonlarca yıl (olmaz ama olduğunu
varsayalım) bu hücrenin evrimleşmesi için çaba harcasa, sonunda
ne elde eder? Bir bakteriyi göz alıcı renkleriyle bir tavus
kuşuna, veya üzerindeki kusursuz desenlerle bir leopara, ya
da kadife görünümündeki kırmızı yapraklarıyla bir güle dönüştürebilir
mi? Elbette böyle bir şey akıl sahibi insanlarca ne düşünülebilir,
ne de iddia edilebilir. Ama evrim teorisinin iddiası tam olarak
budur.
Evrimin "Renk" Çıkmazı
Canlıların sahip olduğu renklerin ve renk
değiştirme sistemlerinin doğal seleksiyonla oluşamayacağını
bir örnek üzerinde görelim. Bukalemunları ele alarak düşünelim.
Onlar ortamın renklerine uyum sağlayabilen, bulundukları ortama
göre renk değiştirebilen canlılardır. Yeşil bir yaprağın üzerindeyken
yeşil bir renk alır, kahverengi bir dalın üzerine geçtiğindeyse
derisi çok kısa bir süre içinde kahverengi olur. Renk değiştirme
işleminin nasıl oluştuğunu birlikte düşünelim.
Bir canlının derisinin rengini değiştirmesi,
vücudunda meydana gelen son derece karmaşık işlemler sonucunda
gerçekleşir. Bir insanın kendi rengini ya da başka bir canlının
rengini değiştirmesi mümkün değildir. Çünkü insan vücudunda,
buna uygun sistemler yoktur. Böyle bir sistemi bir insanın
kendi kendine oluşturması da mümkün değildir. Çünkü bu üretilip
yerine takılacak bir teknik alet değildir. Kısacası bir canlının
renginin değişebilmesi için o canlının renk değiştirme mekanizmasıyla
birlikte var olması şarttır.
Yeryüzündeki ilk bukalemunu düşünelim...
Eğer bu canlıda renk değiştirme özelliği olmasaydı neler olurdu?
Öncelikle bukalemun saklanamayacağı için kolay bir av olurdu.
Bundan başka kolay fark edileceği için avlanması da son derece
güçleşirdi. Bu da, başka bir savunma sistemi olmayan bukalemunun
ölmesine ya da aç kalmasına ve bir süre sonra da türünün yok
olmasına neden olurdu. Ama bugün dünyada hala bukalemunların
bulunması, böyle bir olayın gerçekleşmediğinin en önemli delilidir.
O halde bukalemunlar, ilk ortaya çıktıkları andan itibaren
bu kusursuz sisteme sahiptiler.
Evrimciler bukalemunların bu sistemi zaman
içinde geliştirdiklerini iddia ederler. Bu durumda akla bazı
sorular gelecektir. Bukalemun renk değiştirmek için bu kadar
kompleks bir sistem geliştireceğine neden daha basit bir savunma
sistemi geliştirmeyi tercih etmemiştir? Neden bu kadar çok
savunma çeşidi varken renk değiştirmeyi seçmiştir? Renk değiştirmek
için gerekli olan kimyasal işlemlerin oluştuğu mekanizma bukalemunda
nasıl var olmuştur? Böyle bir mekanizmayı bir sürüngenin akletmesi
ve ardından gerekli sistemleri vücudunda oluşturmasına imkan
var mıdır? Ayrıca bir sürüngenin hücrelerindeki DNA'lara renk
değişimi için gerekli bilgiyi kodlaması mümkün müdür?
Elbette böyle bir şey asla mümkün olamaz.
Bu sorulara ve benzerlerine verilen cevaplardan elde edilen
sonuç tektir: Bir canlının kendi rengini değiştirebilecek
kadar kompleks bir sisteme kendi kendine sahip olması mümkün
değildir.
Sadece renk değişimi sistemleri değil, canlılardaki
renk ve desen çeşitliliği de üzerinde önemle durulması gereken
bir konudur. Papağanlardaki canlı renklerin, balıklardaki
renk zenginliğinin, kelebeklerin kanatlarındaki simetrinin,
çiçeklerdeki göz alıcı desenlerin ve diğer canlıların renklerinin
kendi kendine oluşması imkansızdır. Böylesine kusursuz desenler,
canlıların yaşamında çok önemli görevleri olan renk ve şekiller
apaçık bir yaratılışın delilleridir. Çevremizdeki renklerin
oluşumunda üstün bir tasarım olduğu açıkça ortadadır.
Bunu şöyle bir örnekle belirginleştirelim:
Herhangi bir ürün için bir tasarım yaptığımızı ve bu tasarımın
da karelerden oluştuğunu düşünelim. Bu karelerden birini çizebilmek
için bile küçük bir hesaplama yaparak, dört kenarı birbirine
eşit olacak, ayrıca dört açısı da her zaman 90 derece olacak
şekilde bir ayarlama yapmamız gerekir. Kareyi ancak bu ayarlamalardan
sonra çizebiliriz. Görüldüğü gibi tek bir karenin çizimi için
bile bir akıl gereklidir.
Aynı mantığı çevremizdeki canlılara uyarlayarak
düşünelim. Canlılarda tam anlamıyla kusursuz bir uyum, düzen
ve plan vardır. Bir karenin çiziminde akıl gerektiğini anlayabilen
bir kişi, evrendeki düzenin, uyumun, renklerin, şekillerin
ortaya çıkışının da çok üstün bir aklın ürünü olduğunu hemen
anlayacaktır. Bu durumda evren gibi bir sistemin tesadüfen
oluştuğunu iddia etmenin akli ve ilmi yönden hiçbir dayanağı
yoktur. Tüm evren sonsuz güç sahibi Allah tarafından yaratılmıştır.
Allah yarattığı herşeyi en güzel yapandır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)