A9 TV Canlı Yayın

6 Kasım 2015 Cuma

Derimiz Üzerimizdeki Kıyafetleri Neden Hissetmez?

İnsan, üzerinde sürekli cildiyle temas halinde olan giysilerle muhataptır. Ama onları her an hissetmez. Gece yatarken üzerine aldığı yorganın, koluna taktığı saatin ya da oturduğu koltuğun kendisiyle temas halinde olduğunu da sürekli olarak algılamamaktadır. Bunun önemli bir sebebi vardır. İnsan derisindeki alıcılar belirli bir süre sonra beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri göndermeyi durdururlar. İnsan cildi, kendisiyle temas halinde olan maddeye karşı alışkanlık kazanır ve onunla ilgili his sinyallerini zamanla iletmemeye başlar.
Bu, harika bir sistem ve mükemmel bir detaydır. İnsan, çoğu zaman böyle bir detayın farkında bile değildir ama, herhangi bir rahatsızlık duymadan yaşaması bu mükemmel sistemin kusursuz şekilde çalışması ile mümkün olur.
Vücuttaki bu “alışma” mekanizması olmasaydı giyinmek gibi sıradan bir olay insan için büyük bir sıkıntı haline gelirdi. İnsanın üzerindeki giysileri sürekli olarak hissetmesi bir eziyete dönüşür, ayrıca dokunduğu diğer şeylerden gelen sinyalleri almakta da güçlük çekerdi. Dikkati sürekli, giydiği çorabın bileğini ne kadar sarıp sıktığını, saatin sürekli bileğinde hareket ettiğini düşünmek gibi konularda olabilirdi. Bu nedenle kişi rahat uyuyamaz, dinlenemezdi. Hayatı bu sıkıntı verici detaylardan dolayı oldukça zorlaşırdı.
Hissetmenin bir nimet olması gibi, hissin zamanla kaybolması da insana sunulmuş büyük bir nimettir. Tek bir detay, insanın yaşamını kolaylaştırmakta, onun rahat yaşamasına vesile olmaktadır. Evrimcilerin hayali mekanizmalarının, insan bedeninin neye ihtiyaç duyduğunu belirleyecek bir bilinci yoktur. Bu nimeti insana sunan, varlığı tüm varlıkların bütün ihtiyaçlarına Kafi olan Yüce Allah’tır.
“Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O’na yalvarmaktasınız.” (Nahl Suresi, 53)

Tam Teşekküllü Bir Su Toplama Ünitesi: Stenocara Böceği

Stenocara böceğinin su toplama sistemi esas olarak sırtının özel tasarımına dayanır.Bu böceğin sırtı yer yer küçük tepeciklerden oluşan bir yüzeye sahiptir.Bu tepeciklerin aralarındaki boşlukların yüzeyi bir tür balmumu ile kaplı olduğu halde bu tepeciklerin zirveleri bu balmumu malzemesinden mahrumdur.Elbette bu durum, böceğin suyu daha etkin bir şekilde toplayabilmesine olanak sağlar niteliktedir.

Böcek, çöl ortamında havada çok seyrek olarak bulunan nemi rüzgarlardan ayrıştırarak içer.Böcek bu işlem sırasında rüzgara karşı eğimli bir şekilde pozisyon alır ve sırtındaki özel tasarım sayesinde havadaki su zerrecikleri sırtının tepesinde birikip böceğin ağız kısmına doğru yuvarlanır.Burada herkesin dikkatini çeken konu Stenocara böceğinin havada uçuşan su zerreciklerini nasıl ayırdığı ve bu işlemi çöl ortamında nasıl gerçekleştirdiğidir.Çünkü su damlacıkları çöldeki yüksek ısı ve rüzgarlar sayesinde çok çabuk yok olmaktadırlar.Öyle ki neredeyse 0 ağırlığı olan bu zerrecikler, çöl rüzgarlarının etkisiyle yere paralel biçimde uçuşmaktadır.

Ancak bu böcekler sırtlarında bulunan özel tasarım sayesinde su damlacıklarını özel bir şekilde toplar ve ağızlarına yönlendirerek içerler.Bu böceğin sırtının yapısı elektron mikroskobu altında incelenmiş ve bilimadamları böceklerdeki bu yapıların su soğutucularında, su motorlarında ve bina kaplamalarına mükemmel bir model oluşturacağını belirtmişlerdir.Nature dergisinde Stenocara böceğindeki üstün tasarım için şu yorum yapılmıştır:

"Biyomimetik dalı için potansiyel oluşturmasına reğmen,damlacıkları havadan ayıran ve büyük damlalar haline getiren bu mekanizma hala anlaşılmış değildir. "

Böylesine olağanüstü tasarıma sahip olan, küçücük bir böceğin bu sistemi kendisinin tasarlamış olması mümkün değildir.Bu türden kompleks tasarımlar kendiliğinden veya doğa olayları sonucu ortaya çıkmış da olamaz.Bu böcek, bize yalnızca yüce bir Yaratan'ın varlığını ve herşeyi O'nun tasarladığını haber vermektedir.

24 Ekim 2015 Cumartesi

Koruyucu Renk Kaynağı Melanin

Canlı gözleri gerçekte ışığa karşı son derece hassastır ve olumsuz yönde çok kolay etkilenebilir. Ama biz gözlerimizde Allah tarafından özel olarak yaratılmış olan destek sistemler sayesinde güven içinde güneşe bakabiliriz, etrafımızı rahatlıkla görebiliriz. Bu destek sistemlerden bir tanesi de gözlerde bulunan pigment molekülleridir.
Bilindiği gibi canlı gözlerinin renkleri çeşitlilik gösterir. Bu rengi sağlayanlar da yine pigmentlerdir. Melanin, gözün içinde bulunan ve göze rengini veren pigment maddelerinden bir tanesidir. Saçınıza ve cildinize rengini veren madde de melanindir. Ancak melaninin görevi sadece renk verici bir madde olması değildir. Araştırmacılar gözde bulunan melanin maddesinin hem gözün zararlı ışınlardan korunmasında kullanıldığını, hem de görüş gücünün artırılmasını sağladığını ortaya çıkarmışlardır. 
Doğada ışığın oluşturacağı zararlı etkilere karşı en doğal çözüm olan melanin maddesi, özellikle yüksek enerjili ışıkları, düşük enerjili ışıktan daha kuvvetli bir şekilde emer. Yani maviden çok mor ötesini, yeşilden çok maviyi emer. Bu yolla melanin gözün lensini zararlı mor ötesi ışınlara karşı korumuş olur. Retinanın dokusuna zarar verme özelliği olan renkleri belli oranlarda filtreleyerek retinanın en ideal seviyede korunmasını sağlar. Böylece sarı nokta hastalığı riskini azaltır. Göz melanini daha az olan kişilerde bu hastalık daha sık görülmektedir.
Gözdeki melaninin %25’i 50’li yaşlarda kaybolur. Melaninin göz korumasında çok önemli bir görevi vardır. Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi melanin maddesinin görevlerinin her biri, bize bu maddedeki özel yaratılışı göstermektedir. Bu mükemmel maddenin nasıl ortaya çıktığı sorusuna verilecek cevap kuşkusuz ki böyle kusursuz bir yapıya sahip olan çok fonksiyonlu bu maddenin tesadüfen ortaya çıkmasının imkansız olduğudur. Melanin maddesi, evrendeki her şey gibi Allah tarafından insanlara fayda verecek şekilde özel olarak yaratılmış bir maddedir.
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir. (Hac Suresi, 46)

400 Derecelik Hidrotermal Bacaları Uzaktan Algılayan Yengeç Gözü

Okyanusların derinliklerindeki zifiri karanlık bölgelerde, dev yarıklar boyunca uzanan ve fırlattığı suyun sıcaklığı 400 dereceye varan hidrotermal bacalar bulunur. Bu bacaların civarında Bythograea thermydron türü bir yengeç yaşar ve bu kadar yüksek bir sıcaklıktan etkilenmez. Bu yengecin yaşadığı yer zifiri karanlıktır. Ancak bu karanlıkta yengecin gözü önemli bir yardımcıdır. Yengeci 400 dereceye varan sıcaklıktan uzak tutan gözündeki özel yaratılıştır.
Bu yengeçler, sineklerdeki gibi bileşik göz yapısına sahiptirler. Bu gözler odaklama yapabilen özelliktedir ve okyanusun bu derinliklerindeki zayıf ışığı algılayabilmektedir. Larva döneminden çıkan yengeçlerin gözleri diplere doğru kaybolan ışığı algılayabilmek için değişmeye başlar. Uzun sürede gerçekleşen bu değişim, yengecin DNA’sında kodlanmış özel program dahilinde kusursuz olarak gerçekleşir.
Tamamen zifiri karanlıkta ve yaklaşık 4000 metre derinlikteki okyanus tabanına ulaşan erişkin bir yengeç, iri ve yalın (lense sahip olmayan) bir retinaya sahip oluyor. Işığa son derece duyarlı özellikteki bu gözler, zifiri karanlıkta yengece bir tür gece görüş dürbünü sağlar. Yengeç gözleri ile hidrotermal bacalar civarında mevcut olan zayıf ışıkları kolaylıkla algılayabilir. Böylece yüksek ısısı nedeniyle diğer canlıları öldüren hidrotermal bacaları da uzaktan algılayarak kendisini korur.
Tüm canlıları muhteşem özelliklerle yaratan Allah, yengeçleri de ihtiyaç duyacakları özellikte gözlerle donatmıştır. Bir ayette Rabbimiz’in yaratma ilmi şöyle bildirilmiştir:
“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka İlah yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir.” (Enam Suresi, 102)

8 Ekim 2015 Perşembe

Cansız Atomları Proteinlere Dönüştüren Kusursuz Tasarım



Bilindiği gibi, bütün canlılar hücrelerden oluşur. İnsan vücudunu oluşturan yaklaşık 100 trilyon hücre vardır. Canlıların hücrelerini yüksek teknoloji ile donatılmış birer fabrika olarak kabul edersek, proteinleri de bu fabrikanın makineleri, duvarları, tavanı, merdivenleri, kapıları ve hatta vidaları olarak nitelendirebiliriz. Kısacası proteinler, hücrelerin hem inşaat malzemesini hem de karmaşık makinelerini oluştururlar. Birbirinden farklı birçok görevi üstlenen proteinler canlılığın yapıtaşları olarak kabul edilirler. İşte vücudumuzdaki proteinlere birkaç örnek:
 Saç, tırnak ve tüylerde bulunan sert yapıyı oluşturan 'keratin' isimli madde bir proteindir. Bazı proteinler, kasları kemiğe bağlayan tendonlarda bulunan dayanıklı naylon benzeri bir madde oluştururlar. Derinin pürüzsüz elastikiyetini ve kemiklerin dayanıklılığını sağlayan ise 'kolajen' isimli bir başka proteindir. Retinaya ışık çarptığında görme etkisini başlatan ise 'rodopsin' isimli proteindir. Bu arada başka proteinler de gözün lensini oluşturan saydam maddeyi yaparlar.
 Hücrelerin içine moleküllerin giriş çıkışında yine özel taşıyıcı proteinler görev yapar. Tüm canlılığın bilgisini taşıyan DNA molekülü proteinler olmadan kopyalanamaz ve bilgi üretemez, hücre bölünmesini sağlayamaz. Proteinler canlılardaki en küçük yaşam birimi olan hücrelerin hem yapılarında hem de sayısız işlevlerinde çok çeşitli görevler alırlar. Bazı proteinler de hücredeki kimyasal reaksiyonların hızını milyarlarca kez artırmak için katalizör görevi görürler. 
Takımlar halinde çalışarak, hücrenin tüm kimyasal parçalarını inşa ederler. İnşa etme özelliklerinin yanı sıra, parçalama özellikleri de bulunmaktadır. Bu özelliklerini kullanarak hücrelerde bulunan büyük molekülleri, hücrenin kullanabileceği basit bileşiklere ayırırlar. Hücreye enerji sağlanması için gereken reaksiyonların oluşmasını sağlarlar. Kaslardaki kasılma hareketi için gereken unsurları oluşturanlar da yine kas hücrelerindeki özel proteinlerdir. (www.harunyahya.org)
Siz bu satırları okurken dahi vücudunuzdaki her protein çeşidi yaşamınızı sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeniz için aralıksız olarak faaliyet göstermeye devam etmektedir. Baktığınız satırları okuyabilmeniz, yemek yemeniz, vücudunuzun gelişimi, hastalıklara karşı dirençli olmanız, bunların hepsi hücrelerinizde durmadan çalışan proteinler sayesinde giderilmektedir. Bitkilerden tüm hayvan türlerine ve en basit bakteriye kadar, tüm canlıların yaşamsal faaliyetlerinin tamamı proteinler üzerine kuruludur.
Cansız atomların birleşmesinden oluşan proteinler, birbirleriyle kusursuz bir uyum içindedirler ve çok büyük bir akıl ve şuur gösterirler.
Belirli sayıda atomun birleşmesinden meydana gelmiş bu mucize moleküller, birbirleriyle kusursuz bir uyum içinde hareket ederler ve çok büyük bir akıl ve şuur göstererek, inanılmaz sorumlulukları yerine getirirler. Akıl ve vicdan sahibi her insanın kendisine sorması gereken önemli bir soru vardır: Cansız atomların birleşmesinden meydana gelen şuursuz, bilgi ve beceriden yoksun olması beklenen protein molekülleri nasıl olup da inanılmaz bir akıl, organizasyon yeteneği ve sorumluluk yüklenerek tüm bu faaliyetleri gerçekleştirebilmektedir?
 Samimi düşünen her insan, cevabın, sonsuz bir güç ve ilim sahibi olan Allah'ın kusursuz yaratışı olduğunu görecek, en küçüğünden en büyüğüne kadar evrendeki tüm varlıkların Allah'ın kontrolü ve emri altında olduğunu kavrayacaktır. Allah tüm varlıkların hakimi olduğunu bir ayette şöyle haber vermektedir:
"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. (dosdoğru yolda olanı korumaktadır)" (Hud Suresi, 56)

Dört Kuvvet

images%20(1)(5)
Aslında Big Bang'deki patlama hızı, evrenin ilk anında oluşan sayısal dengelerden yalnızca bir tanesidir. Big Bang'in ardından, şu an içinde yaşadığımız evrenin yapısını belirleyen "ölçüler" ortaya çıkmıştır ve bunlar tam olmaları gerektiği değerde belirlenmişlerdir.
 
Bu ölçüler, bugün modern fiziğin kabul ettiği "dört temel kuvvet"tir. Evrendeki tüm fiziksel hareketler ve yapılar, bu dört kuvvetin birbiri ile iletişimi ve dengesi sayesinde olur. Bunlar; yerçekimi kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvettir. Güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler sadece atomun yapısını belirlerler. Diğer iki kuvvet, yani yerçekimi ve elektromanyetizma ise, atomların arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla tüm maddesel objeler arasındaki dengeyi belirlerler. Bu dört temel kuvvet Big Bang'in sonrasında ortaya çıkmışlar ve evrene dağılan madde, bu dört temel kuvvete göre belirlenmiştir.
 
Ancak ilginç olan, bu kuvvetlerin birbirleri ile karşılaştırıldıklarında ortaya çıkan tablodur. Çünkü bu kuvvetler, birbirlerinden olağanüstü derecede farklı değerlere sahiptirler. Eğer tüm bu kuvvetlerin birbirlerine olan oranlarını ortak bir birim kullanarak ifade etmek istersek şöyle yazmamız gerekir:
 
Güçlü nükleer kuvvet  :  15
Zayıf nükleer kuvvet  :  7.03 x 10-3
Yerçekimi kuvveti  :  5.90 x 10-39
Elektromanyetik kuvvet  :  3.05 x 10-12
 
Dikkat edilirse, üstteki sayılar arasında çok büyük uçurumlar vardır. Örneğin güçlü nükleer kuvvetin değeri, yerçekimi kuvvetinin değerinden yaklaşık "milyar kere milyar kere milyar kere milyar kere milyar" kadar daha büyüktür. Peki acaba bu kadar farklı bir güç dağılımının amacı nedir?
 
Paul Davies ise, evrendeki temel fizik yasalarının insan yaşamına en uygun biçimde belirlenmiş olduğu gerçeği karşısında şu yorumu yapar:
 
Eğer doğa biraz daha farklı sayısal değerler seçmiş olsaydı, evren çok daha farklı bir yer olacaktı. Ve büyük olasılıkla onu görmek için biz burada olamayacaktık... Ve insan kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir. Evrenin başlangıcı hakkındaki son bulgular, genişlemekte olan evrenin, hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır.(2)
 
Big Bang'in büyük bir delili olan kozmik fon radyasyonunu ilk Robert Wilson ile birlikte gözlemleyen ve bu nedenle 1965'te Nobel ödülü kazanan Arno Penzias ise, evrendeki bu olağanüstü tasarım karşısında şu yorumu yapmaktadır:
 
Astronomi bizleri çok olağanüstü bir olaya götürmektedir; hiç yoktan yaratılmış bir evren. Hayatın oluşmasına izin verecek gerekli şartları tam olarak sağlayacak hassas bir denge ile kurulmuş, bu amaca yönelik bir plana sahip olan bir evren. (3)
 
Şu ana kadar kendilerinden alıntı yaptığımız bilimadamları önemli bir gerçeğin farkına varmışlardır. Evrendeki hayret verici dengeleri ve düzeni inceleyen her insanın karşısına çıkan bu gerçek son derece açıktır: Tüm evrende üstün bir tasarım, kusursuz bir düzen sergilenmektedir. Bu düzenin Sahibi elbette her şeyi kusursuzca var eden Allah'tır. Allah evrenin yaratılışındaki düzene, "belli bir ölçüyle" hesaplanmış dengelere bir ayetinde şöyle dikkat çekmiştir:
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir." (Furkan Suresi, 2)

18 Eylül 2015 Cuma

Mikroaskerler: Akyuvarlar

Bir damla kanın içinde akyuvar adı verilen yaklaşık 400 bin mikro asker bulunur. Normal şartlar altında kanın her milimetrekübünde bulunan akyuvar sayısı 7.000-10.000 arasındayken, hastalık gibi acil ihtiyaç durumlarında bu sayı hızlı bir şekilde 30.000'e kadar yükselebilir. Bu askerlerin görevi vücudu mikro düşmanlardan korumaktır. Akyuvarlar vücuda ait olmayan canlı cansız herşeyi yok etmek için programlanmıştır. Bu nedenle vücuda giren bakterileri, virüsleri ve tehlike meydana getirebilecek her türlü maddeyi arar, bulur, izler ve en uygun anda yok ederler.
Akyuvarlar kandaki diğer hücrelerden yapısal olarak farklılıklar gösterirler. Örneğin kandaki hücrelerden biri olan alyuvarlarda çekirdek bulunmazken, akyuvarlar çekirdeklidir ve içlerinde bütün organeller bulunur. Ayrıca akyuvarların ömrü kısadır, birkaç gün hatta birkaç saat yaşarlar. Bu kadar kısa bir yaşam zannedildiğinin aksine vücudun savunması açısından oldukça önemlidir. Savunma yapan yani yıpranmış olan akyuvar ölür ve daha o ölürken yerine hemen sağlıklı ve savunma kabiliyeti çok daha yüksek olan bir yenisi üretilir.
Akyuvarlar aslında tek tip hücrelerden oluşmaz. 'Akyuvar' farklı askerlerden oluşmuş ve insan bedeni için çarpışan savaşçı hücrelere verilen genel bir isimdir. Bu askerler iki ana gruba ayrılır. Birinci grup, düşmanla ilk karşılaşan ve göğüs göğüse savaşan 'granülosit'lerdir. İkinci grup ise düşmana karşı özel silahlar (antikor) üreten 'lenfosit'lerdir.
Lenfositlerin kandaki diğer hücrelerden farklı bir özelliği vardır. Kanın dışında, dokularda yaşayan lenfosit sayısı, kanda yaşayan lenfosit sayısına oranla çok fazladır. Bu hücreler dokularda -vücudun derinliklerinde- adeta üs kurar ve dokuları mikroplara karşı korurlar. Lenfositler dokuları koruduklarına göre kanın içinde bulunmalarının nedeni ilk bakışta anlaşılamayabilir. Ancak bu akyuvarların kanı bir taşıma aracı olarak kullanmalarından kaynaklanmaktadır. (Harun Yahya, İnsan Mucizesi)
Akyuvarlar adeta devriye görevi yapan bir jandarma birliği gibi vücudun her yerini kanla birlikte gezerler, yaşlı ve güçsüz akyuvarların bulunduğu dokuları büyük bir hızla takviye ederler. Bu son derece kompleks bir sistemdir. Böylesine akılcı ve hızlandırıcı bir sistemin ise, evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen gelişmiş olması imkansızdır.
Akyuvarların yapısındaki mükemmellik, sahip oldukları fedakarlık, savaşma bilgisi ve yeteneği kendi tercihlerinin değil Allah'ın onları bu özelliklerde yaratmasının bir sonucudur.
Şuursuz atomlardan oluşan bir hücrenin tercih yeteneğine, akla ve bilince sahip olamayacağı, vücut savunması yapmasını sağlayacak özellikleri kendi kendine edinemeyeceği açıkça ortadadır. Kaldı ki bu küçük canlının diğer hücreleri korumak için savaşması oldukça önemli bir ayrıntıdır. Gözle görülemeyen bir hücrenin kendisini bizim için feda etmesi ve vücudumuzda aynı fedakarlığa sahip milyonlarca hücrenin bulunması gözlerimizin önünde bulunan milyonlarca mucizeden biridir.
Akyuvarların yapısındaki mükemmellik, sahip oldukları fedakarlık, savaşma bilgisi ve yeteneği kendi tercihlerinin değil Allah'ın onları bu özelliklerde yaratmasının bir sonucudur. Bunun aksini kanıtlamaya çalışanlar bugüne kadar hiçbir sonuca ulaşamamışlardır, bundan sonra ulaşmaları da mümkün değildir. Allah Kendisini inkar etmeye çalışanların çabalarını Nur Suresi'nde seraba benzeterek şöyle buyurmuştur:
"İnkar edenler ise; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir." (Nur Suresi, 39)

Mucizevi Mikroskobik Canlılar Diatomlar

Oksijen üretmesinden, birçok canlının temel besini olmasına, hatta insanlık için çok önemli bir enerji kaynağı olan petrolün oluşum sebebi olmasına kadar pek çok hayati fonksiyonu bulunan diatomlar, Allah'ın, canlılık için "olmazsa olmaz" derecede öneme sahip olarak yarattığı mikroskobik canlılardandır.
Diatomlar mikroskobik bitkisel alglerdir. En büyükleri 1 milimetre çapında olan bu minik canlılardan 1 cm3 deniz suyunda, yaklaşık 10 bin tane bulunur. Okyanuslardaki canlı organizmaların %90'ını oluşturmalarına rağmen diatomların tümü suda yaşamaz. Bazıları toprak üstünde, yosunlara tutunarak ağaçlarda ve hatta yeteri kadar nem olduğunda tuğla duvarlarda bile yaşayabilir. Bu canlılar için ışık, su, karbondioksit ve gerekli besinlerin olduğu her yer üremek için uygundur.
Yeryüzündeki hemen hemen tüm canlılar, hayatlarını bir anlamda diatomlara borçludurlar. Çünkü yaptıkları fotosentez sayesinde soluduğumuz oksijenin bir kısmını diatomlar üretir. Bu mucizevi mikroskobik canlılar oldukça detaylı bir mekanizmaya sahiptir. Üzerlerinde çok sayıda gözenek vardır. Bu gözenekler besinlerin içeriye girip gaz değişimi yapmalarına olanak sağlarlar. Diatomlar oksijen üreten mikro fabrikalar gibi çalışırlar. Trilyonlarca diatom, bu gaz değişimi sonunda kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde oksijen üreterek atmosferdeki oksijen oranına son derece önemli bir katkıda bulunmuş olur.
Bunun yanı sıra denizlerdeki besin zinciri içerisinde de çok önemli bir rol oynarlar. Diatomlar hayvansal planktonları oluşturan küçük canlıların temel besin kaynaklarıdır. Hayvansal planktonlar da daha büyük türler için besin kaynağı olan ringa gibi balıklar tarafından tüketilir. Örneğin oldukça büyük bir canlı olan kambur balina gibi canlılar diatomlarla beslenirler. Bir balinanın birkaç saat tok kalabilmesi için birkaç yüz milyar diatom gereklidir.
Diatomların en etkileyici özellikleri ise kendi inşa ettikleri kabuklarıdır. Diatomlar mükemmel mimarlardır. Silisyum içeren kabukları serttir ve son derece simetrik bir görünümleri vardır. Diatomların kendileri için inşa ettikleri bu evler, bazen parıldayan bir kozalağı, bazen bir spirali, bazen de ışıldayan kristal bir avizeyi andırır. İlginç olan ise, yirmi beş binden fazla diatom türü olmasına rağmen hiçbirinin kabuğunun bir diğerine benzememesidir.
Bu canlıların görünümleri, son derece hassas açılara sahip mükemmel bir matematik ve tasarım harikası olarak karşımıza çıkar. Bu canlının sadece 25 mikron çapında olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. 25 mikron ise yaklaşık bir toplu iğne başı kadardır. Bir insanın 25 mikronluk bir alanda böylesine kusursuz bir estetik harikası meydana getirebilmesi neredeyse imkansızdır. Bu canlılar ise ne estetiği ve geometriyi bilirler, ne de buna ihtiyaç duyarlar. Bu canlıların kimya ya da mimarlık eğitimi almışçasına ürettikleri bu son derece estetik kabuklar, Rabbimiz'in yüce varlığını ve sanatını gösterir. Bu üstün sanat öylesine detaylı ve göz kamaştırıcıdır ki, diatomların her birinde ayrı ayrı kusursuzca bulunur.
Diatomlarla ilgili dikkat çeken ikinci planlama özelliği ise, üremeleri sırasında ortaya çıkar. Diatomlar inanılmaz hızlarda, bazıları sekiz hatta dört saatte bir bölünerek ürerler. Bu nedenle 10 gün içerisinde bir diatom 1 milyar ayrı birey haline gelebilir. Bu canlıların üreme hızları da özellikle oksijen ürettikleri için son derece önemlidir. Üreme hızlarındaki en küçük bir durağanlık kuşkusuz bu önemli oksijen kaynağının büyük ölçüde azalması anlamına gelecektir. Bu da canlılık için tehdit oluşturabilecek bir durumdur. Ancak Allah'ın yarattığı canlılar üzerindeki rahmetinin ve merhametinin bir tecellisi olarak bu canlılar mutlaka ihtiyaç olan zamanlarda ihtiyaç olan miktarlarda ürer ve yeryüzündeki hassas ekolojik dengeyi sabit tutarlar.
Petrol Üreticileri
Diatomların kendi besinleri de insanlık için önem taşımaktadır. Bu canlılar fotosentez sayesinde ürettikleri minik yağ parçacıkları şeklindeki besinlerini hücrelerinin içerisinde saklarlar. Bu minik yağ parçacıkları zamanla biraraya gelir, jeolojik ve biyolojik kuvvetlerin de etkisiyle petrol yataklarının oluşmasına neden olur. Bugün kullandığımız petrolün çok büyük bir bölümü tarih öncesi denizlerde ölen diatomlar oluşturmuştur. Bu diatom tabakaları da zamanla fosilleşerek diatomitleri oluşturur.
Diatomitler endüstriyel amaçla kullanılır. Diatomit hafif ağırlığı ve gözenekleri ile ideal bir filtre yapısına sahiptir. Bu özelliği nedeniyle uzay endüstrisinde kullanılabildikleri gibi, böcek öldürücü ilaçların üretiminden boya dolgusuna kadar farklı amaçlarla da kullanılabilmektedir.
Tek bir mikroskobik canlıda bu kadar muazzam detayların var edilmesi Allah'ın sanatındaki mükemmelliği gösterir.
Bildiğimiz ve bilmediğimiz canlıların sahip oldukları bu gibi özellikler Allah'ın sınırsız gücünü daha iyi kavramak için birer vesiledir. Bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın." (Maide Suresi, 3)

Metal Yiyen Bitkiler

Filipinlerin, Luzon Adası’nda metal yiyen bitki türü keşfedildi. adı verilen bu bitki türü hayatını sürdürmek için nikel ile beslenmektedir. Aynı zamanda ihtiyaç fazlasını yapraklarında depo etme yeteneğine sahiptir. Üstelik de yapraklarında 18,000 ppm (milyonda bir birimdeki partikül miktarı) metal biriktirmesine rağmen kendisi zehirlenmez. Çok yüksek miktarlarda nikel depolayabilen bu bitki diğer bitkilerin yüz ile bin katı kadar fazla bir değerde üretme özelliğine sahiptir.
Rinorea niccolifera
Dünya üzerinde yalnız 450 kadar bitki çeşidi metal yeme ve depolama özelliğiyle yaratılmıştır. Bu bitki türleri kullanılarak ağır metallerin yoğun olduğu toprakların temizlenmesi düşünülmektedir.
Sonsuz şefkat sahibi Rabbimiz her canlıyı ihtiyacına yönelik olarak yaratmıştır. Kuran’da bu gerçek şöyle haber verilmektedir:
“... O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Allah'ın Yaratması Tırtıldan Kelebeğe

Sizin 450-500 kadar yumurtanız olsa ve bunları dışarıda muhafaza etmeniz gerekse ne yapardınız? Onların, rüzgar gibi doğa şartlarının etkisiyle saçılıp dağılmalarını önleyecek bir tedbir almanız kuşkusuz ki en akılcı olandır. İşte dünyanın tek seferde en fazla yumurta yumurtlayan canlılarından biri olan ipek böcekleri (450-500), yumurtalarını muhafaza etmek için çok akılcı bir yönteme başvururlar: Yumurtaları salgıladıkları yapışkan bir maddeyle (iplikle) birbirlerine bağlayarak, etrafa saçılıp, dağılmalarını engellerler.
Yumurtadan çıkan tırtıllar, ilk iş olarak kendilerine uygun bir dal bulur ve daha sonra da aynı iplikle oraya bağlanırlar. Ardından gelişebilmeleri için salgıladıkları bu iplikle kendilerine koza örmeye başlarlar. Hayata gözlerini yeni açmış bir tırtılın bu işlemi yapması, durup dinlenmeksizin 3-4 gün sürer. Bu süre içerisinde tırtıl, binlerce kez dönerek, ortalama 900-1500 m. uzunluğunda bir iplik çıkarır. Bu işlem bitince de hiç dinlenmeden yeni bir işe başlar ve güzel bir kelebek olmak üzere değişim geçirmeye başlar.
Ne anne ipek böceğinin yavrusunu muhafaza edebilmek için aldığı tedbir, ne de herşeyden habersiz, henüz hiçbir eğitime, bilgiye sahip olmayan küçücük bir tırtılın gösterdiği davranışlar evrimle izah edebilecek olaylar değildir. Herşeyden önce annenin, yumurtaları yapıştırmak için kullandığı ipliği üretebilmesi mucizevidir. Yumurtadan yeni çıkan bir tırtılın kendisi için gerekli ortamı tanıyıp ona uygun koza örmesi, ardından değişim geçirmeye başlaması ve bu değişimi problemsiz olarak geçirebilmesi ise insan aklının anlayış sınırlarını zorlamaktadır. Bu durumda her tırtılın dünyaya ne yapması gerektiğini bilir bir şekilde geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu da, tüm bunların henüz dünyaya gelmeden bu canlıya "öğretilmiş" olduğu anlamına gelecektir.
Bunu bir örnekle açıklayalım. Eğer yeni doğmuş bir bebeğin, doğumundan sadece bir kaç saat sonra ayağa kalktığını, dahası kendisine bir yatak yapmak için malzeme (yorgan, yastık, minder vs.) topladığını ve bunları düzgün bir biçimde birleştirip bir yatak yapıp içine yattığını görürseniz, ne düşünürsünüz? Olayın şaşkınlığını üzerinizden attığınızda, varacağınız en mantıklı sonuç, bu bebeğin böyle bir işlemi yapması için henüz anne karnında olağanüstü bir yolla bir şekilde "eğitilmiş" olduğunu düşünmektir. Tırtılların durumu, bu örnekteki bebeklerden farksızdır.
Bu da bizi yine aynı sonuca ulaştırır: Bu canlılar, kendilerini yaratan Allah'ın belirlediği biçimde doğmakta, davranmakta ve yaşamaktadırlar. Kuran’da, Allah'ın balarısına vahyettiği ve ona bal yapmayı (Nahl Suresi, 68-69) emrettiği haber verilmektedir, aslında canlılar dünyasındaki büyük sırrın bir örneği de bu ayetlerle bildirilmiştir. Bu sır, tüm canlıların Allah'ın iradesine boyun eğmiş olarak, O'nun belirlediği kaderi izledikleri gerçeğidir. Arı bu nedenle muhteşem peteklerde bal yapar, ipek böceği bu nedenle ipek üretir.

240 Milyon Yıllık Polen Fosili Bulundu

polen-fosili-1
İsviçre’nin kuzeyinde Zürih Üniversitesi Paleontoloji Enstitüsü ve Müzesi araştırmacılarının düzenlediği Weiach ve Leuggern kazı çalışmalarında çiçekli bitkilere ait fosilleşmiş polen tanecikleri ortaya çıkartıldı. 240 milyon yıllık polen tanecikleri, çiçekli bitkilerin milyonlarca yıl önce de kusursuz özellikleriyle birlikte var olduğunu ispatlıyor.
Zürih Üniversitesi’nden Prof. Peter Hochuli bu konuyu, “...Triasik döneme ait çiçekli bitki polenlerinin bulunmuş olması çok önemli,” diye açıkladı.
Konfokal Lazer Tarama Mikroskobu ile yapılan incelemelerde altı farklı polen çeşidinin üç boyutlu ve yüksek çözünürlüklü görüntüleri oluşturuldu. Polenlerin yapısı bu çiçekli bitkileri böceklerin tozlaştırdığını gösteriyor.
Evrimciler canlıların basit bir yapıdan kompleks bir yapıya doğru evrim geçirdiklerini iddia ediyorlar. Oysa milyonlarca yıl önce yaşamış bitkilerde de kusursuz ve indirgenemez kompleks sistemler bulunuyordu. Bu sistemler canlıların tesadüfen değil üstün bir akıl ile yaratıldıklarını ispatlıyor. 240 milyon yıllık polen fosili de bitkilerdeki kusursuz yaratışın en önemli örneklerinden birisi. Allah çiçekli bitkilerde tozlaşma yoluyla üreme gibi son derece kompleks bir sistem yaratmıştır.  Böyle bir sistemin kör tesadüflerle oluştuğunu iddia etmek bilime aykırıdır. Bitkilerin erkek organında üretilen polenlerin dişi organın tepecik bölümüne taşınması olayına tozlaşma denir. Tepeciğe yapışan polenlerin dişicik borusundan yumurtalığa inmesiyle ise döllenme meydana gelir. Polenler böcekler, rüzgar veya su vesilesiyle dişicik borusuna taşınırlar. Allah’ın bitkilerin üremesi için yaratmış olduğu bu düzen 240 milyon yıl önce de aynı mükemmellikte var olmuştur. Ve evrimcilerin iddiaları bir kez daha çürütülmüştür. Milyonlarca yıl önce yaşamış bitkileri de, bitkilerin tozlaşmasına vesile olan böcekleri de aklın ve gücün tek sahibi Allah yaratmıştır.
İşte Rabbiniz olan Allah O’dur. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 102)

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Suçluyu Bulan Dna

dna 12
Pek çok bilimsel konunun tarihte çok eskilere uzandığına dair bir kanaatimiz vardır. Halbuki bilimsel keşiflerin bir kısmı, özellikle insan DNA’sıyla ilgili bilgiler sanıldığı kadar da çok eski tarihlere uzanmaz. Hemen hemen pek çoğu yakın geçmişte bulunmuş keşiflerdir.
Örneğin DNA dizileri (DNA izi) 1987 yılında Leicester Üniversitesi’nde biyokimya profesörü olan Alec Jeffreys tarafından keşfedilmiştir.
Ve tarihte ilk kez adli tıp, DNA üzerinden suçlu tespit edebilme kolaylığına erişmiştir.
Globin proteini üzerinde çalışan Jeffreys, bu çalışmaları esnasında DNA dizilerinin insandan insana, barkod sistemi gibi farklılık gösterdiğini, herkesin DNA’sının kendisine özel bir sistem olduğunu tespit etmiştir.
Bu vesileyle hata yapma riski neredeyse kalmamış ve gerçek suçlular tek tek tespit edilebilmeye başlanmıştı. Çünkü DNA izi %99,99 ihtimalle bizlere doğru bilgi verir. Hiç kimsenin DNA izi bir başkasının DNA iziyle aynı değildir.
Bu vesileyle her canlının sahip olduğu özelliği öğrenmemiz mümkün olur. Örneğin hakkında hiç bir bilgimiz olmayan 5 adet kan örneğinin DNA’sından, bunların hangi canlılara ait olduğunu tespit etmemiz mümkündür.
Kuş, kedi, insan, balık, tavşan. Kan örnekleri bizlere kimlik bilgilerini hemen verir. Dolayısıyla herhangi bir kan örneğinin kime ait olduğu hakkındaki bilgiye de hemen ulaşırız.
Bunları, saç teli, kıl, kepek, deri, kan, tükürük, ağız içi hücreleri, tırnak gibi yollarla kolaylıkla elde etmek mümkündür. Birkaç saat içerisinde otomatik cihazlarla DNA izi çıkarma işlemi kolaylıkla yapılabiliyor. Hatta 300 bin yıl öncesinden kalan bir mumyanın DNA’sından dahi DNA izine ulaşmak mümkün.
Bir kıl kökü bizim için son derece küçük bir parçadır belki ama mikro boyutta bir kıl kökünde binlerce hücre bulunur. Tek bir hücrenin DNA’sından ise bir insanın kim olduğu bilgisine ulaşırız. Bu Allah’ın yaratmış olduğu bir harikadır.
Örneğin 1953’te DNA sarmalını ilk bulan Watson, kendi DNA’sını incelemiş, ve köklerinin Afrika’ya dayandığını öğrenince büyük bir şaşkınlık yaşamıştır.  
Bu işlem için genellikle yanak içi mukoza hücreleri kullanılır. Hücrelerin zarları parçalanarak DNA ortaya çıkarılır. Bunun için toz solüsyonları ve DNA’nın sarılı olduğu proteinleri parçalayan enzimler kullanılır. Bu işlem 1-2 saat sürer. Kalite kontrolü açısından yapılan bir nevi teyit niteliğindeki işlem için ise 2-3 saatlik bir süre daha gerekir.
Elde az miktarda DNA varsa bunu çoğaltmak da mümkündür. Örneğin tek bir kıldan elde edilen DNA yeterli olmazsa, bunu çoğaltmak için, 2-3 saat süren polimeraz zincir tepkimesi (PCR) yöntemi kullanılır.  Moleküler biyoloji laboratuvarlarının vazgeçilmezi haline gelen bu keşif, kaşifi tarafından Nobel Ödülü almış bir yöntemdir. PCR ile çoğaltılan DNA molekülleri, 2-3 saat süren elektroforez yöntemi ile elektrik alanda hareket ettirilirler. Yani bir cihaz herkeste farklı olan DNA dizilerindeki A, T, G ve S moleküllerini okur. Sonuç olarak uzmanlar kişinin DNA izini analiz etmiş, kişinin barkodunu çıkarmış olurlar.
Tek bir DNA’nın yaptığı tanıyı hiçbirimizin yapması asla ve asla mümkün değildir. Tek bir DNA’da kişiye ve canlıya ait ansiklopediler dolusu bilgi kayıtlıdır.
Elimizde 1000 yıllık bir kafatası olduğunu farz edelim. Herhangi birine, “Bu kişinin kaşı, göz rengi, saç rengi, boyu, kimliği hakkında bize doğru bilgileri ver” diyelim. Buna tahminlerin ötesinde doğru cevap verebilecek tek bir insan dahi yoktur. Gözle dahi göremediğimiz DNA’nın içinde ise o kişiye ait her türlü bilgi vardır.
İşte bu Allah’ın, yarattığı her şeye yüklediği mucizevi detaylara örnek konulardan bir tanesidir. Allah’ın yaratma sanatının delillerini yaratılan her şeyde görürüz. Allah yarattığı her şeye üstün bir Yaratıcı’nın var olduğuna dair insanları düşündürecek işaretler kodlamıştır. Evrende var olan her şey bizleri Allah’ın varlığının delillerine götürür. Ve hiç bir şeyin asla kendi kendine tesadüfen var olamayacağını ilim sahibi olan kişiler çok iyi bilirler.
İnsanların bir kısmı bir keşif yaptıklarında haşa bunu Allah’tan bağımsız bir olay olarak addeder ve bunu içlerindeki kendilerini yüceltme, büyütme dürtüsüne bir vesile kılarlar. Halbuki Allah insanlara ilminin sırlarını açmıştır. Bunlar, Allah’ın insanlar için açılmasına izin verdiği sırlardandır. Kainattaki bütün kanunları, her ilmi yaratan Allah’tır ve izin verdiği ölçüde yaratmış olduğu kanunların, ilimlerin sırlarını Allah kullarının hizmetine verir, bilgisine sunar.
Ali İmran Suresinin 18’inci ayetinde Rabbimiz, “Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O'ndan başka ilah yoktur.”

Alzheimer

Ortalama bir insan ömrü 70 yıl civarındadır. İnsanlar ya bir kaza ya bir sağlık sorunu vesilesiyle ölümle karşılaşırlar ya da gece uyurken hiç bir sebebe bağlı olmaksızın yataklarında son nefeslerini verirler. Sonsuz hayatın küçük bir numunesi olarak bize verilen bu kurs ortamı bir şekilde mutlaka son bulur.
Son yıllarda pek çok araştırmayla çare bulunmaya çalışılan Alzheimer, bazı insanların ömrünün son yıllarını birlikte geçirdiği sıkça rastlanan hastalık türlerinden bir tanesi.
Peki beyni etkileyen, vücut fonksiyonlarına, hafızaya tamamen etki eden bu hastalığa sebep olan şey ne?
Bugüne kadar elde edilen bilgiler, Alzheimer hastalığının beynin entorhinal korteks denilen bölümünde başladığı şeklindeydi. Ancak yaşayan hastalar üzerinde yapılan çalışmalar neticesinde hastalığın yanal entorhinal kortekste başladığının ilk kez görüldüğü yönünde görüş belirtildi. Yanal entorhinal korteks yani ‘Lateral Entorhinal Cortex’ kısaca LEC olarak adlandırılıyor.
Beynimizde ‘uzun süreli belleğin pekiştirilmesini sağlayan’ “hipokampüse” yanal entorhinal korteksin bir tür geçiş kapısı olduğu kabul ediliyor. Yani yanal entorhinal kortekste, LEC’de, bir sorun olması durumunda, bundan uzun süreli belleği pekiştiren hipokampüs de etkileniyor.
Columbia Üniversitesi Alzheimer Araştırma Merkezi yöneticisi ve radyoloji uzmanı Scott A. Small’ın yaptığı araştırmaya göre, hastalık, serebral korteksin diğer bölgelerine de yayılıyor.
Asıl çalışmada ana bulgu diyebileceğimiz tespit ise, bu bölgelerde, 2 çeşit proteinde eş zamanlı olarak değişiklik gerçekleşmesi.
Bu değişiklikler, tau ve amyloid (APP) öncül proteinlerinde meydana geliyor. İşte bu her iki proteinde gerçekleşen eş zamanlı değişiklik LEC (yanal entorhinal korteks)’de işlev bozukluğuna neden oluyor. Tau birikimi, LEC’nin APP birikimine daha duyarlı hale gelmesine neden oluyor.
Bir diğer araştırmacı olan New York Psikiyatri Enstitüsü patoloji ve hücre biyolojisi profesörü olan Karen E. Duff bu iki proteinin sinir hücrelerine zarar verdiğini, bunun da Alzheimer için uygun bir zemin oluşturduğunu belirtiyor.
Hem sağlıklı hem de yaşlı bireylerden oluşan 96 kişi üzerinde yapılan araştırmalar, 3,5 yılda 12 kişide zamanla hafif seviyede Alzheimer geliştiğini gösterdi. Bu 12 kişinin fMRI görüntülerine göre LEC’deki serebral kan hacminin diğer kişilere oranla önemli derecede azaldığı görüldü.
Laboratuvarda hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalara göre, hem tau hem de APP seviyesi LEC’de yüksek olan hayvanlarda işlev bozukluğu olduğu saptandı. Yani, bu iki proteinde eş zamanlı olarak meydana gelen değişiklik Alzheimer hastalığının başlamasına vesile olmakta.
Bu araştırmalar Alzheimer’ın tam olarak nerede başladığının ve meydana gelen değişikliklerin ilerlemenin, fMRI ile gözlemlenebildiğini, dolayısıyla da hastalığın erken teşhis edilip, diğer bölgelere yayılmadan tedavi edilebilirlik ihtimalinin arttığı umudunu veriyor.
Tüm yaşantısı boyunca, Allah’a muhtaç olan, acizliklerle dolu olarak yaratılan bir insan için hafıza en önemli ve hayati konulardan bir tanesi. Bir insana kimliğini veren şey o kişinin hafızası ve anılarıdır. Aslında hafıza kişinin benliğini oluşturan en temel etkenlerdendir. Allah bilgi bankası olarak hafızayı yaratmıştır kulları için.
Sonsuz hafızası olan ve her şeyi bilen ise ‘Hafız’ sıfatının sahibi Yüce Rabbimiz’dir.
Bizler Allah’ın rahmeti vesilesiyle hafızalarımız ve geçmişe dönük anı birikimimizle yaşarız. Eğer Allah dilemese, tek bir minik proteini vesile kılarak, küçücük bir işlev bozukluğunu sebep ederek insanlardan hafızalarını alabilir.
Ki bu gibi kıyaslamalarla bizler sağlığımıza ne kadar şükretmemiz gerektiğini hatırlarız.
Bir şekilde ömrü mutlaka son bulan insanın sağlıklı ve şuuru açık zamanlarında her zaman Allah’ı severek, anarak, O’na şükrederek yaşaması çok önemlidir ve bu yalnızca kendisi için bir kazançtır. Yoksa Allah’ın hiç kimseye ve hiç birşeye ihtiyacı yoktur.
Yaşantımızın ileriki yıllarında kaderimizde ölümümüze neyin sebep olacağını biz şimdiden bilemeyiz. Ancak sahip olduğumuz her dakikayı Allah’ın rızasını kazanarak geçirme gücüne ve tercihine sahibiz.
Tüm ilmin sahibinin Yüce Rabbimiz olduğu bir ayette şöyle buyrulur: 
Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32)

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Kuran’da Bildirilen Saçların Hızlı Beyazlaması Bilimsel Olarak Kanıtlandı

Günümüzde çağın hastalıkları olarak isimlendirilen "stres ve depresyon", kişiye yalnızca psikolojik olarak zarar vermekle kalmıyor. Aynı zamanda insan bedeninde de fiziksel olarak çeşitli etkilerle kendisini gösteriyor. 
Stres ve depresyona bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların başlıcaları, bazı akıl hastalıkları, uyuşturucu madde bağımlılıkları, uykusuzluk, deri, mide, tansiyon hastalıkları, nezle, migren, kemiklerle ilgili birtakım hastalıklar, böbrek dengesizliği, solunum bozuklukları, alerjiler, kalp krizi, beyinde büyüme meydana gelmesi gibi sorunlar. Tabii ki tüm bu hastalıkların oluşma sebebi, her zaman stres veya depresyon olmayabilir. Fakat bilimsel olarak da ispatlandığı gibi bunların çıkış noktası çoğu kez psikolojik kaynaklı.
Bilindiği gibi "stres", korku, güvensizlik, umutsuzluk, aşırı heyecan, endişe, baskı gibi duyguların, vücuttaki dengeyi bozarak bedende oluşturduğu genel bir gerilim durumudur. İnsanlar strese girdikleri zaman, vücutları buna tepki gösterir ve alarma geçer. Özellikle kronik stres, vücut fonksiyonlarını değiştirdiğinden, çok büyük zararlara sebep olabilir. Stresin insanlar üzerindeki bu olumsuz etkisine bir örnek de saçların ani olarak beyazlamasıdır. Yüce Rabbimiz bu durumu bir Kuran ayetinde şöyle bildirmiştir:
Eğer inkâr edecek olursanız, çocukların saçlarını ağartan bir günde kendinizi nasıl koruyacaksınız? (Müzemmil Suresi, 17)
Yüce Rabbimiz bu ayetle kıyamet anındaki korkunun ve gerilimin çocukların saçını bile beyazlatacağını bildirerek stresin saç üzerindeki etkisine dikkat çekiyor. Rabbimizin bildirdiği bu gerçek günümüzde bilimsel olarak da ispatlandı. Önce saçlarımız nasıl beyazlar inceleyelim.
Saçlarımız Nasıl Beyazlar?
Saça rengini veren iki tür melanin pigmenti var: Bunlar saça koyu rengini veren ‘eumelanin’ ile kızıllık ve sarışınlık derecesini belirleyen ‘feomelanin’ adındaki iki pigment. İnsanın yaşı ilerledikçe saç foliküllerindeki hücreler artık bu pigmentleri üretemiyor. Bu nedenle saç renksiz hale geliyor yani beyazlıyor. Özellikle koyu renk saçlarda, saçın bir kısmı eski renginde bir kısmı da beyaz olduğu için bu saçlar gri tonlarda görünür. Bilimsel çalışmalar henüz saçın beyazlama sistemini tam olarak çözememiş olmasına rağmen, kuaförlerin saçın rengini açmakta kullandıkları hidrojen peroksidin saçın doğal yollarla ağarması sırasında da devreye girdiğini ortaya koyuyor. Melanin üreten hücreler aynı zamanda hidrojen peroksit de üretir, bu normalde katalaz adı verilen bir enzim tarafından parçalanır. Fakat yaş ilerledikçe bu enzim miktarı azalır ve hidrojen peroksit birikmesi melanin üretimini engeller. Bu saçın doğal süreç içinde beyazlamasıdır. Peki, saçın kısa sürede renk değiştirmesine neden olan fizyolojik süreç nasıl işler?
Stresin Saçı Nasıl Beyazlattığı Bilimsel Olarak Kanıtlandı
Bazen ani olarak büyük korku ve şok oluşturan durumlar, bazen de kronik stres altında yaşayanların saçları kısa süre içinde beyazlar. Tıpta ‘canities subita’ adı verilen bu hızlı saç beyazlaması aslında saçın renkli kısmının dökülüp renk değiştiren beyaz saçların kalmasıdır. Bu olay şöyle gerçekleşir.
Tıpta ‘alopesi areata’ adı verilen halk arasında saçkıran ismiyle tanınan hastalıkta saç dökülmesi ve kısmi kellik oluşur. Bu hastalığa vücudun bağışıklık sistemini tetikleyen bir reaksiyon neden olur ve. Vücut kendisine karşı harekete geçer. Stres de bu durumu daha ağırlaştıran bir sebep olarak ortaya çıkar.
Bu yönde araştırma yapan bilim adamları bağışıklık sistemini kıl köklerine karşı harekete geçiren sebebin pigment üretme sistemiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorlar. Dolayısıyla pigment üretmeyen beyaz saç folikülleri bağışıklık sisteminin bu saldırısından etkilenmez pigment üreten renkli saçlar ise saçkıran hastalığının etkisiyle dökülür. Geriye beyaz saçlar kalır bu şekilde saçlar bir yıl veya daha kısa bir sürede beyazlamış olur.
Ani korku ve şok yaşayan insanlarda bazen saç bir gün veya birkaç gün içinde de beyazlayabilir. Saçın bu şekilde beyazlamasının nedenini ise kimya alanında Nobel ödülü alan Robert Lefkowitz’in önderliğindeki bir ekibin geçen yıl yaptığı bir araştırma çözmüş.. Fareler üzerinde yapılan araştırmada, kronik stresin DNA’da hasara neden olan bir mekanizma oluşturduğu ve bunun saç ağarmasına yol açtığı tespit edilmiştir. Stres ne kadar ağırsa DNA hasarı o derece ağır oluyor ve insanların saçı o kadar hızlı beyazlayabiliyor.
Saçların beyazlaması gibi pek çok fiziksel ve ruhsal bozulmaya neden olan stres aslında Allah'ın Kuran'da dinden uzak yaşayan kimselerle ilgili bildirdiği bir durumdur: "Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır..." (Taha Suresi, 124) ayetiyle Rabbimiz tevekkülü kaybeden kullarının sıkıntılı ve stresli bir hayat süreceklerine dikkat çeker.
Bir başka ayette ise Allah "... bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O'nun dışında (yine) Allah'tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar..." şeklinde buyurmaktadır. (Tevbe Suresi, 118)     
Bu sıkıntılı -günümüz ifadesiyle stresli- yaşam, iman etmeyenlerin, imanın kazandırdığı güzel ahlaktan uzak yaşamalarının sonucudur. Bugün doktorlar, stresin etkilerinden korunmak için huzurlu ve sakin bir yapıya, rahat, güvenli ve endişelerden uzak bir psikolojiye sahip olunması gerektiğini ifade ediyorlar
Huzurlu ve rahat bir psikoloji ise, ancak Kuran ahlakının günlük hayata geçirilmesi, kadere teslim olunması ve Yüce Allah’a tevekkül edilmesiyle mümkün. Nitekim Kuran'da Allah pek çok ayette iman edenlerin üzerine "güven duygusu ve huzur" indirdiğini bildirmektedir. (Bakara Suresi, 248; Tevbe Suresi 26, 40; Fetih Suresi, 4, 18) Rabbimiz'in iman eden kulları için vaadi ise bir ayette şöyle haber verilir:
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)

Hemeroplanes Triptolemus ... Yılan Taklidi Yapan Tırtıl

caterpillar mimicking_snake
Resimdeki canlı Hemeroplanes Triptolemus. Bu görüntüye bakan herkes bunun bir yılan olduğunu iddia edecektir, fakat gerçekte bu yılan taklidi yapan bir tırtıl türü.
Hemeroplane tırtıllarına Güney Amerika , Afrika ve Orta Amerika’nın birçok bölgesinde rastlamak mümkün. Normal koşullar altında diğer tırtıllardan görünüş olarak hiçbir farkı olmayan bu tür, tehdit edildiğinde hızlıca bir değişim göstererek mucizevi bir şekilde kendisine yılan görüntüsü vermektedir.
Gerçekte zararsız olan bu canlılar, taklit yeteneklerini daha da inandırıcı kılmak adına yırtıcıları korkutmak için onları ısırmaya çalışacaklarmış gibi hamle yaparak karşısındakini kandırma yeteneğine de sahipler. Yılanlar gibi zehirli olmasalar da bu girişimleri kendilerini tehdit eden canlıları korkutmaya yetmektedir.
Yüce Rabbimiz bu canlıya kendisini yırtıcı türlerden koruması için mükemmel bir taklit yeteneği vermiştir. Bir yılanın görüntüsü ve onun saldırı teknikleri hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan bu canlının kusursuz taklit yeteneği Allah’ın sonsuz sanatını insanlara göstermektedir. 
Bu tırtılın sergilemiş olduğu taklit yeteneği, evrimcilerin iddia ettikleri gibi aşama aşama oluşamayacak kadar kusursuz ve mükemmeldir. Hemeroplanes Triptolemus Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu bu mükemmel taklit yeteneği ile  sonsuz ilim ve kudret sahibi Allah’ı tesbih etmektedir.
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Dinlendirici Uyku

Daha iyi nasıl dinleneceğinizi öğrenmede güçlü bir anahtar, uykunun safhalarını anlamak ve kendi uyku devirlerinizi bilmekle kazanılır. Her biri yaklaşık 90 dakika süren uykunun safhaları, bize uyuma dengesi hakkında çok şey öğretebilir. İlk uykuya daldığınızda yoğun, yarı şuurlu olarak, hayâl etme ve görüntüleme periyodundan geçersiniz. 
Hemen sonra rüyada çok kısa bir zaman geçirirsiniz. Bundan sonra daha derin, daha huzurlu ve rüyasız bir safhaya dalış yaparsınız. Bu zaman diliminde beyin dalgalarınız saniyede 13 titreşim olan delta frekanslarına doğru yavaşlar. Ve bu esnada siz, derin ve rüyasız bir uyku durumundasınızdır. Bu safha, uykunun dördüncü kademesi olarak adlandırılır. Bu kademe uykunun en derin, en iyileştirici ve en uygun dinlenme noktasıdır. Bu rüyasız devrede iç dengede en nihai konuma ulaşırız.
Uykuya daldıktan sonra yaklaşık doksanıncı dakikada, uykunun en hafif dönemine ulaşırız. Bu noktada uyanma ihtimalimiz çok yüksektir veya çevremizdeki sesler, hareketler, içimizdeki ağrılar veya üzüntülerle aniden uyanıp canlanabiliriz. Tekrar uykuya geri dönersek, bütün devreler yeniden başlar. Bir kere daha derin şekilde uykuya dalarsak, ki bu bir önceki kadar derin olmayabilir, tekrar rüya görürüz. Daha sonra seslerle veya hareketlerle uyanma şansımızın yüksek olduğu hafif uyku safhasına geçeriz. Bu şekilde uyku devreleri, gece boyunca devam ederek, bizi ritmik bir şekilde, derin uyku, rüya görme ve hafif uyku devrelerinin dengeleyici devridaimlerinde dolaştırıp dururlar. Her bir doksan dakikalık devrenin sonunda uykumuz daha hafif hâle gelir ve uyanma durumuna doğru daha çok yaklaşırız.
Yaratılıştan sahip olduğumuz uykunun bu devrelerini anladığımızda, bazı gerekli ve faydalı prensipleri yakalayabiliriz.
*İlk uyku devresinde en derin uyku hâli gerçekleşir. Kazandığınız dinlenme miktarı, müteakip devrelerde giderek azalır. Eğer uyumak için sınırlı bir zamana sahipseniz, o zaman uykunuzu 1,5; 3; 4,5 veya 6 saatlik zaman dilimlerinden birine göre plânlayınız.
*Çalar saat kurma ihtiyacı hissediyorsanız, alarmı bu 90 dakikalık devrelerin sonuna denk gelecek şekilde kurunuz. Uyku devrenizin tam ortasında uyanırsanız, kendinizi hâlsiz, yorgun ve dağınık hissetme ihtimaliniz artar.
*Her insan rüyaya ihtiyaç duyar. Başı sonu net olarak hatırda kalan, kâbussuz bir rüya; sağlıklı ve dengeli bir hayat için gereklidir. İnsanların rüya görmesinin engellendiği çalışmalarda, bu kişiler, kolayca sinirlenmeye, sersemleşmeye ve tehlikeli şekilde dengesiz davranışlarda bulunmaya başlamışlardır. Nefes alıp verme ve su içmeden sonra, hayatımız için en hayatî fonksiyona sahip olan vücut fonksiyonu, rüya görmedir.