Evrimcilerin en güvendikleri kaynak olan Nature dergisinin online sayfasında, 13 Şubat 2012 tarihli, Brian Switek imzalı bir yazıda bu çaresizlikleri şöyle ifade edilmektedir:
Hayatın
nasıl başladığı doğanın en kalıcı gizemlerinden biridir. Fosiller ve
biyolojik ipuçlarına bakarak bilim adamları ilk hücrenin yeryüzünde dört
milyar yıl önce ortaya çıktığını tahmin etmektedirler. Ancak ortaya
çıkışlarını tam olarak neyin katalize ettiği konusu anlaşılmaz
kalmıştır.
Hayatın
kökenine dair araştırmalar yapan bilim adamları, yaklaşık 50 yıl önce
ilk başarısız deneyini gerçekleştiren Stanley Miller’dan daha fazla
bilgi edinmiş değiller.
Fizik profesörü ve yazar Paul Davies bu konuya Beşinci Mucize: Hayatın Kökeni ve Anlamı Araştırması adlı kitabında şöyle yer vermektedir:
Bu
kitabı yazmaya başladığımda bilimin hayatın kökeni gizemini çözmeye
yaklaştığına inanmıştım… Fakat bu alanda bir-iki sene araştırma
yaptıktan sonra şu anda anlayışımızda müthiş büyük bir boşluk olduğu
kanaatindeyim... Anlayışımızdaki bu boşluk sadece belli teknik detaylar
hakkındaki cehaletimiz değil; önemli bir kavramsal boşluk. [i]
Colorado
State Üniversitesi’nden hücre biyoloğu Franklin Harold da hayatın
kökeni konusunun “bilimin çözülmemiş gizemlerinden” biri olduğunu
söylemektedir. [ii]
Harvard
Üniversitesi biyologlarından Andy Knoll ise, hayatın kökeninin evrim
teorisi ile açıklanamadığını şöyle kabul etmektedir:
Eğer
Yeryüzündeki yaşamın derin tarihi, kökeni, bugün çevremizde gördüğümüz
biyolojiyi oluşturan aşamalar hakkında bildiklerimizi özetlemeye
çalışırsak, burada net bir görüntümüz olmadığını itiraf etmek
durumundayız sanırım. Yaşamın bu gezegen üzerinde nasıl başladığını
bilmiyoruz. Tam olarak ne zaman ve hangi koşullar altında başladığını
bilmiyoruz. [iii]
Bu
açıklamalar, konuyu gazetelerden veya TV programlarından takip eden
insanları şaşırtmaktadır. Çünkü insanların büyük bir kısmı, hatta bunun
içinde bilim adamları da bulunmaktadır, evrim teorisinin hayatın
kökenine dair bir açıklaması olduğunu zannetmektedir. Hatta haber
programlarında veya gazete köşelerinde fikirlerine yer verilen, evrim
teorisini ateşli bir şekilde savunan bazı “acemi evrimciler”, evrim
teorisinin ilk canlılığın nasıl oluştuğunu açıkladığını iddia etmekte,
hatta bunun örneklerini laboratuvarda her gün gördüklerini söyleyecek
kadar ileri gidebilmektedirler. İşte bu kişiler, hiçbir bilimsel delile
dayanmadan, evrim teorisini körü körüne, ideolojik nedenlerle savunan,
bilim ve akılcılıktan uzak kimselerdir. Oysa evrim teorisinin, cansız
atomların nasıl olup da canlandığına, canlı organizmalara nasıl
dönüştüklerine dair en küçük bir açıklaması yoktur. Evrimciler de bunu
gayet iyi bilmekte, ancak büyük çoğunluğu bu gerçeği itiraf
edememektedir. Özellikle Türkiye’deki evrimciler uğradıkları hezimetin
şiddetiyle, tamamen gerçekten uzak iddialarla teorilerini savunma
gayretine girmektedirler.
Paul
Davies, halkın bu gerçekten neden habersiz olduğunu, bilim adamlarının
evrim teorisinin hayatın kökenini açıklamaktan çok uzak olduğunu neden
ifşa etmediklerini şöyle açıklamaktadır:
Kapalı
kapılar arkasında kafalarının karıştığını açık açık kabul etmelerine
rağmen pek çok araştırmacı halka hayatın kökeninin hala anlaşılamadığını
söylemekten rahatsızlık duyuyor. Bu rahatsızlıklarının iki nedenden
kaynaklandığı görülüyor. Öncelikle bunun dini açıklamalara…. kapı
açtığını hissediyorlar. İkincisi cehaletlerini açık açık kabul ederlerse
ellerindeki fonları kaybedeceklerinden endişeleniyorlar.
Davies’in
de belirttiği gibi, cansız atomların şuursuzca, tesadüfler sonucunda
bir araya gelerek canlılığın en küçük yapıtaşları olan proteinleri dahi
meydana getirmelerinin imkansızlığının farkında olan evrimciler, hayatı
üstün bir Akıl ve İlim sahibi olan Allah’ın yarattığı gerçeğini
gizleyebilmek için yaptıkları araştırmaların başarısızlıklarını
insanlardan saklamaktadırlar.
Darwin de, Türlerin Kökeni
adlı kitabında sözde türlerin birbirlerine nasıl evrimleştiklerine dair
spekülasyonlar üretmiş olmasına rağmen, ilk canlılığın nasıl
başladığına dair spekülasyon dahi üretememiş, hayatın kökeniyle ilgili
bir kitap veya makale yazmamıştır.
Darwin’den
sonra da hiçbir evrimci canlılığın ilk olarak nasıl başladığını, ilk
hücrenin, hatta ilk proteinin dahi tesadüfler sonucunda kendiliğinden
nasıl oluşabildiğine dair bir açıklama getirememiştir.
Günümüzde
evrim teorisinin en önde gelen savunucularından olan Richard Dawkins
dahi, ilk proteinin tesadüfen oluşmasının elbette ki imkansız olduğunu
itiraf ederek, yaşamın uzayda bir yerde, ÜSTÜN BİR AKIL tarafından yaratıldığını söylemektedir.
Bir
bilim adamının, proteinler gibi olağanüstü komplekslikteki bir
Yaratılış harikasını “uzaylıların yaptığı” gibi akıl almaz bir iddiayla
ortaya çıkması, elbette ki Darwinist bilim dünyası açısından içler
acısıdır. Fakat çok daha mantıksız bir iddianın –tesadüflerin-
savunuculuğunu yapmaktansa, canlı varlıkların uzayda üstün bir akıl
tarafından var edildiği iddiasını savunmak, Dawkins’in gözünde de
Darwinizm’in bittiğinin göstergesidir. Zaten eldeki muhteşem Yaratılış
delilleri karşısında hala Darwinizm’i savunuyor olmak aklı başında ve
dürüst bir insan için mümkün değildir.
“İlk canlı organizma çok basitti” iddiası nasıl çürüdü?
Yukarıdaki
satırlarda da bahsettiğimiz gibi, evrimciler, ilk canlılık nasıl oluştu
sorusuna bilimsel bir yanıt veremezler; ilk canlılığın sözde “ilkel”,
“basit” yapılı bakteriler olduğunu söyleyerek, sanki cansız maddelerin
tesadüfler sonucunda bir araya gelip bu sözde ilkel organizmaları
oluşturmalarının çok kolay olduğu izlenimi oluşturmaya çalışırlar.
Ne
var ki, biyokimya, moleküler biyoloji, genetik gibi alanlardaki hızlı
gelişmeler, evrimcilerin bu iddialarının da bilimsel hiçbir tutarlılığı
ve geçerliliği olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Örneğin
bazı bilim adamları, genom araştırmaları kapsamında, yaşam için gereken
minimum gen gerekliliğini hesaplayan çalışmalar yaptılar. Yani bir
organizmanın canlı özelliği kazanması için en az kaç proteine veya hangi
kimyasal süreçlere ihtiyacı olduğunu hesapladılar. Bu araştırmacıların
büyük bir kısmı, kendilerince, ilk canlı organizmanın aslında kompleks
olmasına gerek olmadığını, tesadüfen oluşabilecek kadar “basit”
özelliklere sahip olduğunu göstermeyi umdular. Ne var ki elde ettikleri
sonuçlar bu umutlarını da yok etti. Yaşam için gereken minimum
özelliklerin dahi son derece kompleks ve tesadüfen elde edilemez
olduğunu bir kez daha gördüler.
Söz
konusu bilim adamları öncelikle en az kompleksliğe sahip olduğu bilinen
prokaryot (tek hücreleri) canlılara yöneldiler. Biyokimyacılar, bir
organizmanın genom büyüklüğünü o türün kompleksliğinin ölçümü için
kullanmaktadırlar. (Genom, DNA’nın nükleotid dizileri (harfleri) ile
yazılmış organizmanın tüm kalıtımsal bilgisidir.) Bir organizmanın
genomunda bulunan bilgiler, hücredeki makinaların protein yapmak için
kullandıkları talimatlardır.
Proteinler,
hücrenin hem yapısında hem de tüm işlevlerinde yer alırlar. Bir
organizmada bulunan proteinlerin sayısını ve türünü belirlemek,
biyokimyacılara bu organizmanın yapısı, işlevleri ve dolayısıyla
kompleksliği hakkında önemli bilgiler verir.
Prokaryotlarda
genellikle bir gen bir protein üretir. Bu nedenle prokaryotların
genomunda bulunan genlerin sayısı ve türü, bu organizmada bulunan
proteinlerin sayısını ve türünü bize verir. Ve bu ilişki nedeniyle genom
büyüklüğü, bir prokaryot hücrenin biyolojik kompleksliğinin önemli bir
kriteridir.
Yaşam için gerekli olan minimum komplekslik
Biyokimyacılar,
yaşamın minimum kompleksiliğini anlamak için tespit edilen genom
dizilerine baktılar ve bugüne kadar tespit edilen en az kompleksliğe
sahip organizmanın Pelagibacter ubique adlı bakteri olduğu
belirlendi. Bu bakteri 1354 gen ürününe, yani protein, ribozomal ve
transfer RNA gibi fonksiyonel RNA’lara sahiptir.
Bu
durumda açıkça görülmektedir ki, evrimcilerin sözde en basit
organizmalar dedikleri canlılar dahi son derece komplekstirler. Yani
evrim teorisinin iddia ettiği gibi, cansız maddeler kendi aralarında bir
şekilde organize olup canlılığı oluşturmuş olamazlar. Evrim teorisi tek
bir proteinin dahi nasıl oluştuğunu açıklayamazken, yaklaşık 1350
proteinin oluşup, bir şekilde bir araya gelip ilk canlı organizmayı
oluşturduğunu açıklamak zorundadır. Bunun imkansızdan da öte olduğu son
derece açıktır.
Artık
bilinmektedir ki, yeryüzünde meydana gelen ilk yaşam kimyasal açıdan
son derece kompleksti. Araştırmacılar hayatın en minimal formunda dahi,
hücre içerisinde organize olmuş şaşılacak sayıda protein bulunduğunu
keşfetmiş oldular.
Evrim
teorisi tek bir proteinin daha nasıl oluştuğunu açıklayamazken, “ilkel”
olduğunu iddia ettiği ilk tek hücreli canlıda bulunan yüzlerce
proteinin nasıl var olduğunu ve bir araya gelerek kusursuz bir sistemi
nasıl tesadüfler sonucunda oluşturabildiğini kesinlikle açıklayamaz.
Kaldıki yaşam tarihi incelendiğinde en küçük genoma sahip olan Pelagibacter ubique’in
yaratılmış ilk canlı olmadığını yaşama ilk başlayanların bakteriler
aleminin en kompleks üyesi olarak nitelendirilen siyanobakteriler olduğu
görülmektedir. Zira hayat kaynağımız oksijen ve bitkilerdeki azotun
tedarikçisi olan bu bakteriler, yaşam çevriminin ilk basamağını
oluşturmaktadırlar.
Evrim
teorisinin içinde bulunduğu bu son derece açık açmazı daha da iyi
anlamak için, tek bir protein molekülünün oluşması için hücre içinde
gerçekleşen olaylar zincirini hatırlatmakta fayda vardır. Proteinleri
proteinlere ürettiren bu muhteşem sistemin, sonsuz bir ilim ve akıl
sahibi olan Yüce Allah tarafından yaratıldığı son derece açıktır.