A9 TV Canlı Yayın

30 Eylül 2010 Perşembe

En Ekonomik Kütüphane


Bilgisayar dünyasındaki gelişmelerin en önemlisi kuşkusuz internettir. İnternet, bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin birleşmesiyle, geçtiğimiz yüzyılın sonlarında ortaya çıktı. İnternet (International Network) yani "Uluslararası Ağ" dünyanın pek çok ülkesinde bulunan değişik boyutlardaki bilgisayar ağlarını birbirine bağlayan ağdır. Bu ağ sayesinde bilgiler paylaşılabilir, programlar ortak kullanılabilir hale gelmiştir.

İnternet, ulaşılmak istenen bilgiye kolay, ekonomik ve çabuk erişim olanağı sağlar. Çünkü İnternet, bir iletişim ve bilgi paylaşım ortamıdır. Bilgiyi yayma, insanlara çabuk ve güvenli bir şekilde ulaştırma noktasında, matbaanın bulunuşundan bu yana ortaya çıkan en önemli icattır.

İnternetin ortaya çıkışıyla, dünyanın değişik bölgelerindeki insanların birbiriyle iletişim kurması mümkün olmuş, bütün dünyayı saran bu ağın getirdiği değişimler, tüm toplumlara yansımıştır. İnternet yoluyla bilgiye kolayca ulaşılabilmesi, birçok alanda yeni buluşları da beraberinde getirecektir.

İnterneti Yaratan Allah'tır

İnternet, günümüzde günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Burada unutulmaması gereken en önemli nokta, insanlık için böylesine önemli bir gelişmeyi Rabbimiz'in, kader planı dahilinde ve bir hikmetle yaratmış olduğudur. Allah, canlı cansız tüm varlıkları OL ' emriyle yarattığı gibi, interneti de yaratmış ve insanların hizmetine sunmuştur.

İnsan, bilim yoluyla keşfedilen veya icat olunan teknolojik aletleri ve sistemleri de Allah'ın yarattığını bilmeli ve bunlar için Rabbimiz'e şükretmelidir. Çünkü sebepleri de, sonuçları da yaratan Allah'tır. İnsana bir icadı yapması için sağlık ve zeka veren, onu bilgilendiren, teknolojik aletlerle destekleyen üstün güç sahibi olan Allah'tır. O halde herşeyin yaratıcısı olan Rabbimiz'e, interneti de hizmetimize verdiği için şükretmeli ve bu nimetin hakkını O'nun rızasını kazanmak için kullanarak vermeliyiz.


İnternet Kuran Ahlakını Dünyaya Anlatmak İçin Bir Nimettir
Peygamberler dini tebliğ etmek için o dönemin bütün imkanlarını kullanmışlardır. İslamiyet o dönemin günümüze nazaran son derece kısıtlı imkanlarıyla, kısa zamanda çok geniş alanlara yayılmıştır. O dönemde uzak beldelere mesaj ulaştırmak, ancak elçiler vasıtasıyla oralara mektuplar gönderilmesiyle mümkün olabilmiştir. Günümüzde ise internet yoluyla dünyanın bir ucundan diğer ucuna, saniyelerle ölçülen sürelerle bilgi gönderilebilmektedir. İnternet sadece yazıların değil, kitapların, resimlerin veya filmlerin de çok kısa sürede kilometrelerce uzaklıktaki başka bir yerden okunmasını veya izlenmesini mümkün kılmaktadır. Kuran ahlakından haberi olmayan milyonlarca insan, internetle, iman etmelerine vesile olacak bilgilere hızlı, kolay ve zahmetsizce erişebilme imkanına kavuşmuştur.

İnternet, dünyaya Allah'ın mesajının ulaştırılması ve Kuran ahlakının öğretilmesi için büyük bir fırsattır. Bu yüzden, internetin müminler tarafından etkin bir şekilde kullanılmasının önemi çok büyüktür.

Müslümanın sorumluluğu, Allah'ın ona yüklediği sorumluluklar çerçevesindedir. Ahirette, verilen her nimetin hesabı sorulacaktır, hayatlarını Kur'an ahlakını yaşamaya ve bu ahlakı yerleştirmeye adamış, samimi müminler internet gibi büyük bir nimetten de imkanları dahilinde ise istifade ederler. Çünkü açıktır ki internet, Kuran ahlakının tebliğ edilmesinde ve yaygınlaştırılmasında, en çabuk, en etkili ve en ekonomik yöntemlerden biridir.

Kuran'da İnternete İşaretler

Kuran'da anlatılan bir kıssada, internete yönelik bazı işaretler olabilir. (En doğrusunu Allah bilir) Allah Kuran'daki Hz. Süleyman kıssasında, Hz. Süleyman'ın emrindeki bir cinin göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre içinde Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtını getirdiğinden bahseder. Bu hadise, çok kısa bir an içinde, çok uzak bir yerden maddi bir varlığın getirilmesinin mümkün olduğunu bize göstermektedir. Günümüzde internet yoluyla, göz açıp kapayıncaya kadar bilgi (yazı, resim, film) nakli yapılması mümkün olmaktadır. Yine telefon yoluyla ses nakli, televizyon yoluyla da görüntü nakli yapılabilmektedir. Kur'an'da böyle bir konudan bahsedilmesi, ileride madde naklinin gerçekleştirilebileceğine işaret ediyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde bildirdiği üzere ahir zamanda Kuran ahlakı yaygınlaşacaktır. İnternetin bu kutlu dönemdeki katkısının çok büyük olacağı kuvvetle muhtemeldir.

Allah bir ayetinde, Kendi rızasına uyanları doğru yola ileteceğinden şöyle bahsetmektedir:

"Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir." (Maide Suresi, 16)

İlginç Bitkiler



İbrik Bitkisinin Tasarım Harikası Tuzağı

Endonezya ormanlarında yaşayan Nepenthes alata isimli etobur ibrik bitkisi, çevresinde gezinen böcekler için merak uyandırıcı, ama tehlikeli bir keşif kaynağıdır. Bitki, ibriğinin ağzına konan böcekleri, son derece kaygan dokusu sayesinde doğrudan midesine indirebilmektedir. New Phytologist dergisinde yayınlanan araştırmalarında Laurence Gaume ve çalışma arkadaşları bitkinin böcek yakalama yeteneğini test ettiler. (New Phytologist, 156, 479489; 2002)

Araştırmacılar, bu çalışmalarında uçma yeteneği olmayan bir tür meyve sineği ile karıncaları kullandılar. Bu iki canlı normalde yüzeylere çok etkili bir şekilde yapıştıkları halde bitkinin iç duvarında tutunmayı başaramadılar. Böcekler anında kayarak aşağı, bitkinin sindirim sıvısının bulunduğu bölüme düşerek bitkiye yiyecek oldular.

Bitkinin yüzeyini elektron mikroskobu altında inceleyen bilim adamları, iç duvarların balmumu benzeri bir maddeyle kaplı olduğunu keşfettiler. Normalde en pürüzsüz yüzeylere bile kolaylıkla yapışabilen sineklerin bu balmumu malzemesinde tutunamamasının sırrının ise malzemenin kırılganlığında gizli olduğu ortaya çıktı. Meyve sineği veya karınca ilk başta sağlam bir yüzey gibi görünen balmumu duvara kondukları anda ayaklarının altındaki bölge mikroskobik parçacıklar halinde dökülüyor ve böylece ayağın yüzeyle temasını kesiyordu. (Harun Yahya, Bitkilerdeki Yaratılış Mucizesi)

Şuuru ve karar verme yeteneği olmayan bir bitkinin benzerlerinden farklı olarak etobur olmaya karar vermesi bunun için de ibrik şekline girebilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde sineklerin ayaklarındaki yapışkan sistemi inceleyip onları kendi içine düşürecek malzemeyi tasarlayabilmesi ve böceğin tam düşeceği yerde sindirim sıvısı üretebilmesi de mümkün değildir.

İbrik bitkisinin kendisine yaklaşan canlıları ustaca yakalayabilmesi ve bunları yakalamak için sahip olduğu muhteşem tasarım, sonsuz güç sahibi Rabbimiz'in üstün yaratışının göstergelerinden sadece bir tanesidir.

"Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır." (Bakara Suresi, 164)

İstilacı Bitkinin Sırrı

Bahar ve yaz aylarında geniş düzlükleri kaplayan istilacı bitkiler görürüz. Bu bitkiler, toprağın altından çıkan ordular gibi son derece hızlı ürer ve önlerine çıkan rakip bitkileri ortadan kaldırarak ilerlerler.

Bunların en çok bilinenlerinden birisi Centaurea nigra adı verilen bir türdür. Bu bitki, yaşam alanı olan Kuzey Amerika'da milyonlarca hektar araziyi kaplar.

Centaurea nigra'nın karşısına çıkan bitkileri yok ederek ilerlemesi yani istilacı gücü, donatıldığı kimyasal silahlardan ileri gelmektedir. C. Nigra ürettiği catechrin isimli kimyasaldan iki farklı formül elde eder ve bunlardan catechrin eksi isimli kimyasalı bitkileri, catechin artıyı ise topraktaki bakterileri yok etmek için kullanır. Bitkideki bu kimyasalları keşfeden Colorado Eyalet Üniversitesi Biyoteknoloji bölümünden Doç. Dr. Jorge Vivanco, bitkiden elde ettiği catechin eksi kimyasalını spreyle, birkaç çeşit yabani ot ve tahıl bitkisi üzerine püskürttü. Bu işlem sonunda bitkideki kimyasalın, çok kuvvetli ve zehirli bir bitki öldürücü olan 2,4 D ' kadar etkili olduğu ortaya çıktı. Ancak, aynı zamanda Vivanco'nun elde ettiği zehirli spreyin kullanışlı olmadığı da ortaya çıkmıştı. Çünkü Centaurea nigra normalde bu kimyasalı kökleri vasıtasıyla toprağa salarak çevresindeki bitkileri saf dışı bırakıyordu. Ancak Vivanco'nun yaptığı gibi, spreyle püskürtme bitkinin kendi yaprak dokusunu da öldürdü.

Bu istilacı bitkinin diğer etkili silahı, catechin artı da kökler yoluyla salgılanıyor. Bu silahın hedefi ise toprakta yaşayan ve bitkiye zararlı olabilecek bakteriler. Catechin artı, bu bakterilere karşı son derece etkili bir antibiyotik olarak görev yapıyor. Yani bu silah, catechin eksi'nin aksine saldırıda değil, savunmada kullanılıyor. Vivanco, bitkiyle ilgili şu yorumu yapıyor: "Anlaşılan o ki, catechin eksi diğer bitkilere karşı bir saldırı bileşiği; artı ise bakterilere karşı bir savunma bileşiği olarak görev yapıyor. Bitkinin istilacı karakteri buna dayanıyor. Kendisini mikroplara karşı savunmada ve diğer bitkileri yenmede çok başarılı." (www.whyfiles.org)

Vivanco'nun çalışmalarıyla ortaya çıkarılan bu kimyasallar araştırmacılara etkili zehirler üretmede ilham kaynağı da oluyor. Dr. Vivanco'nun araştırmalarına dayanılarak hazırlanan zehirler, yakın zamanda kullanılmak üzere birçok kimya firması tarafından üretim listesine alındı.

Tüm bu kimyasal işlemleri, savunma ve saldırı sistemlerini kimya eğitimi almamış, aklı olmayan bir bitkinin yapamayacağı açıkça ortadadır. Şüphesiz bitkiye bu özellikleri veren, göklerin, yerin ve her ikisinin arasındakilerin yaratıcısı olan Yüce Allah'tır.

Centaurea nigra isimli bitkide ortaya çıkan bu yaratılış gerçeği aslında, incelediğimiz tüm varlıklarda kendini farklı şekillerde göstermektedir.

"O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24)

Daha samimi ve daha çok inanarak dua etmek...


Günün Güzel Sözü: Daha samimi ve daha çok inanarak dua etmek...Allah insana, dilediği her konuda Allah'tan yardım isteme ve dua edebilme imkanı vermiştir. Ve Allah, samimi kullarının dualarına kesin olarak karşılık vereceğini vadetmiştir. İnsan için bu, Allah'ın çok büyük bir lütfu ve nimetidir.

Ancak samimiyette çok büyük bir sır gizlidir. Bir insan bir olayın gerçekleşmesini gerçekten samimi olarak çok isteyebilir ve Allah'a bunu çok fazla isteyerek dua edebilir. Ancak duada aranılan samimiyet bu değildir. Buradaki, insanın sadece o istediği şeye odaklandığı ve onu istemede yaşadığı samimiyettir. Duada asıl gereken samimiyet ise, Allah'a karşı duyulan şiddetli samimiyettir. Allah'ı çok sevmek, Allah'a çok güvenmek, Allah'ın sözlerine ve vaadlerine hiç şüphe duymadan inanmak, Allah'ın sonsuz akıllı olduğunu bilmek ve Allah'ın en güzelini yaratacağından kesin emin olmak...

Bir insan Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz aklını, sonsuz sevgisini, sonsuz şefkat ve merhametini, sonsuz lütufkarlığını, sonsuz affediciliğini ve dilediği an dilediği her şeyi hiç sebepsiz yaratabileceğini gereği gibi takdir edebiliyorsa ve tüm bu gerçeklere olan inancında asla şüpheye yer vermiyorsa, işte ancak o zaman bu kimse samimi dua edebilir.

Toplumda Allah'a gereği gibi inanmayan, fakat şüpheyle de olsa (Allah'ı tenzih ederiz), zaman zaman Allah'ın adını anan pek çok insan vardır. Bu kimseler Allah'a gerçekten inanmadıklarını, Allah'a ibadet etmeyerek ve Kuran ahlakını yaşamayarak açıkça ortaya koyarlar. Ancak dünyadaki şartlar dahilinde bir konuda istedikleri sonucu elde edemeyeceklerini gördüklerinde ya da sıkıntı, zorluk, hastalık gibi sorunlarla karşılaştıklarında Allah'ın ismini anmaya başlarlar. Ancak elbetteki aranılan samimiyet burada yoktur. Bu sadece, içerisinde bulunduklarını düşündükleri açmazdan kurtulmak için, insanların geçici ve yüzeysel olarak Allah'a yönelmeleridir.

Allah Kuran'da bu gibi insanların tavrını çeşitli ayetlerle açıklamıştır. Normal şartlarda Allah'ı hiç düşünmeyen, Allah'ı hiç anmayan; Allah'a şükretmeye, Allah'a ibadet etmeye, Allah'tan korkup sakınmaya hiç gerek duymayan (Allah'ı tenzih ederiz) insanlar, zahiren çaresiz olduklarını hissettikleri anlarda, ‘yalnızca Allah'ın adını anıp, yalnızca Allah'tan yardım dilemektedirler’:

De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: -Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz."

De ki: "Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız."
(Enam Suresi, 63-64)

Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. (İsra Suresi, 67)

Ayetlerde bildirilen insanlar, Allah dualarına karşılık verip üzerlerindeki sıkıntıyı kaldırdığında, hemen imansızlıklarına ya da şirk içerisindeki hayatlarına geri dönerler. Allah'ın yaratmadaki sonsuz gücünü, kullarına olan yakınlığını, sevgisini, şefkatini, koruyup kollamasını çok açık gördükleri halde, yine de samimi olmaz ve gerçek anlamda iman etmezler.

Kimi insanlar da Allah'a iman eder ve gün boyu, Allah'ın bu isimlerinin tecellilerini hayatlarında açıkça görürler. Allah'ın ne kadar büyük lütuf sahibi olduğunu, iman edenlere ne kadar güzel bir hayat sunduğunu, her bir insana ne kadar eşsiz nimet ve rızıklar verdiğini çok açık olarak fark ederler. Ancak yine de dua ederken, bazen bu gerçeklerden gaflete düşer; ‘Allah'ın dualarına kesin olarak icabet edeceğine olan inançlarını’ tam olarak muhafaza edemezler. Olayları Allah'ın sonsuz gücüne göre değil de, dünyadaki şartlara, olayların gelişimine, teknik gerçeklere bakarak değerlendirirler. Kendi akılları doğrultusunda, hayat ve yaşanacak olaylar hakkında kesin teşhislerde bulunur ve kendilerine göre belirli çıkarımlar yaparlar. Örneğin ‘2+2 toplanırsa, kesin olarak 4 eder; ve bu iki rakamdan bunun dışında da bir sonuç çıkması mümkün değildir’ gibi teknik teşhislerde bulunurlar. Ve bu teknik gerçeklere olan inançlarını dualarına da yansıtırlar. Allah'tan bir şey isterken, gerçekte dünya şartlarında bunun mümkün olmayacağına dair neredeyse kesin bir inanç içerisindedirler.

(Allah'ı tenzih ederiz) Bu inançtaki insanlar Allah'a, ‘Ya olursa’ mantığıyla dua etmektedirler. ‘Ben bu olayların nasıl gelişeceğini biliyorum, sonuç kesin şu şekilde olur, ama ben yine de belki aksi olur diye dua edeyim’ gibi bir anlayışla Allah'a yönelmektedirler. Bu düşünceleriyle, aslında kendi teşhislerinin gerçekleşmesi için dua ettiklerinin farkında değillerdir. Çünkü böyle bir insanın asıl inandığı ve desteklediği fikir, kendi teşhisleridir. İstediği şeylerin gerçekleşmesi için gerekense, bunun tam tersidir. Allah'a çok kesin olarak güvenerek ve Allah'ın istediği herşeyi yaratabileceğine çok fazla inanarak dua etmek...

Samimi imanın ve samimi duanın en önemli şartlarından biri, insanın kendine ait, dünya hayatının görünen yüzüne aldanarak yaptığı teşhislerini kafasından atmasıdır.Allah'ın sonsuz aklının yanında, kendisinin çok sınırlı ve yüzeysel bir akla sahip olduğunu bilmesidir. Ve Allah'ın dilediğini yaratmadaki sonsuz gücünün yanında, kendi acizliğini görmesidir. Olayların dıştan görünen yüzüyle, bunların ardında gizlenen gerçeklerin aynı olmadığını ve bunları ancak Allah'ın bilebileceğini kavramasıdır. Teknik gerçeklere bakarak yaptığı teşhislerin çoğu zaman aldatıcı olabileceğini, Allah'ın gücünün tüm bunların üstünde olduğunu anlamasıdır. Bir insan kalbinde Allah'a karşı derin bir sevgi, güven ve teslimiyet yaşıyorsa, Allah'ın bu insan için, her olayı olabilecek en güzel en hayırlı şekilde sonuçlandıracağını unutmamasıdır. Allah'ın, sıkıntı ve ihtiyaç içerisinde olan samimi bir kulunu, mutlaka rahmetiyle kuşatacağından emin olmasıdır.

Allah Kuran'da, dilediği takdirde herşeyin mümkün olabileceğini insanlara çok açık olarak göstermektedir.Allah en zor anlarda; hiçbir çıkış yolunun olmadığına dair çok net deliller oluştuğu olaylarda dahi, hiç beklemedikleri yerlerden kullarına yardımını ulaştırmaktadır. Allah dilediğinde çok az bir topluluğu, çok fazla sayıdaki insanlara galip getirmektedir. Firavun'un askerleriyle denizin suları arasında sıkışıp kalan İsrailoğullarına ve Hz. Musa (a.s.)'a Allah hiç ummadıkları şekilde bir kurtuluş yolu açmaktadır. Yaşı ilerlediği ve hanımı da doğuma elverişli bir yaşta olmadığı halde, Allah peygamberinin soyunu sürdürecek bir çocuk vermektedir. Allah bir balığın karnındaki peygamberine oradan çıkıp kurtulma imkanı yaratmaktadır. Allah, kimsenin göremeyeceği bir kuyunun dibine bırakılan peygamberine oradan kurtulacak bir imkan yaratmaktadır. Kuran'da Allah'ın sonsuz yaratma gücüne ve samimi kullarına olan yardımlarına dair daha pek çok haber verilmiştir. Tüm bu örneklerin bir hikmeti de, insanların Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz rahmetini ve dilediğinde insanlara hiç ummadıkları yerlerden yardımını ulaştırabileceğini kavramalarıdır.

Allah, Kendisine gönülden bir samimiyetle inanan; kayıtsız şartsız, hiçbir şüphe duymadan, tam bir teslimiyetle güvenen bir kimsenin bütün dualarına icabet edeceğini Kuran'da şöyle haber vermiştir:

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım.Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin, size icabet edeyim.Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)

Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı?Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz. (Neml Suresi, 62)

Andolsun, Nuh bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik.(Saffat Suresi, 75)

Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez. (A’raf Suresi, 55)

29 Eylül 2010 Çarşamba

Üstün Hafızasıyla Fındıkkıran Kuşu

Şu ana kadar tespit edilmiş, hafızası en güçlü kuş, fındıkkıran kuşudur. Bu kuş, Kuzey Amerika'da büyük kayalık dağların çevresinde ve Büyük Kanyon'da yaşar. Besin maddesi ise çam fıstığıdır. Ancak bu fıstıklar, sadece Eylül ayının birkaç haftasında yenilebilir durumdadırlar. Dolayısıyla, kuşun diğer zamanlar için fıstıkları saklaması gerekmektedir. Bunun için yer belirler. Çam ağaçları ile kuşun fıstıkları saklamak için belirlediği yer arasında kimi zaman 20 km'yi aşan uzaklıklar olabilmektedir. Fındıkkıran kuşu, çamlardan topladığı fıstıkları, saklamak amacıyla belirlediği yerlere gömmeye başlar. Fıstığı tek hamlede sert toprağın içine sokar ve bazen de işaret için üzerine bir taş bırakır. Hareketli geçen 3 hafta boyunca fındıkkıran kuşu sürekli olarak fıstık toplar. Uçtuğu sırada yer şekillerini, uğradığı ağaçları, kaya yamaçlarını mucizevi şekilde hatırlar ve bunları kafasında canlandırdığı haritaya eklediği düşünülmektedir. Fındıkkıran kuşunun, bu kısa ve verimli dönem boyunca Büyük Kanyon'un yüzlerce kilometrelik alanına dağıtarak gömdüğü 100 bin fıstığın yerini ezberlemesi gerekmektedir.

Fındıkkıran kuşu, önündeki aylar boyunca beslenebilmek için ezberlediği haritaya ihtiyaç duyacaktır. Eğer gömdüğü fıstıkların nerede olduğunu hatırlayamazsa hayatta kalamaz. İşaretleri birer fotoğraf şeklinde hatırlaması da zordur, çünkü kar manzarayı değiştirmiştir. Dolayısıyla bıraktığı işaretler de yok olmuştur. Ama bu durum, kuşun kafasını karıştırmaz. Gömdüğü yaklaşık 100 bin fıstığın %90'ını bulur. (
Wikipedia, Clark's Nutcracker)

Bir kuşun, yemesi gereken besinin yılın belli bir döneminde tükeneceğini, bu nedenle hayatta kalması için bunları saklaması gerektiğini bilmesi kuşkusuz imkansızdır. Ona, besin maddesini, kış için belirli yerlere gömmesi gerektiği öğretilmemiştir. 100 bin fıstığı gömdüğü yerleri tek tek aklında tutması gerektiğini bilmesi mümkün değildir. Ancak bu canlı, bunların tümünü mükemmel şekilde yapar. Çünkü yeryüzündeki her varlık gibi o da Allah'ın ilhamıyla hareket eder. Bir yıl boyunca sakladığı binlerce fıstığın yerini hiç zorlanmadan bulabilmesi için ona tüm bunları yapmasını ilham eden, onu yaratıp var eden Allah'ın gözetimine ve yardımına ihtiyacı vardır.

Yarattığı varlıklar üzerinde gözetici olan ve onlara sınırsızca, hesapsızca ve bilinemeyecek yerlerden sürekli olarak rızık veren Allah'ın yaratması gözler önündedir. Küçücük bir kuşta sergilenen bu detay, Allah'ın büyüklüğünü ve Yüceliğini bir kez daha en güzel şekli ile sergilemektedir.

"Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır.O, işitendir, bilendir." (Ankebut Suresi, 60)

28 Eylül 2010 Salı

YENİ FOSİL EVRİM TEORİSİNİ ÇIKMAZA SOKTU



Çad'da bulunan yeni bir kafatası fosili, evrim teorisini savunanları çıkmaza soktu. Darwinist bilim adamları, bu fosilin evrim teorisini kökünden sarstığını itiraf ediyorlar. "Maymundan insana uzanan evrim zinciri" masalı, bir kez daha çökmüş durumda.

Orta Afrika ülkesi Çad'da bulunan yeni bir kafatası fosili, evrim teorisinin insanın kökeni hakkındaki iddialarına yeni bir darbe indirdi. Dünyaca ünlü bilim dergilerinde ve gazetelerde geniş yer verilen bu yeni fosil, Darwinistlerin 150 yıldır ısrarla savundukları "insanın maymun benzeri canlılardan evrimleştiği" iddiasını kökünden sarsmış durumda. Fransız bilim adamı Michel Brunet tarafından keşfedilen fosile Sahelanthropus tchadensis adı verildi.

Ve bu fosil, Darwinizm dünyasını birbirine kattı. Dünyaca ünlü Nature dergisi, fosili duyuran haberinde, "bulunan yeni kafatası, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerimizi tamamen batırabilir" itirafında bulundu. (1)

Harvard Üniversitesi'nden Daniel Lieberman, bu yeni bulgunun "küçük bir nükleer bomba kadar etkili olacağı"nı söyledi. (2)

Bunun nedeni, bulunan sözkonusu fosilin 7 milyon yıl yaşında olmasına rağmen, "insanın en eski atası" olduğu iddia edilen ve 5 milyon yıl yaşındaki Australopithecus türü maymunlardan (evrimcilerin bugüne kadar temel aldıkları kıstaklara göre) daha "insansı" bir yapıya sahip olması.

Evrimciler, 1920'li yıllardan bu yana, söz konusu Australopithecus türü maymunların bazı özelliklerinin insana benzediğini iddia ediyor ve bu nedenle bu soyu tükenmiş canlıları sözde "insanın en ilkel atası" olarak gösteriyorlardı. Bu iddianın geçersizliğini gösteren pek çok delil ortaya çıkmış, örneğin Australopithecusların iddia edildiği gibi dik yürümedikleri, aynen diğer maymunlar gibi eğik bir yürüyüşe sahip oldukları 1990'lı yıllardaki bazı araştırmalarla ortaya çıkmıştı. Yeni bulunan Sahelanthropus tchadensis isimli fosil ise, Australopithecuslardan 2 milyon yıl önce yaşamış bir başka maymun türünün, evrimcilerin kıstaslarına göre daha "insansı" olduğunu gösteriyor. Yani tüm "evrim şeması"nı bozuyor.



Konunun aslı ise şu:

Geçmişte yaşamış ve bugün soyu tükenmiş olan pek çok farklı maymun türü vardır. Bunların bazılarının kafatası veya iskelet yapısı kısmen insanlara benzerlik göstermektedir. Ama bu benzerlikler bu canlıların insanlarla bir ilgisi olduğu anlamına gelmez. Evrimciler ise, bu soyu tükenmiş canlılara ait kafataslarını, teorilerinin gerektirdiği gibi art arda dizerek bir tür 'maymundan insana giden merdiven' oluşturma çabasındadırlar. Ancak bu konudaki araştırmalar derinleştikçe, ortada böyle bir merdiven bulunmadığı, sadece farklı dönemlerde farklı maymun türlerinin yaşadığı anlaşılıyor. Bunun sonucunda ise insanın arkasında hiç bir evrim süreci bulunmadan yeryüzünde bir anda ortaya çıktığı, yani yaratıldığı ortaya çıkıyor."

Washington'daki George Washington Ünivesitesi'nden evrimci antropolog Bernard Wood'un yeni bulunan fosil üzerine yaptığı açıklama ise, bu görüşü doğruluyor:

"Üniversiteye başladığım 1963 yılında, insanın evrimi bir merdiven gibi görülüyordu. Bu merdivenin basamakları, maymundan insana doğru ilerleyen ve her aşaması bir öncekinden daha az maymunsu olan bir seri ara formdan meydana geliyordu... Ama şimdi insanın evrimi (karmakarışık) bir çalıya benziyor... Fosillerin birbirleriyle nasıl bir ilişkisi olduğu ve herhangi birisinin gerçekten insanın atası olup olmadığı hala tartışmalı." (3)

Yeni bulunan maymun fosili konusunda Nature dergisinin editörü ve önde gelen bir paleoantropolog olan Henry Gee'nin yaptığı yorumlar da son derece önemli. Gee, The Guardian gazetesinde yayınlanan yazısında, fosil üzerinde yapılan tartışmalara değiniyor ve şöyle yazıyor:

Sonuç ne olursa olsun, bu kafatası, bir kez daha ve kesin olarak göstermiştir ki, eskiden beri kabul edilen (insanla maymun arasındaki) 'kayıp halka' düşüncesi saçmadır.... Şu an çok açık olarak görülmelidir ki, zaten her zaman için son derece sallantılı olan kayıp halka düşüncesi, artık tamamen geçerliliğini yitirmiştir.

Kısacası sık sık gazetelerde veya dergilerde gördüğümüz "maymundan insana uzanan evrim merdiveni" çizimlerinin hiç bir bilimsel değeri yok. Bunlar sadece evrim teorisine körü körüne inanmış olan çevrelerin propagandası. Bu propaganda yürütülürken, bir taraftan da evrim teorisiyle çelişen bilimsel deliller toplumdan gizleniyor. Amerikalı biyolog Jonathan Wells, Amerika'da büyük bir tartışma başlatan "Evrimin İkonları: Bilim mi Efsane mi, Evrim Hakkında Öğrettiğimiz Pek Çok Şey Neden Yanlış" adlı 2000 yılı basımı kitabında bu propaganda mekanizmasını şöyle özetlemekte:

"Toplumun geneli, insanın kökeni hakkındaki derin belirsizliğe dair bilimsel uzmanların yaptıkları açıklamalardan çok nadiren haberdar edilir. Bunun yerine, şu veya bu kimsenin en son teorisi ile besleniriz ve bize bizzat paleoantropologların bunun üzerinde anlaşamadıkları gerçeği aktarılmaz. Ve tipik olarak, teori mağara adamlarının veya "bol makyajlı" insan atalarının hayali resimleri ile süslenir... Görünen odur ki, bilimin hiç bir alanında bu kadar az bir malzeme üzerine bu kadar fazla bir kurgu yapılmamıştır. " (4)

Ancak artık Darwinizm efsanesi çökmek üzere. Bilim geliştikçe, bir 19. yüzyıl hurafesi olan Darwinizm'in yanlışlığı daha da açık şekilde ortaya çıkıyor. Ve bilim dünyası, en önemli gerçeğin farkına varıyor: İçinde yaşadığımız evreni ve içindeki canlı-cansız tüm varlıkları Allah yaratmıştır.

SABAH GAZETESİ KONUYU NEDEN ÇARPITTI?

Çad'da bulunan yeni kafatasının evrim teorisinin şimdiye kadarki tezlerini çürüttüğü, bu buluşu dünyaya duyuran ünlü bilim dergileri tarafından da itiraf edildi.

Örneğin dünyaca ünlü bilim otoritesi olan İngiliz Nature dergisinin konuyla ilgili başlığının hemen altında şöyle yazıyordu:
"YENİ BULUNAN KAFATASI İNSANIN EVRİMİ HAKKINDAKİ MEVCUT FİKİRLERİMİZİ BATIRABİLİR." (New-found skull could sink our current ideas about human evolution.)

National Geographic News ise haberi şu başlıkla duyuruyordu:
"ÇAD'DA BULUNAN FOSİL İNSANIN KÖKENİNİN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİNİ GEREKTİRİYOR". (Skull Fossil From Chad Forces Rethinking of Human Origins)

CNN.com ise bu kafatasının evrim teorisine "kafa tuttuğunu" şöyle ifade ediyordu:
"ESKİ KAFATASI İNSANIN KÖKENİNE MEYDAN OKUYOR." (Ancient skull challenges human origins)

Diğer ünlü bilimsel kaynaklarda veya önde gelen uluslararası medya kuruluşlarında bu konuda verilen haberlerin hemen hepsinde de, bulunan fosilin evrim teorisi adına çok şaşırtıcı ve beklenmedik olduğu vurgulanıyordu. Bu uluslararası kaynakların hiç birinde, bulunan kafatasının evrim teorisini desteklediği, hatta "kanıtladığı" iddia edilmedi.

Ama ne ilginçtir ki, Türkiye'de bir gazete konuyu büyük ölçüde çarpıtarak yayınladı. Sabah gazetesi, 12 Temmuz 2002 tarihli sayısında, Çad'da bulunan kafatasını "DARWIN'İN EVRİM TEORİSİ İSPATLANDI" gibi son derece gerçek dışı ve yanıltıcı bir başlıkla okuyucularına tanıttı.

Sabah gazetesinin bu konudaki çok önemli bir yanılgısı ise, tartışmalı bir kafatası fosilinden yola çıkarak Darwin'in teorisinin ispatlanabileceğini sanmasıdır. Evrim teorisi daha hayatın nasıl başladığını açıklamaktan yoksundur. Sadece bir hücre değil, hücreyi meydana getiren tek bir proteinin dahi tesadüflerle oluşmasının imkansız olduğu bugün bilinmektedir. Dolayısıyla, tek bir fosilden yola çıkarak, üstelik onu da yanlış ve çarpıtarak yorumlayarak, fosil hakkındaki farklı yorumları gündeme getirmeden "evrim teorisi ispatlandı" demek, sadece Sabah gazetesinin evrim teorisine nasıl körü körüne bağlı olduğunu gösterir.

Umarız gerek Sabah gazetesi gerekse Darwinizm lehinde yayın yapmayı alışkanlık haline getirmiş diğer bazı medya kuruluşları bu tavırlarından vazgeçer ve konuyu daha önyargısız şekilde değerlendirmeye başlarlar. Körü körüne Darwinizm propagandası yapmak, hem de bunun için gerçekleri çarpıtmak, hem basın ilkeleriyle hem de en temel dürüstlük kıstaslarıyla bağdaşmamaktadır çünkü.

SUDAKİ KUSURSUZ YARATILIŞ

Güneş Sistemi'ndeki diğer 63 gök cisminden hiç birinde yaşamın temel şartı olan suyun bulunmadığını biliyor muydunuz? Oysa yeryüzünün büyük bölümü sularla kaplıdır. Okyanuslar ve denizler Dünya yüzeyinin toplam dörtte üçünü meydana getirir. Öte yandan karalarda da sayısız göl ve nehir vardır. Yüksek dağların zirvelerini kaplayan kar ise suyun donmuş halidir. Dünya'daki suyun önemli bir bölümü de gökyüzündedir; bulutların her birinde binlerce, bazen milyonlarca ton su bulunur. Bu suların bir kısmı da zaman zaman damlalar halinde yere iner, yani yağmur olur. Şu an solumakta olduğunuz havanın içinde de mutlaka belirli miktarda su buharı vardır.


Yağmurlar, denizler, nehirler, akarsular, okyanuslar, musluğu açtığınızda akan içilebilir su… İnsanlar suyun varlığına o kadar alışıktırlar ki yeryüzünün büyük bölümünün sularla kaplı olmasının önemini belki de hiç düşünmezler. Oysa su uzayda gerçekten de çok nadir rastlanan bir bileşimdir. Bu nedenle bilinen bütün gök cisimlerinin içinde yalnızca Dünya'da suyun bulunuyor olması, üstelik de bu suların içilebilir nitelikte olması son derece önemli bir konudur.




Sıkıp suyu çıkaran (bulut)lardan 'bardaktan boşanırcasına su' indirdik. Bununla taneler ve bitkiler bitirip-çıkaralım diye. Ve birbirine sarmaş-dolaş bahçeleri de.
(Nebe Suresi, 14-16)






Susuz bir hayatın var olabilmesi mümkün değildir. Su, Allah'ın hayatın temeli olması için özel olarak var ettiği, her türlü fiziksel ve kimyasal özelliği ile hayat için yarattığı bir maddedir. Yeryüzündeki milyonlarca çeşit canlı su sayesinde hayatlarını sürdürür, yaşam için gerekli olan dengeler de suyun varlığı sayesinde devamlılığını korur.


Suyun Şaşırtıcı Özellikleri


Suyun özellikle ısıyla ilgili (termal) özellikleri dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde büyük rol oynar. Bunlardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:


Bilinen tüm sıvılar ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+ 4°C'ye) düşene kadar büzüşür, daha sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buz, aslında "normal" fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer.


Suyun bu özelliği dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı.

Yağmur damlalarının şekli de özel bir tasarım ürünüdür.

Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında, etraftan ısı çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise, dışarıya ısı verilir. Bu, "gizli ısı" olarak bilinen kavramdır. Tüm sıvıların gizli ısıları vardır. Ancak suyun gizli ısısı, bilinen tüm sıvıların en yükseği sayılabilir. Ayrıca suyun "termal kapasitesi", yani suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, bilinen diğer sıvıların çok büyük bölümünden daha yüksektir.


Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması da denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya'da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140°C'ye kadar çıkarken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Karada gece ile gündüz arasındaki fark kurak ortamlarda 20-30°C'ye kadar çıkarken, denizlerde en fazla birkaç derecelik bir ısı farkı olur. Sırf denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az olması, bunun bir sonucudur.


Bundan başka suyun termal iletkenliği, yani ısıyı iletebilme yeteneği de bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Suyun bu özelliği de çok önemli bir işlev görmektedir. Buz, havadaki soğuğu, altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava -50°C'yi bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası 1-2 metreyi geçmez. Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler.


Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı. Okyanusların varlığını düşünelim. Okyanuslar güneş ışınlarını karadan daha az yansıtır, böylece karalardan daha fazla güneş enerjisi alır, ama bu ısıyı kendi içinde karalara göre daha dengeli biçimde dağıtır. Bu sayede okyanuslar daha sıcak olan ekvator bölgelerini serinleterek aşırı sıcak olmalarını, kutup bölgelerinin soğuk sularını da ısıtarak aşırı soğuk olmalarını ve bunun sonucunda da tamamen donmalarını engeller. Eğer böyle olmasa ne olurdu?


Su "Normal" Davransaydı Ne Olurdu?


Su "normal" davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu?


Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alltan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya'daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile, dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya'nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su "normal" davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı.


Suyun neden "normal" davranmadığı, yani 4°C'ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur.


Burada yalnızca birkaç tane örneği verilmiş olan suyun özellikleri, bu sıvının insan yaşamı için özel olarak yaratılmış olduğunu göstermektedir. Başka hiçbir gezegende böyle bir su kütlesinin olmaması, bunun sadece Dünya üzerinde bulunması elbette ki bir tesadüf değildir. İnsan yaşamı için özel olarak yaratılmış olan Dünya, yine özel olarak yaratılmış olan suyla canlandırılmıştır. Tüm canlılar için büyük bir nimet olarak suyu yaratan Allah'tır. Allah Vakıa Suresi'nde şöyle buyurmaktadır:


Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 68-70)

27 Eylül 2010 Pazartesi

Baraj Mühendisi Kunduzlar

Nehirlerin kontrol altına alınması çağlar boyunca insanların incelediği önemli konulardan biri olmuştur. Bunun için büyük çaba sarf edilmiş, özel yapım teknikleri geliştirilmiştir. Bilinç sahibi olmayan kunduzların da adeta bir mimar gibi hesaplar yaparak kendilerine kusursuz yuvalar inşa etmeleri, hayvanlar dünyasında rastlanılan en düşündürücü örneklerden biridir.

Baraj inşa etmek gerçekten zor bir iştir. Örneğin Fırat Nehri üzerindeki Atatürk Barajı ' nın yapımı dokuz yıl sürmüş ve bu süre içinde tam 9 bin işçinin aynı anda çalıştığı günler olmuştur. Böylesine ciddi bir organizasyon gerektiren baraj inşaatına hayvanlar aleminde de rastlanıldığını biliyor muydunuz?

Kunduzlar, yuvalarını durgun bir göletin içinde yaparlar. Ancak bu göletin özelliği, kunduzların yaptığı bir barajla suni olarak oluşturulmuş olmasıdır. Kunduzlar, suyun önünü kesmek ve durgun bir gölet oluşturabilmek için ilk olarak kalın dalları dere yatağının içine iterler. Ardından daha ince dalları, daha ağır olanların üzerine yığarlar. Ama karşılarına çıkan bir sorun vardır; akan su bu kitleyi alıp götürebilir. Eğer baraj dere yatağına sağlam bir şekilde kenetlenemezse, su kısa sürede onu tahrip edecektir. Barajın su tarafından dağıtılmaması için yapılacak en akıllıca iş, önce dere yatağına kazıklar çakmak ve barajı bu kazıklar üzerine inşa etmektir. Bu nedenle kunduzlar, barajlarını yaparken ana taşıyıcı olarak büyük kazıklar kullanırlar. Ama bu kazıkları dere yatağına çakmakla uğraşmazlar, kullanacakları parçaları taşlarla ağırlaştırarak su içinde sabitlerler.

Kunduzlar, en son olarak yığdıkları dalları, kil ve ölü yapraklardan yaptıkları özel bir harçla birbirlerine yapıştırırlar. Bu harç su geçirmez ve suyun aşındırıcı gücüne karşı çok dayanıklıdır. Birkaç aylık çalışmanın sonunda setin arkasında bir baraj göleti oluşur. Ancak gölet büyüdükçe barajı da sağlamlaştırmaları ve bir yandan da çatlakları onarmaları gerekir. Bunun için ağaçların aralarını çamurla doldurur ve seti çalılarla takviye ederler.

Kunduzların Barajları İçbükeydir

Bir baraj inşaatında çalışan mühendisler; plan proje yaparlar; mühendislerin yaptığı projenin hayata geçmesi için de inşaat işçileri bedenen çalışırlar. Oysa kunduzlar kendi barajlarının hem işçisi, hem de mühendisidirler. Bu iş için çok uygun bir plan dahilinde çalışırlar.

Kunduzların yaptığı barajların şekli içbükeydir. Yani içe doğru bükülmüş bir yay şeklindedir. Bütün kunduzlar barajlarını içbükey olarak yaparlar. Bunu yaparkenki amaçları da barajın, suyun önünü 45
o' lik bir açıyla kesmesini sağlamaktır. Yani barajı, dalları suyun önüne rastgele atarak değil. Tamamen planlı bir şekilde koyarak inşa ederler. Burada dikkat çekici olan günümüz hidroelektrik santrallerinin tümünün bu açıyla inşa edilmesidir. Kunduzlar, bunun yanı sıra, suyun önünü tamamen kesmek gibi bir hata da yapmazlar. Barajı istedikleri yükseklikte su tutabilecek şekilde inşa eder, fazla suyun akması için özel kanallar bırakırlar. Bu üstün akıl elbette ki kunduzların kendisine ait değildir. Bu canlılar Yüce Allah'ın ilhamıyla hareket etmektedirler. İşin dikkat çekici yanı insanların barajların bu şekilde yapılması gerektiğini, uzun hesaplar, karmaşık denklemler sonunda öğrenmiş olmalarıdır. Kunduzlarsa mühendislik eğitimi almaya gerek duymadan bu zor işleri başarmaktadırlar. Çünkü onları sonsuz ilim sahibi olan Allah bu bilgiyle beraber yaratmıştır.

Anatomik Yapıları Bu İşe Uygundur

Bir kunduz bir sene içinde 200'e yakın ağacı devirebilir. Üstelik bu işlemlerin hepsini de dişleriyle yapar. Zaman içinde dişleri aşınır ve bazen de kırılır. Ancak bu kunduzlar için bir engel oluşturmaz çünkü kesici ön dişleri çok kısa bir sürede tekrar uzar. Ama sadece ön dişleri uzar, eğer bu iş için kullandıkları arka dişleri de uzasaydı ağız yapıları bozulur, dişlerini kullanamaz hale gelirlerdi.

Kunduzların baraj inşaatını yapabilmek için ayrıca iyi birer yüzücü olmaları da gerekmektedir. Nitekim vücutlarının anatomik yapısı da buna çok uygundur. Perdeli ayakları ve bir palete benzeyen kuyrukları, suyu kolayca itmelerini sağlar. Kunduzların suyun içinde rahat hareket etmelerini sağlayan bir başka özellikse gözlerindeki özel tasarımdır. Gözlerinde yarı saydam özellikte ikinci bir göz kapağı vardır. Bu da onları suyun etkisinden korur. Üstelik kulakları ve burun delikleri de suyun içeri girmesini engelleyecek şekilde kapanarak korunur.

Kunduzlardaki Akıllı Davranışın Kaynağı

Kunduzlar baraj inşa etmeyi de, böyle bir yuva yapmayı da doğduklarından andan itibaren bilirler. Elbette ki bu kendiliğinden olmuş bir şey değildir. Daha doğmadan bütün bunlar onlara öğretilmiştir. Bu yüzden işlerini bu kadar iyi yaparlar. (Harun Yahya,
Doğadaki Mühendislik)

Şimdiye kadar yaşamış bütün kunduzlara ve elbette ki diğer hayvanlara da yapmaları gereken şeyleri ilham eden Rabbimiz benzersiz bir akıl ve merhamet sahibidir. Allah herşeye güç yetirendir ve tüm canlıları yaratandır.

"Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir." (Nur Suresi, 45)

24 Eylül 2010 Cuma

Çiftçilik Yapan Arılar

Schwarzula adı verilen bir arı türü yaklaşık 1 cm. boyundadır. Ağaçlarda yaşar ve güve tırtıllarının boşalttığı küçük oyuklara yuva yapar. Yuvasını bir başka canlıyla ortak kullanır. Her Schwarzula yuvasında yaklaşık 200 yaprak biti yaşar. Cryptostigma adındaki bu bitler, ağaçların özsuyunu emerek yaşarlar. Besinlerden elde ettikleri şekerin kullanmadıkları fazla kısımlarını bir tür salgı halinde vücutlarından atarlar. Arılar bu son derece besleyici özellikteki salgıyı emerek beslenir, fazlasını da depolayabilmek için bala çevirirler. Ayrıca bu şekilde bitlerin kendi atıklarında boğulmalarını engellemiş olurlar.

Araştırmayı yapan Camargo, Arı kendi yuvasında devamlı ve yüklü miktarda karbonhidrat stoklarına sahiptir demektedir. Ayrıca Brezilyalı bilim adamı, Arılar bunun karşılığında bitlere sağlık hizmetleri ve koruma sağlıyorlar diye eklemektedir. (Camargo, J. F. & Pedro, S. R. M. Mutualistic association between a tiny Amazonian stingless bee and a wax-producing scale insect. Biotropica, no.34. vol.3, 2002.)

Arı Neden Yaprak Bitinin Sağlığı İle İlgilenir?

Bitlerde oluşacak en küçük bir salgın hastalığın tüm arı yuvasını tehlikeye sokacağı açıktır. Ancak arılar ortamın hijyenini ayarlamayı başarırlar ve bitlerden son derece sağlıklı bir ortamda malzeme elde edilmiş olur.

Bitin arıya sağladığı malzemeler beslenmenin yanısıra inşaat işçiliğinde de önemli faydalar getirir. Cryptostigma, sırtındaki bir bezden balmumu salgılar. Arılar da bu malzemeyi bitlerin sırtından kazır ve yuvalarının inşaatında kullanırlar.

Schwarzula türü arı normalde kendi balmumunu üretebilmektedir. Ancak bunu ekonomik bir biçimde tüketir ve reçine ya da çamurla birleştirerek kullanır. İngiltere ' deki Sheffield Üniversitesi böcekbilimcilerinden Francis Ratnieks, Balmumu oldukça uygun bir inşaat malzemesi ancak pahalı demektedir. (Nature.com/nsu , Bee farms honey and wax, 28 Ağustos 2002) Schwarzula arısı için ise oda arkadaşı yaprak biti sayesinde böyle bir sorun kalmaz ve arılar çok önemli bir hammaddeyi sağlık hizmeti ve koruma görevi karşılığında hazır halde temin etmiş olurlar. (Harun Yahya, Bal Arısı Mucizesi)

Arıyla bit arasındaki bu ilişki oldukça yoğundur. Bütün arı yuvalarında bitler bulunurken, yuvaların dışında tek bir bite dahi rastlanmaz. İki böcek türü arasındaki ilişki karşılıklı yardımlaşma ilkesine dayanan sosyal özellikte bir ilişkidir. Doğada örneklerine sık rastlanan bu tür ilişkiler simbiyotik ilişkiler olarak adlandırılmaktadır. Bu ilişkileri inceleyen bilim dalına Sosyobiyoloji adı verilir.

İki böcek türü arasında böyle bir ilişkinin varlığı için gerekli tek şart karşılıklı yardımlaşma değildir. Bunun mümkün olabilmesi için, bitin özsuyunu emecek, ondaki besin maddelerinden kendi bedenine aktaracak, fazlasını da arının kullanımına sunacağı birer sindirim ve boşaltım sistemi olması gereklidir. Bu sistemlerin çalışması ise bitin iradesi dışında otomatik olarak devreye girip çıkan sindirim asitleri ve enzimlerine dayanır. Oysa bedenlerindeki bu enzimlerin kimyasal formülü hakkında iki böcek türü de en ufak birşey dahi bilmez.

Nüfus Planlaması

Tüm bunlar üzerinde biraz düşündüğümüzde bir mucizeyle karşı karşıya bulunduğumuzu anlarız.

Bir böcek nüfus planlaması yapabilir mi? Ya da daha verimli bir yaşantı sürmek için yanında işçi çalıştırmayı akledebilir mi?

Öncelikle yuvaya yerleştirilen böceklerin sayısı, alınacak verime ve arıların malzeme ihtiyacına göre ayarlanmış olmalıdır. Hayvancılıkla geçinen bir çiftçi böyle bir ayarlama yapabilir; ahırdaki barınakların sayısı ve yemliklerin durumuna göre yerleştireceği hayvan sayısını hesaplayabilir ancak aynı yeteneği ufacık bir böceğin gösteriyor olması tam anlamıyla bir mucizedir. Bu düşünüldüğünde arının davranışında görülen bilincin kaynağının kendisi olmadığı, bu davranışların arıya ilham edildiği gerçeği ortaya çıkar. Bu bilincin kaynağı olan akıl, arının tüm davranışlarını ona ilham etmektedir. Bu aklın sahibi, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin tümünün Rabbi olan Allah'tır. Tüm canlıların Kendi ilhamıyla hareket ettiklerini Allah Kuran ' da bal arısını örnek vererek şöyle haber verir:

“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.” (Nahl Suresi, 68-69)

Ayrıca bitin salgıladığı fazla maddenin arı için oldukça kritik bir besin maddesi olması da doğadaki muhteşem uyumun göstergelerindendir. Her canlı, mükemmel işleyen sistemin bir halkasıdır ve sahip olduğu özellikler de bu sisteme uygun şekilde yaratılmıştır. Doğadaki canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri, üstelik bunu başarabilecek bir düşünme yeteneğine sahip olmaksızın bunu başarabilmeleri an ve an kontrol edildiklerinin ve her an bir emre itaat ettiklerinin göstergesidir. Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)

"Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için." (Talak Suresi, 12)

21 Eylül 2010 Salı

Kaplumbağaların Göç Planı Nasıl Hatasız İşler?

Beslendikleri alandan üreme alanlarına doğru seyahat eden deniz kaplumbağalarının içinde göç konusunda en dikkat çekici olanı, Güney Amerika’nın Brezilya sahillerinde beslenen yeşil kaplumbağa (chelonia mydas)dır. Her yıl bu kaplumbağaların binlercesi Brezilya sahillerinden Atlantik Okyanusu’ndaki Ascension Adalarına doğru göç ederler. Bu göç yolculuğu yaklaşık 2.300 kilometre kadardır. Ulaştıkları adanın yalnızca 11 km genişliğinde olduğu göz önüne alındığında, kaplumbağaların yön bulma becerisi daha net ortaya çıkmaktadır.

Sekiz Yıl Sonra Üreme Yerine Dönen Kaplumbağa

Deniz kaplumbağalarının hareketlerini incelemek üzere yapılan bir deneyde, işaretlenen bir dişi kaplumbağanın izlediği yollar araştırılmıştır. Güney Queensand’de yuvası olan ve X38756 kodu ile etiketlenen yetişkin bir dişi, yedi yıl sekiz ay boyunca görülmemiş, 1989’da 2.543 km uzaktaki Carpentaria Körfezi’ndeki üreme bölgesinde yakalanmıştır. Sekiz gün sonra da tekrar kendi plajında yumurtlarken bulunmuştur. Hayvanın yumurtalığı üzerinde yapılan inceleme, aradan geçen sekiz yıl boyunca üremenin hiç gerçekleşmediğini göstermektedir.

Bu süre zarfında kaplumbağa minimum 5.100 km seyahat etmiştir. Bu, yumurtladığı günden itibaren sayılırsa, kaplumbağanın üreme yerine geri dönmek için günde 32 kilometre katetmesi demektir. Carpentaria Körfezi’ni geçmek için ilk önce kuzeydoğuya gitmiş, daha sonra Torres Boğazı’nı geçtikten sonra genellikle güneye yönelmiş, seyahati boyunca bir kısmının onun gittiği yönde bir kısmının ise aksi yönde olduğu çok çeşitli akıntılara maruz kalmış olmalıydı. Eğer bu kaplumbağa gelişigüzel dolanarak seyahat etmiş olsaydı, bu kadar çabuk dönüş seyahati yapamazdı. (John Owen, Fantastic Journey, s.138-142)

Bu amaçlı ve hedefi belirlenmiş yolculuk çok önemli bir soruyu akla getirmektedir.

Göç Planı Hatasız Nasıl İşliyor?

Kaplumbağanın üremek için başlattığı göç döngüsünü başarabilmesi için eski seyahatlerindeki deneyimlerinin ve yön bulma bilgilerinin adeta kaplumbağanın hafızasında depolanmış olması gerekmektedir. Bu organizasyondaki mükemmelliğin sebebi olarak kaplumbağanın hafızasını göstermek, şüphesiz ki akla ve mantığa aykırıdır. Bu canlıları sahip oldukları özelliklerle birlikte sonsuz ilim sahibi Yüce Allah yaratmıştır.

Otuz yılı aşkın süredir araştırılmasına rağmen deniz kaplumbağalarının göçleri ve yollarını bulma mekanizmaları hala belirgin değildir. Ayrıca hangi sistemle bunu başardıkları bulunmuş bile olsa, bu sistemi kendilerinin geliştiremeyeceği çok açıktır. Evrendeki her şeyi tasarlayan, evrenin her köşesinde sonsuz aklını tecelli ettiren Yüce Allah’tır. Rabbimiz, Kendi sonsuz ilminden dilediği kadarını dilediğine verir. Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığı Kuran’da şöyle bildirilmektedir:

“Sizin İlahınız yalnızca Allah’tır ki, O’nun dışında İlah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır.” (Taha Suresi, 98)

19 Eylül 2010 Pazar

Çamur Banyosuyla Temizlenen Gergedanlar


İri vücutları bulunan gergedanlar, temizlenebilmek ve derilerini zararlı parazitlerden korumak için çamur kullanan canlılardan biridir. Çoğu zaman düşünülenin aksine, çamur banyosu gergedanın temiz ve sağlıklı kalmasını sağlamaktadır. Örneğin kalın bir çamur tabakası kene ve öteki asalakların deriye yapışmasını önlemektedir. Bunun yanı sıra bu tabaka, gergedanı böcek sinek gibi canlıların ısırıklarından ve Afrika’nın yakıcı güneş ışınlarından da koruma işlevi görmektedir. Ayrıca çamur, bunaltıcı sıcaklarda güneş ışınlarından koruyucu bir etki yaptığı gibi, serinletici dahi olmaktadır.

Gergedanlar vücutlarını çamurla kapladıktan bir süre sonra güneş ışınlarının güçlü etkisiyle çamur kurumaktadır. Ancak bu aşamada da gergedanlar mucizevi bir davranış sergilemektedirler. Gergedanlar üzerlerindeki çamur kuruduktan sonra kendilerini ağaca sürterek derilerinin üzerinde kuruyan çamurun dökülmesini sağlarlar. Çamurun dökülmesiyle birlikte ise gergedanların derisinde daha önceden bulunan ölü böcekler ve ölü deri de sıyrılmaktadır. Gergedanlar çamur banyosunun ardından temiz ve sağlıklı bir deriye kavuşurlar.

Gergedanların derilerindeki parazitlerden kurtulmak için kullandıkları bir diğer yöntem ise kuşlarla yaptıkları iş birliğidir. Kuşlar, gergedanların derilerine gömülen kene türünden parazitleri ayıklarlar. Gergedanlar bu şekilde kuşlara besin sağlayarak hem onlara yaptıkları temizliğin karşılığını vermiş, hem de derilerindeki parazitlerden kurtulmuş olurlar.

Kuşkusuz gergedanların temizlik esnasında sergiledikleri bu akılcı davranışlar, doğadaki tüm canlılar gibi gergedanların da sonsuz ilim sahibi Yüce Rabbimiz’in ilhamı ile hareket ettiklerinin delillerinden yalnızca biridir.

14 Eylül 2010 Salı

Verimli Toprakların Oluşmasında Yanardağların Önemi

Yanardağlardan fışkıran magma yerkürenin derinliklerinden çıktığında çok sıcak kıvamlı bir akışkan halindedir. Yeryüzüne ulaştığında soğuyarak katılaşmaya başlar. Katılaşma sonunda magmanın yapısı başkalaşım geçirerek değişir ve kayaç olarak adlandırılan taşlaşmalar ortaya çıkar. Kayaçlar zamanla rüzgar, yağış, donma ve çözünmenin aşındırma etkisi ile parçalanarak toprak haline dönüşür. Bu topraklar mineral bakımından oldukça zengindir. Bunun en önemli sebebi kayaçlar içinde bulunan ve endüstriyel birer hammadde olan feldspatlar ve mikalardır.

Volkanik püskürmelerin yakınlarında oluşan topraklarda selenyum fazla miktarda bulunur. Besin döngüsü içerisinde topraktan bitkilere, bitkiler aracılığıyla da insan ve hayvanlara geçen selenyum çok önemli bir elementtir. Selenyum eksikliği olan organizmalarda pek çok olumsuz etki görülür: “Büyük ve küçükbaş hayvanlarda kas ağarması hastalığı, karaciğer sirozu, sinir sistemi fonksiyonlarının değişimi, gözün görmemesi (körlük) gibi hastalıklar ortaya çıkar, hayvanların kemiklerinde, tüylerinde değişiklikler meydana gelir, kuşlarda yumurtlama azalması olur.” (Halilova H. Sözüdoğruok S. Selenyum Elementinin Biyojeokimyası, Tarım Ve Köy Dergisi Sayı:134 Temmuz-Ağustos 2000)

Allah'ın volkanik faaliyetlerinin ölçülü gerçekleşmesine izin vermesi, gezegenimizi yaşanır hale getirmektedir. Çünkü yeterli derecede volkanik faaliyetin getirdiği faydanın yanında, kararını aşan ölçülerde meydana gelecek volkanik faaliyetler gezegenimizde yaşamı yok etmekle eşit anlama gelmektedir.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Teknoloji İnsan Kalbindeki Tasarıma Ulaşamıyor

Yeryüzünün en mükemmel pompası, şu anda sol göğsümüzün hemen altında çalışmaktadır. Kalp, benzersiz tasarımı ve durmak bilmeyen atışlarıyla, 1 gün içinde vücudumuzdaki bütün kanın 100 tam devir yapmasını sağlar.

Kalp dış görünüş olarak aşağı-yukarı yumruğunuz büyüklüğünde, etten yapılmış bir pompadır. Ancak kapasitesi düşünüldüğünde, dünyadaki en güçlü, en uzun ömürlü ve en verimli iş makinesi olduğu anlaşılacaktır. Bu nitelendirmenin çok fazla nedeni vardır.

Öncelikle kalbin çalışırken kullandığı güç muazzamdır. Bu güç sayesinde kalp, kanı 3 metre kadar yukarı sıçratabilir. Kalbin kapasitesini şöyle bir örnekle daha da netleştirebiliriz. Kalp, bir saatlik zaman zarfında, orta boy bir arabayı yerden yaklaşık bir metre yukarı kaldırmaya yetecek kadar enerji meydana getirebilir.

Ancak kalbin en önemli özelliği durmak bilmeksizin çalışabilmesidir. Kalp dakikada 70 kere ve her yıl yaklaşık 37 milyon kereden fazla hareket eden bir kastır. Bir insanın ortalama hayatı boyunca ise yaklaşık 2,5 milyar vuruş yapar ve yaklaşık 300 milyon litre kan pompalar. Bu da 10 bin adet petrol tankerini dolduracak sıvı miktarına eşittir. Kalp, uyuduğunuz zaman bile saatte yaklaşık 340 litre kan pompalar. Bir başka deyişle kalbimiz bir arabanın yakıt deposunu saatte 9 kere doldurur. Bedensel hareketler sırasında, örneğin koşarken, temposunu daha da artırır ve saatte yaklaşık 2 bin 270 litre kan pompalar. Kalp, her çarptığında bir miktar kanı, büyük bir güçle vücudun derinliklerine kadar pompalar. Bu kasın gücü konusunda biraz daha fikir edinebilmek için yumruğunuzu saniyede bir kere olmak üzere ne kadar uzun süre sıkabileceğinizi deneyin. Kısa sürede yorulacak ve devam edemeyeceksiniz. Parmaklarınızı ve elinizi hareket ettiren kaslar, birkaç dakika içinde yanmaya ve acı vermeye başlayacaktır. Buna rağmen kalp, bir dakika bile dinlenmeksizin ömür boyu kasılıp gevşemeye devam eder.

Kalbin sahip olduğu üstün özelliklerin farkına varan bilim adamları çözümü bu tasarım harikasını taklit etmekte buluyorlar. Yapay kalp üzerine araştırmalarıyla tanınan Abiomed isimli şirket benzer tasarımlarla kalbin görevini yerine getirebilecek kalpler üretmeye çalışıyor. Ancak kalbin yıllarca başarıyla sergilediği kesintisiz fonksiyonu taklit edemeyeceklerini ifade ediyorlar. Şirketin yeni geliştirdiği yapay kalbin 5 senede yaklaşık 175 milyon kez atması ise çok iyi bir hedef olarak görülüyor.

Son teknoloji ürünü olan bu yapay kalp, insanlardan önce danalarda denenmiş, ancak danalar sadece birkaç ay süre ile hayatta kalabilmişlerdi. Birkaç ufak değişiklikle birlikte yeni kalbin gelecek yıl insanlarda da denenmesi planlanıyor. Duke Üniversitesi ' nde bir biyomühendis olan ve bu konuda yazılmış bir de kitabı bulunan Steven Vogel, araştırmacıların neden insan kalbini taklit etmekte bu kadar zorlandıklarını şöyle açıklıyor:

“Bizim sahip olduğumuz motorlar, güçleri ve etkinlikleri ne olursa olsun, o kadar farklı çalışıyorlar ki. Kalp kası, bizim teknolojik donanımımızda bulunan hiçbir şeye benzemeyen, yumuşak, ıslak, kasılabilen bir makine. İşte bir kalbi bu yüzden taklit edemezsiniz...” (Robert Kunzig, Discover, "The Beat Goes On", January 2000)

Abiomed şirketinin yapay kalbi de gerçek bir kalp gibi 2 karıncıktan oluşuyor. Ancak benzerlik burada sona eriyor. Araştırmayı yöneten Pennsylvania Üniversitesi ' nden biyomühendis Alan Snyder bu farkı Gerçek bir kalpte kas, bir kap gibi görev görüyor ve kendisi kasılıyor ifadeleriyle anlatmaktadır. (Harun Yahya, İnsan Mucizesi)

Yapay Kalbin Çıkmazları

Kendi kendine kasılan bir kalbi nasıl yapacaklarını bilmeyen araştırmacılar, iki karıncığın arasına yerleştirdikleri bir motor sayesinde, her iki karıncığın iç duvarlarını iterek hareket ettiriyorlar. Yapay kalp karın içine yerleştirilen bir pille çalışıyor. Bu pil ise hastanın üzerinde taşıdığı şarj olabilen daha büyük bir pil paketinden radyo dalgaları ile sürekli şarj edilmek zorunda.

Gerçek bir kalbin ise enerji için bir pile ihtiyacı yok, çünkü kalbimiz kendi enerjisini her hücresi içinde kendi başına üretebilen benzersiz bir kas tasarımına sahip. Ayrıca kalbin taklit edilemeyen başka bir özelliği de benzeri olmayan dinamik bir atım hacmine sahip olması. Nitekim dinlenme halinde dakikada 5 litre kan pompalayan bir kalp, egzersiz sırasında bunu dakikada 25–30 litreye kadar artırabiliyor. Abiomed şirketinin yöneticisi olan Kung bu mükemmel tempo değişikliğini Bu henüz hiç bir mekanik cihazın ulaşamayacağı bir şey diyerek nitelendiriyor. Şirketin yaptığı yapay kalp ise en fazla dakikada 10 litre kan pompalayabiliyor ki bu da pek çok faaliyet açısından yetersiz kalmaktadır.

Asıl ulaşılamayan ise, kalbin kendine pompaladığı kan ile beslenmesi ve ihtiyaca göre de güçlenmesi. Böylece bir kalp hiç bakım görmeden 50–60 sene çalışabiliyor. Kalp bölünerek yenilenen canlı bir doku olması nedeniyle kesintisiz çalışma performansını hiçbir zaman kaybetmiyor. Bu da onu taklitlerinden ayıran en büyük özelliklerinden bir başkası. Bilim adamlarının günümüz teknolojisi ile ulaşmayı hayal bile edemediği özelliklere sahip olan kalbimiz, benzersiz tasarımıyla yüce Rabbimizin üstün ilmini bizlere tanıtmaktadır.

“Bana ne oluyor ki, beni Yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz O ' na döndürüleceksiniz. Ben, O ' ndan başka ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.” (Yasin Suresi, 22–23)

11 Eylül 2010 Cumartesi

1500 km Uzaktan Tam İsabet

Kuzey Amerika'nın Batı kıyılarındaki nehirlerde dünyanın en ilginç göçmenlerinden biri yaşar. Bunlar, türlü zorluklara göğüs gererek nehirler ve vadiler aşan somon balıklarıdır. Doğdukları yere ulaşmak için ters yöne, akıntıya karşı yüzerler kimi zaman bulundukları su yüzeyinden 4 metre yukarı sıçrayarak çağlayanları aşarlar. Sonunda hedeflerine ulaşırlar ve yumurtlamak için, doğdukları noktaya tam olarak geri dönmeyi başarırlar.

Milyonlarca yıldır yaşayan tüm somon balıkları, yaklaşık 1300–1500 km ' lik bu zorlu yolculuğu her yıl aynı beceriyle başarmaktadırlar. Peki ama nasıl?

Araştırmalar, somonların bu yolculuğu yerine getirebilmeleri için özel bir duyu sistemiyle yaratıldıklarını göstermektedir. Somonlar okyanuslarda yönlerini bulmak için, dünyanın manyetik alanını algılayan pusulalarla yaratılmışlardır. Bu sayede Pasifiğin dev suları içinde yönlerini hata yapmadan bulurlar.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken asıl nokta, somon balıklarının 1500 km'lik uzaklıktan yola çıkarak yüzlerce nehir yatağı arasında kendi doğdukları akarsu yatağını nasıl bulduklarıdır. Bu başarı, doğal pusuladan çok daha farklı bir sistem gerektirir.

Somon balıklarının bu müthiş yolculuğu nasıl gerçekleştirdiğini anlamak amacıyla Amerika'daki Wisconsin Lake Laboratuvarlarında çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalar sonucunda somonların yönlerini belirlerken koku alma duyularını da kullandıkları ortaya çıkmıştır.

Somonlardaki Koku Alma Sistemleri

Somon balığının iki delikli bir burnu vardır. Su bir delikten girer, diğer delikten çıkar. Bu delikler balığın soluk almasıyla eş zamanlı olarak açılıp kapanacak şekilde tasarlanmıştır. Herhangi bir kokulu madde ihtiva eden su girdiğinde, balığın burnundaki alıcılar kimyasal olarak uyarılır. Bu kimyasal uyarı bir enzim reaksiyonuyla elektrik sinyallerine dönüştürülür ve merkezi sinir sistemine ulaştırılır. Balık bu sayede kokuyu algılar.

Somonların Koku Alma Hissi

Karada yaşayan omurgalı bir canlıda ise koku alma, koku moleküllerinin burundaki mukus tabakasında çözünmesiyle gerçekleşir. Buna karşın balıklarda çözünme gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü koku zaten suyun içinde ve çözünür haldedir. Bu, somon balıkları için büyük bir avantajdır. İşte bu sayede somonlar koku alma hissi çok gelişmiş av köpekleri gibi koku kaynağını rahatlıkla takip edebilirler.

Wisconsin Lake Laboratuvarlarında ilk olarak, balıkların çeşitli kokular arasındaki farklılıkları ne düzeyde algılayabildikleri sorusuna cevap aranmıştır. Bu amaçla özel kanalları olan bir akvaryum tasarlanmış ve her kanala farklı bir bitkinin kokusu şırınga edilmiştir. Deneyde sadece belirli bir kanalı kullanan balıklar ödüllendirilmiş, diğer kanalları kullanan balıklar ise elektrik şokuyla cezalandırılmışlardır. İşlemler 14 ayrı koku kullanılarak tekrarlanmıştır. Deney sonucunda balıkların kısa bir öğrenim sürecinin ardından, her defasında ödüllü kokuyu diğerlerinden ayırabildikleri görülmüştür. Önemli diğer bir bulgu da üzerinde deney yapılan yavru balıkların 3 yıl sonra bile doğru kokuyu hatasız tespit etmeleri olmuştur.

Bilim adamları araştırmanın sonuçlarına dayanarak balıkların insanla kıyaslanamayacak kadar güçlü bir koku alma duyusuna sahip oldukları kanaatine varmışlar ve şu sonuca ulaşmışlardır:

"Her akıntının kendine has bir kokusu vardır. Genç somon denize doğru yaptığı ilk yolculuğu sırasında kokuları tek tek hafızasına almaktadır. Dönüş yolculuğunda da hafızasındaki kokuların yardımıyla doğduğu yeri bulmaktadır." (Animal Engineering, Readings from Scientific American with Introductions by Donald Griffin, The Rockefeller University W. H. Freeman Com., sf.52-55.)

"Her akıntının kendine özgü bir kokusu var mıdır?" sorusunun cevabını verebilmek için de yukarıdaki deney iki ayrı ırmağın suyuyla tekrarlanmıştır. Balıkların bunları da ayırt edebildikleri görülmüştür.

Gerçekten de dünya üzerindeki her akarsuyun kendine özgü bir kimyasal bileşimi vardır. Bu bileşimlerin arasındaki farklar çoğu zaman o kadar küçüktür ki, hemen hiçbir canlı tarafından algılanmaz. Somonlar hariç…

Konuyla ilgili araştırmalar bir adım ileri götürülerek balıkların doğal ortamlarında sürdürülmüştür. Washington'daki Issaquah Nehri'nde, özel olarak burunları tıkanmış balıklar gözlem altına alınmıştır. Bu deneyde de koku alma duyularından yoksun bırakılan somonların şaşırdıkları ve yollarını bulamadıkları görülmüştür.

Bugüne kadar yapılan araştırmaların sonuçları bir gerçeğe işaret etmektedir: Somon balıklarının koku duyusu insanı hayrete düşürecek bir hassasiyete sahiptir. Sadece bu özellik bile evrimcilerin tesadüf iddiaları için büyük bir darbedir.

Evrimciler için açıklanamayan bir diğer soru da bu canlıların neden denizlerdeki zengin beslenme kaynaklarını terk ettikleridir. Yumurtalarını neden o anda bulundukları yere ya da neden denize değil de mutlaka denizden binlerce kilometre içerideki nehir kollarına bıraktıklarıdır. Bu canlılar, acaba neden böylesine zorlu bir mücadelenin içine girmektedirler?

Evrimcilerin iddiaları düşünüldüğünde olması gereken somon balıklarının sadece kendilerini yaşatmaya yetecek davranışlarda bulunmaları örneğin çevrelerinde bol bulunan bir yiyecek kaynağı bulmaları, belli bir yerde üreyerek yaşamalarıdır. Ancak somonlar tam tersine yumurtlamak için kendi hayatlarını tehlikeye atmakta ve müthiş bir enerji harcamaktadırlar. Bunun tek sebebi vardır. Bu canlılar, birçok insanın gözardı ettiği, kimisinin görmek istemediği, kimisinin ise görerek heyecan duyduğu bir gerçeği insanlara hatırlatmak için vardırlar. Bu, Allah'ın her yeri sarıp kuşattığı, tüm gücün Allah'a ait olduğu ve Allah'ın dilediği anda dilediği yerde mucize ve mükemmellikler meydana getirdiğidir.

10 Eylül 2010 Cuma

En Küçük Temizlik Cihazı; Yaprak

Ağaçların yaprakları, havadaki kirletici maddeleri yakalayan mini filtrelere sahiptir. Yaprak üzerinde gözle görülmeyen binlerce tüy ve gözenekler vardır. Gözenekler tanecikler halindeki havayı kirleten maddeleri tutarlar ve sindirilmek üzere bitkinin diğer bölümlerine gönderirler. Yağmur yağınca da bu maddeler su ile toprağa ulaşırlar. Bu çok kalın bir madde değildir. Yaprak üzerindeki bu maddeler sadece bir film kalınlığındadırlar; fakat yeryüzünde milyonlarca yaprak olduğu düşünülürse, yapraklar tarafından tutulan kirli madde miktarının küçümsenemeyecek kadar çok olduğu görülür. Örneğin 100 yaşındaki bir kayın ağacının yaklaşık 500 bin tane yaprağı vardır. Bu yaprakların tuttuğu kir miktar tahminlerin çok ötesindedir. Bir dönüm içindeki çınar ağaçları yaklaşık 3.5 ton, çam ağaçları ise yaklaşık 2.5 ton kirletici maddeyi tutabilirler. Tutulan bu maddeler ilk yağmurla birlikte toprağa geri dönerler. Bir yerleşim alanından 2 km uzaklıkta bulunan bir orman havasının, yerleşim alanının havasına oranla %70 oranında daha az toz parçacıkları içerdiği görülmüştür. Hatta ağaçlar yapraksız oldukları kış dönemlerinde bile havadaki tozları %60 oranında filtre ederler. Ağaçlar mevcut yaprak ağırlıklarının 5-10 katına kadar toz tutabilirler, ağaçlı bir alandaki bakteri oranı ile ağaçsız bir alandaki bakteri miktarları oldukça büyük bir farklılık gösterir. Bunlar son derece önemli rakamlardır. Yapraklarda gerçekleşen olayların hepsi başlı başına birer mucize niteliğindedir. Yeşil bitkilerdeki bu sistemler Alemlerin Rabbi olan Allah'ın kusursuz yaratmasının delillerindendir.

9 Eylül 2010 Perşembe

Tohumdaki Engel Tanımayan Güç: Filizlenme

Küçük bir tohumun, üzerindeki kilolarca ağırlıktaki toprağı nasıl delip geçtiğini hiç düşündünüz mü?

Tohumların çok önemli bir özelliği vardır. Tohumlar ait oldukları bitkinin her dalına, her yaprağına, bu yaprakların sayısına, şekillerinin nasıl olacağına, kabuğunun ne renkte ve hangi kalınlıkta olacağına, besin ve su taşıyan borularının genişliğine, sayısına, bitkinin uzunluğuna, meyve verip vermeyeceğine, verecekse bu meyvelerin tatlarına, kokularına, şekillerine, renklerine dair bütün bilgilere sahiptirler.

Tohumlar tüm bu bilgileri milyonlarca yıldır saklamakta ve sonraki nesillerine eksiksiz olarak aktarmaktadırlar. Bu mucizevi olaya yakından şahit olmak için evlerimizde bulunan sebzeleri, meyveleri ve çiçekleri incelememiz yeterlidir.

Örneğin bir tohumdan karpuzun yetişmesi üzerinde düşünelim. Karpuzun şekeri, hoş kokusu, rengi ve lezzeti bu meyvenin tohumlarında bilgi olarak bulunmaktadır. Ayrıca karpuzun kabuğundaki desenler, kabuğun kalınlığı, üzerindeki mumlu yapı ve karpuz ile ilgili tüm bilgiler karpuz tohumlarında şifrelenmiştir.

Toprağın Yarılması

Başlı başına bir mucize olan tohumun yeryüzüne çıkışı filizlenme ile olur. Filizlenme ufacık bir tohum tanesinin toprağı yarması demektir. Tohumun, üzerindeki ağır toprak kütlesini yararak filiz vermesi, insanın üzerindeki yüzlerce kiloluk bir örtüyü hiç zorlanmadan delip geçmesine benzer. Peki tohumun bu mucizevi kalkışı nasıl gerçekleşir? Ufacık bir tohum toprağı yaracak kuvveti nereden bulur?

Olgunlaşan bir tohum hemen filizlenmez. Tohumun filizlenmesi için uygun sıcaklık, nem ve oksijen gibi pek çok faktörün bir arada bulunması gerekmektedir. Bu şartlar bir araya geldiğinde, uyku halindeki tohum canlanmaya başlar.

Bir tohumun filizlenmesi için öncelikle suya ihtiyacı vardır. Çünkü olgun tohumlardaki metabolizmanın aktif hale gelmesi, yani büyüme işleminin başlayabilmesi için hücrede sulu bir ortamın olması gerekir. Bu ihtiyaç tohumların ıslanması ile karşılanır. Tohumdaki metabolizmanın harekete geçmesi ile birlikte kök ve filiz de büyür ve hücre bölünmesi başlar.

Bu aşamada ise mutlaka oksijene ihtiyaç vardır. Tohum, oksijenli solunumla enerji ve ısı üretimine başlar. Çünkü yeni oluşan bitkinin büyüyebilmesi için enerjiye ihtiyaç vardır. Fakat tohumun henüz kökleri yoktur. Dolayısıyla topraktaki mineralleri alacak durumda değildir. Peki bu durumda tohum, büyümesi için gereken besini nasıl bulmaktadır?

"Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız." (Vakıa Suresi, 63–65)

Tohumun İçindeki Mucizevi Besin Deposu

Henüz kök salmamış olan tohum topraktaki mineralleri alamaz. Herşeyi kusursuzca yaratan Allah, tohumun içine kökleri gelişene kadar onu besleyecek bir besin deposu yerleştirmiştir. Bu besin deposu tohumun bütün ihtiyaçlarını karşılar. Tohumlar bir bitki olarak kendi besinlerini üretir hale gelinceye kadar, bünyelerindeki bu yedek besinleri kullanırlar.

Tohum filizlenmeden önce uyku halindedir. Tohumun uyku halinde kalmasını sağlayan bazı bitki hormonlarıdır. Tohum ıslatıldığında, embriyo hücrelerinde bulunan enzimler faaliyete geçerek yeni bir hormon salgılamaya başlarlar. Bu hormon uyku durumuna son verir ve büyüme enzimleri faaliyete geçer. Tohumun içinde şeker üretilir ve böylece tohumun filizlenmesi için gereken enerji sağlanmış olur.

İnsanlar bir tohumu toprağa attıklarında genellikle bütün bu detaylı gelişmelerden hiç haberdar olmazlar. Birkaç gün sonra o tohumun filizlenmesine ve yavaş yavaş bir bitki haline dönüşmesine doğal bir süreç olarak bakarlar. Oysa bir tohumun filizlenmesi için oldukça hassas işlemlerin büyük bir uyum içerisinde gerçekleşmesi gerekir. Ağırlığı "gram"larla ifade edilebilen bir tohum, üzerindeki kilolarca ağırlıktaki toprağı delerek yukarı çıkarken hiç zorlanmaz. Tohumun tek amacı toprağın üstüne çıkıp ışığa ulaşmaktır. Çimlenmeye başlayan bitkiler incecik gövdeleriyle sanki üzerlerinde toprağın ağırlığı yokmuşçasına rahatlıkla gün ışığına doğru yönelirler. Tohumdan çıkan her uzantı nereye gitmesi gerektiğini bilir. Filizler toprağın üstüne, güneşe doğru ilerlerken, kökler de toprağın derinliklerine doğru yol alarak topraktaki mineralleri toplamaya koyulurlar. (Harun Yahya, Tohum Mucizesi)

Tohumdaki bu bilinçli hareketi sınamak üzere bazı deneyler yapılmıştır. Toprağın altındaki tohumun yüzeye çıkış yolu çeşitli yöntemlerle kapatılarak, gün ışığına ulaşması engellenmeye çalışılmıştır. Deneyler sonucunda ortaya çıkan sonuçlar ise çok şaşırtıcı olmuştur. Tohum ya önüne çıkan her engelin etrafından dolaşacak kadar uzun filizler çıkararak ya da büyüdüğü yerde baskı oluşturarak gün ışığına ulaşmayı başarmıştır. Tohumların filizlenmesi hızlandırılmış görüntü şeklinde izlendiğinde, filizin kararlılığı ve yönünü şaşırmadan güneşe doğru yaptığı hareket çok daha iyi anlaşılmaktadır. Tohumdaki bu kararlılık ve kendisinden beklenmeyecek derecedeki kuvvet, alemleri yaratan, üstün güç sahibi Allah ' ın eseridir.

Çardak Kuşları Neden Yuvalarını Süslerler


Çardak Kuşları Neden Yuvalarını Süslerlerİnsanlar yeni bir eve yerleştiğinde o evi özenle döşemek, kendi tarzlarını yansıtan ve hoşlarına giden bir ortam oluşturmak isterler. Bunun için araştırma yapar, alacakları eşyaları dikkatle seçer ve evdeki dağılımları için denemeler yaparlar. En sonunda kendilerine beğenecekleri ve bakmaktan, yaşamaktan zevk alacakları güzel bir ortam sağlarlar. Çardak kuşu da aynı adımları takip ederek kendine gösterişli bir yuva inşa eder ve burayı özenle dekore eder.

Hemen hemen güvercin büyüklüğünde bir kuş olan çardak kuşları, yaygın olarak Avustralya’da yaşarlar. Nadir bulunmaları nedeniyle araştırma yapmanın son derece zor olduğu bu kuşların kuşkusuz en dikkat çekici özellikleri, erkek kuşların inşa ettiği ve özenle dekorasyonunu yaptıkları yuvalarıdır. Bu küçük kuşun sahip olduğu zevk ve dekore ettikleri dikkat çekici yuvalar, hiç şüphesiz, Yüce Allah’ın üstün aklının eserlerinden sadece biridir.

Her çardak kuşu türünün seçtiği belli bir renk vardır. Ama genellikle parlak mavi renkli cisimleri tercih ederler. Belli bir renkte olması şartıyla sopa, taş, çiçek, tohum ve o renkte olan herhangi bir şeyi süs eşyası olarak kullanırlar.

Yuvalardaki Mükemmel Estetik Anlayışı

Erkek çardak kuşları, yetişkinliğe adım atar atmaz ilk iş olarak kendilerine bir yuva inşa ederler. Bu yuvayı inşa etmeden önce kendilerine en uygun yeri bulmak için uzun süre araştırma yaparlar. Çardak kuşlarının yuvalarına yer seçerken en çok dikkat ettikleri etken, bölgenin güzel bir ışık açısına sahip olmasıdır. Bu küçük kuş özenle dekore edip, süsleyeceği yuvasının en iyi şekilde sunumunu yapmak için en iyi ışık alan bölgeyi seçer ve yuvasını inşa etmeye başlar. Cinsten cinse göre değişen yuvalar, genellikle oval, üçgen, köprülü bir yol şeklinde veya kubbelidir. Yuvasının inşasını tamamlayan erkek çardak kuşu için bundan sonra asıl görev başlar: Evini en göz alıcı, dikkat çekici ve etkileyici şekilde dekore etmek… Bu süreç şöyle gerçekleşir:

Küçük kuş, uzun araştırmalar sonucu çevresinde hoşuna giden tüm objeleri toplar. Bu kuşların yuvalarında kuş tüyleri, çakıl taşları, rengârenk çiçekler, yemişler, değişik formlu yapraklar, kimi zaman etraftan topladıkları bozuk paralar, metal parçalar, alüminyum folyo parçaları, gözlük camları, ipler, kaşıklar ve hatta araba anahtarları bile bulunabilir.

Bulduğu objeleri yuvasına toplayan çardak kuşu daha sonra saatler süren bir dekorasyon sürecine girer. Sürekli eşyaların yerlerini değiştirerek en dikkat çekici ve en güzel düzeni oluşturmaya çabalar. Koleksiyonuna yeni objeler eklediğinde, daha az beğendikleriyle bunları değiştirir.

Sadece dekorasyonla sınırlı kalmayan çardak kuşu bir de üstüne üstlük duvarlarına boya ve sıva yapar. Hatta malzemelerini dahi kendi üretir. Boyayı, saten çardak kuşları çilek ve kömür tozlarını ağızlarında karıştırarak sağlarlar. Ağızlarında çiğnedikleri bir parça ağaç kabuğu ile de dalların oluşturduğu duvarlarına sıva yaparlar.

Eşyalarının yerlerini ezberleyen çardak kuşu, o yuvada yokken herhangi bir eşyasının yerinin değişmesi durumunda bunu hemen fark eder ve eşyayı eski yerine yerleştirir.

Dikkat çekici olan başka bir nokta da bu kuşların yuvalarının hiçbirinin birbirine benzememesidir. Her kuş, yuvasını adeta kendi zevkine göre inşa eder.

Peki, bu küçücük kuş böyle bir yuva yapmayı nereden öğrenmiştir? Çevreden objeler toplayıp bunları bir araya getirip bir bütünlük sağlamayı nasıl bilebilir? Şüphe yoktur ki bir kuş bu kadar çok detayı ve özeni kendi başına düşünemez. Bu özenli yuvayı ona ilham eden, Alemlerin tek Hakimi olan Allah’tır. Yüce Allah bu gerçeği bir Kuran ayetinde şöyle haber vermiştir:

“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah’ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir. “ (Nur Suresi, 41)

Kuşların Süslü Yuvalarını Hazırlamalarının Amacı Nedir?

Çardak kuşları diğer kuşların aksine yuvalarını yaşamak yerine, karşı cinsin ilgisini çekebilmek için inşa ederler. Dişilerine yaptıkları gösterilerinde bazı kuş türlerinin yaptığı gibi tüylerini kabartmak yerine dekorasyon malzemesi olarak kullandıkları “nesneleri” sergiler ve küçük çardaklar kurarlar. Dişi kuşların dikkatini çekebilmek ve en gösterişli yuvayı yapabilmek için adeta birbirleriyle yarışırlar. Yuvasına yaklaşan dişi kuşu fark eden erkek kuş yuvasında dolaşır ve dişi kuşu etkilemek için şarkı söyler. Aynı zamanda çok iyi birer taklitçi olan bu kuşlar, şelale ve insan seslerini birebir taklit edebilir ve bu sayede de dişi kuşun ilgisini çekmeye çabalarlar.

Mimari Detaya Sahip Yuvalar Yüce Allah’ın Birer Tecellisidir

Çardak kuşları şaşırtıcı teknikler kullanarak çok sayıda mimari detaya sahip yuvalar inşa ederler. Yuvaların inşasında bir mimar gibi plan yapar, gerçek bir duvar ustası gibi çalışır, bir mühendis gibi teknik çözümler getirir ve bir dekoratör gibi yuvalarını dekore eder, süslerler. Bu yuvaların hazırlanış teknikleri, bilinci ve zekası olmayan bir canlıdan beklenmeyecek kadar mükemmeldir. Elbette bu küçücük kuşların yuvalarını, kendi zekalarıyla tasarlayamayacakları çok açıktır. Bu kuşlara sahip oldukları bu yetenekleri Yüce Allah ilham eder. Çardak kuşları Yüce Allah’ın sanatının, gücünün, ilminin, yaratmadaki üstünlüğünün canlı birer delilidir. Yüce Allah bu gerçeği kullarına şöyle haber verir:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır.” (Al-i İmran Suresi, 190)

Çardak kuşu yuvasının duvarlarını da boyar. Üstelik boyasını da kendisi elde eder. Nasıl mı? Çeşitli renklerdeki bitkileri toplar ve bunların sularını kullanarak duvarlarını boyar. Kimi zaman da boyama işlemi için salgısıyla karıştırdığı kömürü kullanır. Ayrıca ağzında çiğnediği bir parça ağaç kabuğu ile de dalların oluşturduğu yuva duvarına boya yapar.

KUŞLARIN İLGİ ÇEKİCİ YUVALARI

Terzi Kuşları Yuvalarını Nasıl Dikerler?

Hindistan’da yaşayan terzi kuşları gagalarını bir dikiş iğnesi gibi kullanırlar. İplikleri ise, örümcek ağından elde ettikleri ipek, tohumlardan oluşturdukları pamuk veya ağaç kabuklarından kopardıkları liflerdir. Yuvalarını yaparken öncelikle bir ağaçta gelişmekte olan yaprakları seçerler ve kenarları üst üste gelecek şekilde bu yaprakları çekerek şekle sokarlar. Terzi kuşu bunun ardından sivri gagasıyla her bir yaprağın kenarına bir delik açar. Topladığı örümcek ağı veya bitki liflerini bir terzinin iğne-iplik kullanması gibi gagasıyla deliklerden geçirir ve düşmelerini engellemek için her ilmiği düğümler. Aynı işlemi diğer uçta da yaparak iki yaprağı birbirine “dikmiş” olur. Bir çift yaprağı ya da tek bir yaprağı kendi etrafında döndürmek için yarım düzine kadar düğüme ihtiyaç vardır. Daha sonra kuş bu keseyi çimlerle doldurup döşer. Ayrıca bu yapraklarla kaplı kesenin içinde, dişisinin yumurtalarını koyacağı gizli bir yuva daha dokur.

Çok Büyük Bir Azim, Sabır ve Beceriyle Yuvasını Ören Dokumacı Kuşu

Dokumacı kuş ilk iş olarak kullanacağı malzemeyi toplar. Yeşil ve taze yapraklardan kendine ince uzun şeritler keser veya yaprakların orta damarlarını alır. Özellikle taze yaprakları seçmesinin ise bir nedeni vardır. Kuru yapraklardan alacağı malzemeyi kontrol edebilmesi ve bunları dokumada kullanması çok zordur, ancak taze yaprak lifleri ile bu işlemler çok kolay gerçekleşir. Kuş öncelikle çatallı bir dala, bir yapraktan kopardığı uzun bir lifin ucunu sararak işe başlar. Bir ayağı ile lifin ucunu dalın üzerinde tutarken, diğer ucunu gagasıyla idare eder. Liflerin düşmelerini engellemek için onları düğüm atarak birbirlerine bağlar. İlk olarak bir çember oluşturur; bu yuvasının girişidir. Daha sonra ise gagasını mekik gibi kullanarak yaprak liflerini diğer liflerin üzerinden ve altından sırayla geçirir. Dokuma işlemi sırasında her lifin ne kadar çekilmesi gerektiğini de hesaplayabilmelidir. Çünkü eğer dokuması gevşek olursa yuva hemen çöker. Ayrıca yuvanın son halini zihninde canlandırabilmelidir ki, duvarların ne zaman kavisleneceğine veya dışarı doğru çıkıntı verileceğine karar versin.

Girişi dokuduktan sonra yuvanın duvarlarını dokumaya başlar. Bunun için baş aşağı durur ve içeriden çalışmaya devam eder. Gagasıyla bir lifi diğerinin altına sokar ve sonra hassas bir şekilde dışarıda kalan ucunu tutar ve sıkıca çeker. Böylece yuvasının duvarlarında son derece muntazam bir dokuma oluşturur.