A9 TV Canlı Yayın

18 Aralık 2014 Perşembe

Beyinde Yeni Bir Tamir Sistemi Tespit Edildi

beyinde-tamir
Duke Üniversitesi’nden araştırmacılar yetişkinlerin beyinlerde kök hücrelere yeni nöronlar üretmelerini söyleyen bir tür sinir hücresi buldular. Bu deneyler henüz başlangıç aşamasında olmasına rağmen, beynin içeriden kendini tamir edebildiği ihtimalini ortaya koyuyor.

Sinir bilimciler, bir süredir beynin yeni nöron üretimini yönlendirme kapasitesine sahip olduğunu düşünüyorlardı. Fakat bu talimatların nereden geldiğini belirlemek oldukça zordu.

Kobaylar üzerinde yapılan araştırmalarda bilim adamları yetişkin beyninin en dış tabakasında SVZ adlı ektoderm kökenli bölgede daha önce tanımlayamadıkları bir tür nörona rastladılar. Bu nöronlar asetilkolin nörotransmiteri üretmek için gerekli olan kolin asetiltransferaz (ChAT) enzimini üretiyorlardı. Optogenetik araçlar kullanarak lazer ışığı ile bu ChAT+ nöronlarının yukarı ve aşağı yöndeki geçiş frekanslarını izlediler. Bu şekilde beyindeki kök hücre artışını açıkça tespit ettiler.

Olgun ChAT+ nöron hücreleri topluluğu, kök hücreleriyle açık bir şekilde iletişim kurabilen ancak nasıl olduğu henüz açıklanamayan sinir sisteminin bir bölümünü oluşturuyor. Bunlar yeni sinir hücresi üretilmesini sağlıyorlar. Araştırmacılar bu sistemin tüm parçalarını henüz tam olarak bilmiyor veya kullanılan şifreyi de belirlemiş değiller. Fakat ChAT+ nöronlarına ait sinyalleri kontrol ederek bunların SVZ bölgesindeki yeni sinir hücrelerinin üretiminin kontrolünde gerekli ve yeterli olduklarını tespit ettiler.

Duke Üniversitesi Beyin Bilimleri Enstitüsü’nden Dr. Kuo: “Yetişkin beyninde sinir hücresi üretiminin nasıl sağlandığını belirlemek için çalışıyoruz. Bu gizli yolun ortaya çıkmış olması hiç beklenmedik ve heyecan verici bir gelişme.” 

Bilim insanlarının yaptığı her buluş ancak Allah’ın izniyle olmaktadır. Rabbimiz biz kullarını daha rahat ettirecek, daha sağlıklı kılacak ortamlara kavuşturmak için bilimi vesile kılmaktadır. Allah bir ayetinde “Ayetlerimiz onlara, gözler önünde sergilenmiş olarak gelince..” (Neml Suresi, 13) şeklinde buyurduğu gibi Allah’ın varlığını gösteren deliller açıkça gözlerimizin önüne sergilenmektedir.

Bahsettiğimiz bu gelişmeler ileride muhtemelen felç gibi sinir dokusunun kaybından oluşan ve günümüzde henüz tedavisi mümkün olmayan hastalıklara da ışık tutan çalışmalardır. Bilimdeki bu ilerlemeler, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Mehdiyet döneminde ahir zamanda insan ömürlerinin uzayacağına dair buyurduğu hadislerinin de doğruluğuna işaret eder.

7 Aralık 2014 Pazar

Dünyanın En Kuvvetli Yapıştırıcısı

Nehirlerde, su kaynaklarında ve su kanallarında yaşayan Caulobacter crescentus isimli tatlı su bakterisi, bulunduğu yerde kalabilmek için doğadaki en kuvvetli yapıştırıcıyı kullanır.

Bakterinin tutunmak için salgıladığı yapışkan sıvı, en güçlü endüstriyel yapıştırıcılardan dahi üç kat güçlüdür.

Caulobacter crescentus isimli tatlı su bakterisi,Bilim adamları bu bakterilerden birini yapıştığı yerden ayırabilmek için 1 mikronewtonluk bir kuvvet uygulanması gerektiğini buldular. Bakterinin bu yapışma kuvveti, YTL büyüklüğündeki bir bozuk paranın üstüne üç ya da dört araba koyulduğunda elde edilen etkiye eşdeğerdir. Çok daha şaşırtıcı olan ise bu yapışkanın ıslak zeminlerde bile etkili olmasıdır.

Indiana Bloomington Üniversitesi’nde bu bakteri üzerine araştırmalar yapan bakteriyolog Yves Brun, “bu yapıştırıcı kendiliğinden eriyebilen cerrahi yapıştırıcı olarak kullanılabilir.” diyor.

Bilim adamları şimdi, Allah’ın doğada yarattığı bu mucizevi yapıştırıcıyı inceleyip ondan aldıkları ilhamla geliştirilecek yeni yapıştırıcıları nasıl kullanabileceklerini düşünüyorlar. Yves Brun de yapışkanın ameliyatlarda yaraları kapatmada ya da dişçilikte geniş bir kullanım alanı bulacağı görüşünde.

Bu bakteri kendisini kayalara ve cam pipetlerin iç yüzeylerine ince uzun sapından yapıştırıyor. Bakterinin sapında, üzeri zincir şeklindeki şeker molekülleri ile kaplı bir tutunma aleti var. Bakterinin kuvvetli bir şekilde yapışmasını bu şeker moleküller sağlıyor. Caulobacter her türde zemine yapışmak için özel bir vantuzlu tutunma aleti ile yaratılmış.

Birçok kabuklu deniz canlısı yaşamaları için ihtiyaç duydukları doğal yapıştırıcıyı üretecek biçimde yaratılmıştır. Bu yapıştırıcılar bazen resimdeki midyenin sadece altı noktadan kendisini asmasını sağlayacak kadar güçlü olabilmektedir. Ancak midyenin yapıştırıcısı bile tatlı su bakterisininkinin yanında oldukça zayıf kalmaktadır.

Bilim adamları şimdi bu yapıştırıcıyı üretebilmek için çalışıyorlar. Bunu yaparken hiçbir yere değmemesine dikkat etmeleri gerekiyor, çünkü yapıştırıcı tazyikli sudan bile etkilenmediği için, yıkayarak temizlemek mümkün olmuyor.

Bakteride bulunan bu yapıştırıcıyı taklit etme girişimi, bugün evrim teorisini savunan bilim adamları için de çok büyük bir hezimet anlamına gelir. Çünkü, sözde evrim basamağının en gelişmiş canlısı olarak kabul ettikleri insanın, sözde en basit yapılı canlılardan biri olarak kabul ettikleri bakteriyi taklit etmeye çalışması; ondan ilham alması evrimciler açısından kabul edilemez bir durumdur.

Evrim teorisini savunanlar, aslında bu canlıların basit bir yapılarının olmadığını çok iyi bilirler. Bu nedenle, söz konusu mükemmel canlıların özelliklerine değinirken, sahip oldukları mekanizmaları açıklamaya çalışırken sürekli olarak bir çıkmaz ve tereddüt içindedirler. Mikroskobik bir canlının varlığını açıklamaktan aciz olan evrim gibi bir teorinin karşılaşmaktan çekindiği en büyük gerçeklerden biri işte budur. 21. yüzyılın gelişen bilim ve teknolojisi evrim teorisi yalanını bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Bu canlılarda karşılaştığımız her özellik, Allah’ın gözle görünmeyen bir canlıda nasıl kusursuz bir sanat meydana getirdiğini keşfedebilmek ve bunu takdir edebilmek için bir yol olacaktır.

2 Kasım 2014 Pazar

Salgın Hastalıklar Kıyamet Alameti mi?

Dönem dönem dünyayı saran salgın hastalıklar insan yaşamında büyük tehdit oluşturmuştur. Geçmişte yaşanan büyük salgın hastalıklar gibi günümüzde de ortaya çıkan iki hastalık vardır. Bu iki hastalık da öncekiler gibi büyük öneme sahiptir. Deli dana ve kuş gribi. Deli dana ve kuş gribi kendileri ile aynı dönemde varolan hastalıklarla karşılaştırıldığında, önemli farklar taşımaktadırlar.

 Örneğin pek çok hastalık, dünya genelinde yaşanmayıp sadece bölgesel olarak görüldüğü halde, bu iki hastalık diğer hastalıklardan farklı olarak sadece belli bir bölge veya kıtada değil, dünyanın pek çok ülkesinde, Avrupa'dan Afrika'ya, Asya'dan Okyanus ülkelerine kadar geniş bir alanda görülmekte ve çok hızlı yayılmaktadır. Ayrıca bu hastalıklar diğer birçok hastalığın aksine tam kayboldu derken yeniden ortaya çıkarak insan sağlığı için tehdit olmaya devam etmiştir.

İçinde bulunduğumuz dönemin ahir zaman olması açısından başka bir öneme sahip olan bu iki hastalık Peygamberimiz (sav)'in 1400 yıl önce ahir zaman alameti olarak haber verdiği şu hadislere bir kez daha dikkat çekmektir:

"... Sizin içinizde koyunların burunlarından akan ve aniden öldüren hastalık gibi ölümcül iki hastalık yaygınlaşacaktır." (Sahih–i Buhari.cizye(2/278 fethul bari)

"İnsanlar, şiddetli bir korku üzerinde olmadıkça, Mehdi zuhur etmez. Ondan önce zelzeleler, fitneler, insanların başına gelen belalar ve taun (veba) hastalığı zuhur edecektir…

İşte o vakit (Mehdi) zuhur edecektir. Ona yetişene ve onun yardımcılarından olanlara müjdeler olsun. Ona muhalefet edenlere ve emrine karşı gelenlere yazıklar olsun." (FERA İDU FEVAİDİ'L FİKR Fİ'L İMAM EL-MEHDİ EL-MUNTAZAR)

"Ölümler çoğalacaktır. Kudüs'ün fethi gerçekleşecektir. Sizin aranızda kolera ve şarbon (koyunlarda görülen bir hastalık) gibi ölümcül iki hastalık yaygınlaşacaktır." (FERA İDU FEVAİDİ'L FİKR Fİ'L İMAM EL-MEHDİ EL-MUNTAZAR -Buhari "Sahih"inde tahric etmiştir.)

"Altı şey kıyametten önce olur: …sonra çok ölen olur. Sizin içinizde koyunların burunlarından akan ve aniden öldüren hastalık gibi ölümcül iki hastalık yaygınlaşacaktır." (Sahih–i Buhari.cizye(2/278 fethul bari)
Not: Kuş gribi virüsleri, kuşları ve daha seyrek olarak domuzları enfekte eder. Enfekte olan kuşlar, virüsü tükürük, burun salgıları ve dışkılarıyla yayarlar.

Kuş Gribi Nedir?

Uzakdoğu Asya'da kuşlar ve kümes hayvanları arasında başlayan ve sonra insanlara geçen kuş gribi tüm dünya için büyük risk oluşturuyor. İnsan ve diğer canlı türleri gibi kanatlı hayvanlar da gribe yakalanabilmektedir. Kuş gribinin 15 ayrı çeşidi vardır.

İnsanlara Nasıl Geçiyor?

Kuş gribi, hasta ve hastalıktan ölmüş hayvanlarla yakın temas halindeki insanlara bulaşabilir. Bu hayvanların gözyaşı, burun akıntısı, boğaz akıntısı veya dışkısıyla temas edenler de hastalığa yakalanabilir. Ayrıca bu atıklarla kirlenen yüzeylerle temas etmek ve bu virüsü solunum yoluyla almakla insanlara bulaştırabilir. Virüs insana geçtikten 2-4 gün sonra hastalık ortaya çıkar.

Bu Tehlike Ne Zaman Bitecek?

Bunu kesin olarak söylemek şu anda çok zor ancak bu virüs 20 derecede ölüyor. Ancak her sonbaharda yeniden göçmen kuşlar kanalıyla yeni bir tehlikenin gelmesi mümkün. Bu nedenle kanatlı hayvanlara yönelik alınacak tedbirlerin uzun yıllar boyu sürdürülmesi gerekiyor.

Riskli Ülkeler Hangileri?

2003 yılından günümüze kadar H5N1 virüsü ile hastalık, hayvanlar arasında dünyada salgın şeklinde şu sıra ile ortaya çıktı: Kore, Vietnam, Japonya, Tayland, Kamboçya, Laos, Endonezya, Çin, Malezya, Rusya, Kazakistan, Moğolistan, Türkiye, Romanya ve Hırvatistan. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bu ülkeleri riskli olarak açıkladı. (Hastalık bu açıklamanın ardından Avrupa'nın pek çok ülkesinde de görülmüştür.)
Kuş Gribi Tavuk Vebası mı?
Evet, hastalık tıp dilinde, Avian influenza, halk arasında tavuk vebası veya kuş gribi olarak da biliniyor.
www.hurriyet.com.tr
Deli Dana Hastalığı...
Bu salgın hastalık hakkındaki ilk vaka 1986 yılında bildirilmiş, Ocak 1993'te 35 bin vaka ile en yüksek noktaya ulaşmıştır.
Tedavisi bulunmayan bu hastalık her yıl farklı ülkelerde adını duyurarak varlığını devam ettirmiştir.
Hastalık halen çeşitli ülkelerde adını duyurarak insan sağlığını tehdit etmeye devam etmektedir.
Duruş, hareket, duyu bozuklukları ve sinirsel dokuların bozulmasıyla karakterize olan öldürücü, bulaşıcı olabilen bir hastalıktır ve beyindeki süngerimsi değişikliklerle kendini göstermektedir.
Bu hastalığın da kuş gribi gibi henüz tatminkar bir tedavisi yoktur.

Salgın hastalıklar dönem dönem tüm dünyada insanlar arasında etkili olmuştur. Ancak günümüzdeki hastalıkların, geçmiştekilerle karşılaştırıldığında, çok daha hızlı yaygınlaştıkları görülmektedir. Geçmişte sadece belirli bölgelerde etkili olan hastalıklar, günümüzde ulaşımın kazandığı hız oranında birçok ülkeye bir anda yayılabilmektedir.

Kuş Gribi Hakkında Basından Başlıklar.

H5N1'in ilerleyişi sürüyor.
Ölümcül kuş gribi virüsü Asya ve Avrupa'da yayılmaya devam ediyor.
Kuş gribi nedeniyle 100 milyon tavuk öldü.
Son belirlemelere göre Vietnam ve Tayland'da kuş gribinden yirmi iki kişi öldü.
Kuş gribi Avrupa'da yayılıyor.

BM: 150 milyon kişi kuş gribinden ölebilir.
Ölümcül kuş gribi Azerbaycan'da
Danimarka'da kuş gribi vakası
Hindistan'da yeni kuş gribi vakası görüldü.

Polonya'da 1 kuğuda daha kuş gribi
Pakistan'a da sıçradı.
Mısır'da insanda kuş gribi görüldü.
Kuş gribi, Kamerun'da da ortaya çıktı.

Kazakistan'da kuş gribi
Malezya'da yeniden kuş gribi salgını
İsviçre'de kuş gribi alarmı
İsrail'de ilk kez kuş gribi şüphesi
İsveç'te kuş gribi
Hırvatistan'da martılarda H5N1
Asrın vebası kuş gribi

Mükemmel Ambalanjlanmış Polenler

Yakından bakınca her biri birer sürreal sanat tablosu gibi görünüyor ama öyle özel yaratıma sahipler ki, hayret etmemek mümkün değil! Polenin etrafı "sporoderm" diye adlandırılan bir kabuk tarafından sarılmıştır. Bu kabuğun dış kısmında bulunan ve "ekzin" olarak adlandırılan tabaka, organik alemin bilinen en dayanıklı maddesidir ve kimyasal yapısı henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu madde genel olarak asitlerin ve enzimlerin yol açtığı bozulmalara karşı çok dirençlidir. Ayrıca yüksek sıcaklık ve basınçtan da etkilenmez.

Görüldüğü gibi, bitkilerin devamlılığı için varlıkları zorunlu olan polenlerin korunmaları için çok detaylı tedbirler alınmıştır; polenler adeta özel olarak ambalajlanmışlardır. Bu sayede polenler hangi metodla taşınırlarsa taşınsınlar, ana gövdelerinden kilometrelerce uzaklıkta dahi canlılıklarını sürdürebilirler. 

Polendeki bu detaylı yapıda da görüldüğü gibi Allah yarattığı her şeyde bize benzersiz sanatını gösterir ve bunların üzerinde düşünmemizi ister. Polenler ilk olarak çiçeklerin erkek üreme organlarında üretilirler ve oradan da çiçeğin dış bölümüne doğru ilerlerler.

 Buraya ulaştıktan sonra da olgunlaşmaya başlarlar ve sonraki nesil için döllenmeye hazır hale gelirler. Bu polenin hayatındaki ilk aşamadır. Polen, gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikroorganizmadır (kayın ağacını poleni 2, kabağın poleni ise 200 mikron büyüklüğündedir) (1 mikron=1/1000mm). Polenin içinde bitkinin üreme hücreleri vardır. Bu hücrelerin dış etkenlerden zarar görmeden canlılıklarını koruyabilmeleri için çok iyi bir şekilde saklanmaları gerekir. Bu yüzden polenin yapısı son derece sağlamdır.  

"O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir." Haşr Suresi, 24

5 Ekim 2014 Pazar

Darwinizm'i Yalanlayan Hormonlar

 Siz hiç farkında olmadığınız halde, vücudunuzda her an binlerce emir gider gelir ve yaşamınızı en uygun ve en kolay hale getirir. Örneğin, heyecanlandığınızda veya korktuğunuzda, sinir hücreleriniz derhal sinyal sistemini uyarır ve büyük bir hızla ve yolunu şaşmadan hedefe ulaşarak böbrek üstü bezlerinizi hareketlendirir. Mesajı alan böbrek üstü bezleri adrenalin hormonu salgılar. 

Adrenalin hormonu ise kana karışarak, neredeyse bütün vücudu alarma geçirir. Sindirim organlarının hareketlerini engeller ve sindirme sürecini durdurur. Böylece sindirime katılmayan önemli miktarda kan, kasları beslemek üzere boşta kalmış olur. Aynı zamanda kalbin ritmi hızlanır, kan basıncı artar. Akciğerlerin bronşları genişleyip, oksijen girişini ve kanın oksijenle beslenmesini hızlandırır. Kandaki şeker miktarı artar. Bu da kaslara fazladan enerji sağlar.

 Nihayet gözbebekleri genişler ve gözlerin ışık uyarımlarına karşı duyarlılığı artar. Bütün bu etkiler biraraya geldiğinde ise, bir insan ister kaçma, ister savunma, isterse de saldırma durumuna geçmek üzere olsun, her durumda büyük bir performans göstermeye hazır duruma gelir.

 Sinir hücreleri, cansız ve bilinçsiz atomlardan oluşan yapılardır. Ancak bu atomlar, vücudun ihtiyaç duyduğu durumları hemen anlayarak, vücudun ilgili yerine derhal mesaj gönderirler. Mesajı alan yer de kendisine gelen mesajı hemen anlar ve harekete geçerek gerekli hormonu üretir. . Bu kusursuz sistemlerin üstün bir Yaratıcı olan Allah tarafından yaratıldıkları açık ve kesin bir gerçektir.

Uzaydaki Olağanüstü Detaylar

Güneş Dünya'ya yaşam sağlayabilmek için en uygun büyüklükte ve Dünya'ya en uygun uzaklıktadır. 
 
Evrende bir yıldız ne kadar büyükse o kadar hızla yanar. Bizi ısıtan ve bize besin ve yaşam sağlayan Güneş, eğer şu an olduğundan on kat daha büyük olsaydı, oluşumundan on milyar yıl sonra değil, on milyon yıl sonra sönecekti ve bizler şu anda burada olamayacaktık. Eğer Güneş'e çok yakın bir yörüngede bulunsaydık, Yerküre üzerindeki her şey buharlaşıp yok olurdu. Çok daha uzak bir yörüngede olsaydık, bu durumda da her yeri buzlar kaplayacaktı.
 
Güneş, Dünya'ya yaşam sağlayabilmek için en uygun büyüklükte ve Dünya'ya en uygun uzaklıktadır. 

Dünya eğer Güneş'ten yalnızca %1 oranında uzak ya da ona %5 oranında yakın olsaydı, üzerinde yaşanılamaz bir gezegen olurdu. Söz konusu yüzdeler, evrendeki büyük sayılar dikkate alındığında aslında oldukça küçük mesafe birimleridir.
 
 Bunu anlayabilmek için Venüs'ü örnek verebiliriz. Dünya'dan hemen önceki gezegen olan Venüs'e Güneş'in sıcaklığı bizden sadece iki dakika önce ulaşır. Büyüklük ve yapı açısından Venüs Dünya'ya oldukça benzerdir, fakat yörüngesel mesafedeki küçük bir fark, bu iki gezegen arasındaki "yaşam" farkının oluşmasının sebebidir. Bu iki dakikalık farkın sonucunda Venüs'ün yüzey sıcaklığı 4700C'ye ulaşır. Bu sıcaklık, kurşunu bile eritebilecek kadar yüksektir. Yüzeyindeki atmosferik basınç ise Dünya'dakinin 90 katıdır. Böyle bir basınç altında, insan yaşamı mümkün değildir. (Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi, Bill Bryson, Boyner Yayınları, 2003, sf. 216-217) 
 
Elbette ki Allah, uzayda var olan tüm gezegenler üzerinde yaşam yaratabilirdi. Ancak Allah, yaşamı yalnızca Dünya üzerinde var etmiştir. Bunun için sayısız faktörü hassas dengelere bağımlı kılmıştır. (Harun Yahya) Bunlardan sadece birinin dengesinin bozulması, Dünya üzerindeki yaşamı sona erdirmeye yeterlidir. Dünya üzerindeki yaşam, onun sahip olduğu kusursuz denge ve bunların bağımlı olduğu sebepler, tüm bunları yaratan Allah'ın kontrolü altındadır. Yaratılan her şey gibi üzerinde yaşadığımız Dünya da, Yüce Allah'ın kusursuz sanatına sahiptir. 

"O, sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), Güneş ve Ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir." (Enam Suresi, 96)

22 Eylül 2014 Pazartesi

Vücut Ağırlığının 5.000 Katını Taşıyabilen Karıncalar

1 eklem_karinca
Karıncalar, küçücük bir bedene sahip olmalarına rağmen, ağırlıklarının 5.000 katı kadar yük taşıyabilirler. Peki bu işlemi nasıl gerçekleştirirler?  

Yapılan araştırmalar ve deneyler sonucunda karıncaların şaşırtıcı kuvvetinin arkasında biyomekaniğin sırrı ortaya çıktı. Karıncaların boynundaki eklemin, kompleks ve son derece entegre mekanik bir sistem olduğu görüldü. Araştırmaların sonunda karıncaların kendi ağırlığından kat kat yükü taşımasındaki en büyük etkenin boynundaki eklemleri olduğu anlaşıldı. 

Ohio State Üniversitesi’ndeki mühendisler, karınca boynunun gücünü ve üst sınırlarını daha iyi anlayabilmek için canlının iç ve dış anatomisinin üç boyutlu modellerini oluşturdular. Bu sayede Formica exsectoides adlı karıncanın mekanik işlevleri, yapısal tasarımı ve malzeme nitelikleri arasındaki ilişki incelendi.

Aşağıdaki resimde görüldüğü gibi karıncanın baş ve göğüs bölgesindeki sert dış kabuğunu, arasında yumuşak dokudan oluşan, tek bir eklem birleştiriyor. Karınca besin maddesi veya başka bir cisim taşırken, boyun eklemi yükün tüm ağırlığını taşıyor.  Karıncanın boynundaki bu eklem düz bir çizgi haline geldiğinde ise karınca, bedenine en fazla gücü uygulayabiliyor. 

 Mekanik ve Hava Uzay Mühendisi Yardımcı Profesör Carlos Castro bu hareketi, “Yük ağızdaki parçalar ile kaldırılıyor, boyun ekleminden göğüs bölgesine aktarılıyor ve altı bacak ile birlikte zemine tutunan alt bacak bölümüne dağılıyor” diye açıklamaktadır.

 Allah’ın karıncalara verdiği bu mükemmel özelliğin, ultra hafif robot teknolojisi ve insanlara yardımcı olan cihazların geliştirilmesinde kullanılarak büyük bir ilerleme kaydedileceği düşünülmektedir. Minik bir karıncanın kendi ağırlığından çok daha fazla bir  yükü rahatlıkla taşıyabilmesi, karıncaların da diğer tüm canlılar gibi her an alemlerin Yaratıcısı olan Allah’ın kontrolünde olduğunun delilidir.
“.. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)

Suçluyu Bulan Dna

dna 12
Pek çok bilimsel konunun tarihte çok eskilere uzandığına dair bir kanaatimiz vardır. Halbuki bilimsel keşiflerin bir kısmı, özellikle insan DNA’sıyla ilgili bilgiler sanıldığı kadar da çok eski tarihlere uzanmaz. Hemen hemen pek çoğu yakın geçmişte bulunmuş keşiflerdir.
Örneğin DNA dizileri (DNA izi) 1987 yılında Leicester Üniversitesi’nde biyokimya profesörü olan Alec Jeffreys tarafından keşfedilmiştir.

Ve tarihte ilk kez adli tıp, DNA üzerinden suçlu tespit edebilme kolaylığına erişmiştir.
Globin proteini üzerinde çalışan Jeffreys, bu çalışmaları esnasında DNA dizilerinin insandan insana, barkod sistemi gibi farklılık gösterdiğini, herkesin DNA’sının kendisine özel bir sistem olduğunu tespit etmiştir.
Bu vesileyle hata yapma riski neredeyse kalmamış ve gerçek suçlular tek tek tespit edilebilmeye başlanmıştı. Çünkü DNA izi %99,99 ihtimalle bizlere doğru bilgi verir. Hiç kimsenin DNA izi bir başkasının DNA iziyle aynı değildir.

Bu vesileyle her canlının sahip olduğu özelliği öğrenmemiz mümkün olur. Örneğin hakkında hiç bir bilgimiz olmayan 5 adet kan örneğinin DNA’sından, bunların hangi canlılara ait olduğunu tespit etmemiz mümkündür.

Kuş, kedi, insan, balık, tavşan. Kan örnekleri bizlere kimlik bilgilerini hemen verir. Dolayısıyla herhangi bir kan örneğinin kime ait olduğu hakkındaki bilgiye de hemen ulaşırız.
Bunları, saç teli, kıl, kepek, deri, kan, tükürük, ağız içi hücreleri, tırnak gibi yollarla kolaylıkla elde etmek mümkündür. Birkaç saat içerisinde otomatik cihazlarla DNA izi çıkarma işlemi kolaylıkla yapılabiliyor. Hatta 300 bin yıl öncesinden kalan bir mumyanın DNA’sından dahi DNA izine ulaşmak mümkün.

Bir kıl kökü bizim için son derece küçük bir parçadır belki ama mikro boyutta bir kıl kökünde binlerce hücre bulunur. Tek bir hücrenin DNA’sından ise bir insanın kim olduğu bilgisine ulaşırız. Bu Allah’ın yaratmış olduğu bir harikadır.

Örneğin 1953’te DNA sarmalını ilk bulan Watson, kendi DNA’sını incelemiş, ve köklerinin Afrika’ya dayandığını öğrenince büyük bir şaşkınlık yaşamıştır.

Bu işlem için genellikle yanak içi mukoza hücreleri kullanılır. Hücrelerin zarları parçalanarak DNA ortaya çıkarılır. Bunun için toz solüsyonları ve DNA’nın sarılı olduğu proteinleri parçalayan enzimler kullanılır. Bu işlem 1-2 saat sürer. Kalite kontrolü açısından yapılan bir nevi teyit niteliğindeki işlem için ise 2-3 saatlik bir süre daha gerekir.

Elde az miktarda DNA varsa bunu çoğaltmak da mümkündür. Örneğin tek bir kıldan elde edilen DNA yeterli olmazsa, bunu çoğaltmak için, 2-3 saat süren polimeraz zincir tepkimesi (PCR) yöntemi kullanılır.  Moleküler biyoloji laboratuvarlarının vazgeçilmezi haline gelen bu keşif, kaşifi tarafından Nobel Ödülü almış bir yöntemdir. PCR ile çoğaltılan DNA molekülleri, 2-3 saat süren elektroforez yöntemi ile elektrik alanda hareket ettirilirler. Yani bir cihaz herkeste farklı olan DNA dizilerindeki A, T, G ve S moleküllerini okur. Sonuç olarak uzmanlar kişinin DNA izini analiz etmiş, kişinin barkodunu çıkarmış olurlar.

Tek bir DNA’nın yaptığı tanıyı hiçbirimizin yapması asla ve asla mümkün değildir. Tek bir DNA’da kişiye ve canlıya ait ansiklopediler dolusu bilgi kayıtlıdır.
Elimizde 1000 yıllık bir kafatası olduğunu farz edelim. Herhangi birine, “Bu kişinin kaşı, göz rengi, saç rengi, boyu, kimliği hakkında bize doğru bilgileri ver” diyelim. Buna tahminlerin ötesinde doğru cevap verebilecek tek bir insan dahi yoktur. Gözle dahi göremediğimiz DNA’nın içinde ise o kişiye ait her türlü bilgi vardır.

İşte bu Allah’ın, yarattığı her şeye yüklediği mucizevi detaylara örnek konulardan bir tanesidir. Allah’ın yaratma sanatının delillerini yaratılan her şeyde görürüz. Allah yarattığı her şeye üstün bir Yaratıcı’nın var olduğuna dair insanları düşündürecek işaretler kodlamıştır. Evrende var olan her şey bizleri Allah’ın varlığının delillerine götürür. Ve hiç bir şeyin asla kendi kendine tesadüfen var olamayacağını ilim sahibi olan kişiler çok iyi bilirler.

İnsanların bir kısmı bir keşif yaptıklarında haşa bunu Allah’tan bağımsız bir olay olarak addeder ve bunu içlerindeki kendilerini yüceltme, büyütme dürtüsüne bir vesile kılarlar. Halbuki Allah insanlara ilminin sırlarını açmıştır. Bunlar, Allah’ın insanlar için açılmasına izin verdiği sırlardandır. Kainattaki bütün kanunları, her ilmi yaratan Allah’tır ve izin verdiği ölçüde yaratmış olduğu kanunların, ilimlerin sırlarını Allah kullarının hizmetine verir, bilgisine sunar.

Ali İmran Suresinin 18’inci ayetinde Rabbimiz, “Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O'ndan başka ilah yoktur.”

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Usta Mimar Akrepler

Allah canlılarda Üstün Aklı’nı tecelli ettiriyor. Aklı ve düşünme kabiliyeti olmayan canlıların adeta bir mühendis veya mimar gibi ortaya koydukları eserler Allah’ın ilhamına göre hareket ettiklerinin ispatı niteliğinde oluyor.

Yeni yapılan araştırmalar sonucunda akreplerin de usta bir mimar gibi yuvalarını inşa ettikleri ortaya kondu. Akrepler önce kısa ve dikey bir giriş ardından yüzeye yatay olacak biçimde düzleşen bir yuva inşa ediyorlar. Bu yuvalar sonra aniden aşağıya doğru dönüyor ve çıkmaz bir odada sonlanıyor. Bu serin ve nemli odanın içinde buharlaşma en düşük seviyede oluyor. Akrep bu odayı bir nevi sığınak gibi kullanarak gündüzün sıcaklığından uzak durarak dinlenebiliyor.

Bunun yanı sıra Negev’de bulunan Ben Gurion Üniversitesi bilim adamlarının tespitine göre akrepler gece avına çıkmadan önce yuvalarında oluşturdukları platform ile ısınabiliyorlar.


Akrepler soğukkanlı canlılar ve vücut sıcaklıklarının düzenlenmesi için çevrede bulunan enerjiye bağımlılar. Araştırmacılar, akreplerin yuvalarında oluşturdukları bu platformun gece vakti yemek bulmak için dışarı çıkmadan önce vücut sıcaklıklarını arttırabilecekleri sıcak bir alan olduğunu düşünüyorlar.

İsrail’in Negev Çölü’nde çalışma yapan araştırmacılar, Scorpio Maurus Palmatus akreplerini yakaladıktan sonra yuvalarını erimiş alüminyum ile doldurarak kalıbını çıkarttılar. Bu malzemenin katılaşmasının ardından yer üstüne çıkartıp 3 boyutlu lazer tarayıcı ve yazılımlar ile analiz ettiler. Ve bu yuvanın ileri bir tasarıma sahip olduğunu gördüler. İncelenen tüm akrep yuvaları benzer tasarıma sahipti.

Bilimsel gelişmeler canlıların tesadüfi hareket etmediklerini aksine Allah’ın ilhamıyla bir mimar gibi yuvalarını yaptıklarını ispat etmektedir. Nitekim akrepler ne mimarlık okumuş ne de yuva inşa etmek için başka bir eğitim almışlardır. Akılları ve düşünme yetenekleri de yoktur. Dolayısıyla aklı ve vicdanı olan her insan bu önemli iman hakikatini düşündüğünde tek bir sonuca varacaktır: Canlıları Allah yaratmıştır. Her canlı Allah’ın kontrolünde hareket etmektedir.

Ateş karıncalarının sal inşa etme tekniğindeki mükemmel yaratılış

Ateş karıncaları suyun üzerinde kalabilmek için bir sal hatta adeta bir gemi inşa ediyorlar. Bu “gemi”nin hem mimarı kendileri oluyor hem de bütün malzemelerini karıncaların aslında kendileri oluşturuyor. Bu şekilde tam bir fedakarlık örneği sergiliyorlar.
 
Araştırmacılar karıncaların kurdukları bu salları minyatür bir bilgisayarlı tomografi cihazıyla tarayarak, yapının en güçlü yerini, iç kısmını incelediler ve karıncaların birbirleriyle yaptıkları bağlantıları ortaya çıkardılar. Yani geminin projesi açığa çıkartılmış oldu.

Bundan üç  yıl önce Georgia Teknoloji Enstitüsü’nden araştırmacılar ateş karıncalarının hayatlarını kurtarabilmek için nasıl birlikte çalışarak su geçirmez sallar inşa ettiklerini incelemeye başladıklarında, salların köşe ve üst kısımlarında karıncaların her birinin vücut ağırlıklarının yaklaşık 400 katında bir kuvvet ile birbirlerine tutunduklarını keşfettiler! Bu kuvvet 100 kg lık bir insan için, 40 ton yani 2 tır ya da 8 afrika fili ağırlığında bir kuvvet oluşması anlamına gelir.

Araştırmacılar karıncaların oluşturduğu bu salları dondurma yöntemini izleyerek, tekrar minyatür bir bilgisayarlı tomografi cihazı yardımıyla incelediler. Profesör David Hu, “Şimdi her tuğlanın nasıl bağlandığını görebiliyoruz. Bu bir deponun içine bakıp, iskele ve kirişleri görmeye benziyor,” dedi. Hu salın içinde birçok kiriş olduğunu gördü.

Yani karıncalar aralarında çok fazla bağlantı oluşturuyorlardı. Ortalama olarak her karınca yaklaşık 5 diğer karınca ile arasında bağlantılar kuruyordu. Peki bunu nasıl yapıyorlardı?
Karıncaların altı bacağı vardır, fakat pençelerini, yapışkan tabanlarını ve çenelerini kullanarak her biri yaklaşık 14 bağlantı oluşturur. Büyük karıncalarda bağlantıların sayısı 21’e çıkar. Taranan 440 karınca içinden yüzde 99 kadarının bacakları komşularına bağlanmış durumdaydı. Bu bağlantıların meydana getirdiği güç sayesinde güçlü akımlara rağmen sal parçalanmıyordu. Demek ki ne kadar çok kenetlenme noktası olursa, oluşan çekme gücü yani ağırlıklarının 400 katı kadar olan güç o kadar noktaya dağılarak vücudun dayanma gücünü arttırmış oluyordu.

Araştırmacılar daha küçük karıncaların, büyük karıncaların çevresindeki boşlukları doldurduklarını tespit ettiler. Bu sayede suyun içeri sızması önleniyor, salda zayıf nokta kalmaması sağlanıyor. Büyük veya küçük karıncalar paralel olmak yerine, daha çok dikey yerleşiyorlardı. Bu da salın koşullara göre genişleyip, daralarak uyum göstermesini sağlıyor. Bu da gösteriyor ki karıncalar aralarında birlik olarak çok büyük kuvvet ortaya çıkartıyorlar.

Ancak bilgisayarlı tomografi taramaları bir soruya cevap veremedi: Karıncalar nereye gideceklerini ve ne yapacaklarını nasıl biliyorlar? Bu işbirliği, araştırma ekibinin henüz açıklayamadığı bir sır.
Hu, bu konuda şöyle bir açıklama yapıyor: “Ateş karıncaları özelleşmiş mühendisler. Tuğla döşüyorlar ve tuğla olarak davranıyorlar.” Bunun nasıl gerçekleştiği daha iyi anlaşıldığında, insanlar ve makineler için yeni uygulamalar geliştirilebilir.

Allah canlılar arasında Kendi yarattığı fedakarlığı, işbirliğini, aklı ve zekayı görmemiz için bize bu örnekleri göstermektedir. Bu kadar küçük canlıların hatta yavrularının bile biraraya gelip nasıl sal inşa edebileceklerini bilmeleri, mümkün değildir. Ne kadar çok noktadan birbirlerine kenetlenirlerse o kadar yüksek kuvvet oluşabileceğinin bilgisi bu karıncalara ait değildir. Bu davranışı onlara ilham eden Allah’tır. Muhtemelen en alttaki karıncalar arasında hayatını kaybeden ya da sakatlananlar olabilecektir ama bu riski göze alabilmeleri, kendilerini feda edebilmeleri yine Allah’ın canlıları fedakarlık ve beraberlik üzerine yarattığının birer göstergesidir.
  
Allah bir ayette : ¨ Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır.. ¨ (Nahl Suresi, 66) buyurmaktadır

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Guguk Kuşu

Guguk kuşu
Guguk kuşunun, başka kuşların yuvalarına yumurtlayıp, yavrularını bu yuvalardaki ebeveynlere baktırdığını biliyor muydunuz?...

Dişi guguk, yumurtlama vakti geldiğinde adeta zamanla yarışır. Devamlı uyanık ve dikkatli olan kuş, yapraklar arasında gizlenerek, yuva yapan çiftleri gözler. Daha önceden iyi tanıdığı bir kuş türünün yuva yaptığını görünce ne zaman yumurtlaması gerektiğine karar verir. Artık, yavruya bakacak kuş belirlenmiştir.
Guguk, bakıcı kuşun yumurtlamaya başladığını görür görmez harekete geçer. Kuş yumurtladıktan sonra yuvadan ayrılır ayrılmaz, hiç vakit kaybetmeden yuvaya gider ve kendi yumurtasını bırakır. Ama burada çok akıllıca bir şey daha yaparak, yuvanın gerçek yumurtalarından birini aşağı atar. Bu, yuvanın sahibi olan kuşun şüphelenmesini engelleyecektir.
Dişi guguk kuşu, yumurtalarını başka bir kuşun yumurtalarının yanına bırakır. Bunun için seçtiği bir yuvayı uzun süre gözetler. Yuvanın sahibi uzaklaşınca, hemen yuvaya gizlice bir yumurta bırakır. Bu arada yuvadaki yumurtalardan birini de aşağı atarak, durumun fark edilmesini önler.
Anne guguk kuşu, yavrusunun güvenilir bir hayata atılması için şaşılacak kadar mükemmel bir strateji ve zamanlama yapmaktadır. Çünkü dişi guguk bir mevsimde 1 değil tam 20 tane yumurta yapar. Buna uygun olarak, çok sayıda bakıcı ebeveyn saptayıp, bunları gözetlemesi ve yumurtlama zamanlarını iyi ayarlaması gerekmektedir. Anne gugukların iki günde bir yumurtlamaları ve her yumurtanın yumurtalıkta beş günde oluşması dolayısıyla, kuşun kaybedecek bir dakikası yoktur.

12 günlük bir kuluçka devresi geçirip yumurtadan çıkan guguk yavrusu, 4 gün sonra gözlerini ilk kez açtığında, ona çok müşfik davranan -ama aslında kendisinin olmayan- ebeveynleri ile karşılaşır. Yumurtasından çıkar çıkmaz ilk işi de, ebeveynlerin olmadığı bir zamanda, yuvadaki diğer yumurtaları aşağı atmaktır. Bakıcı ebeveynler kendilerinin sandıkları yavruyu büyük bir özenle beslerler. Yavrunun yuvadan ayrılacağı 6. haftaya doğru karşımıza ufak iki kuşun (ebeveynin) doyurduğu koca bir kuşun, yani guguğun ilginç görüntüsü çıkar.
Yavru guguk kuşunun yumurtadan çıkar çıkmaz yaptığı ilk iş yuvadaki diğer yumurtaları sırtlayarak yuvadan aşağı atmaktır. Böylece yuvadaki bakıcı ebeveynler yalnızca kendisini besleyecektir.
Bakıcı kuş, 6 hafta geçmesine ve guguk kuşu yavrusu kendisinin birkaç misli büyüklüğe ulaşmasına rağmen annelik vazifesini özenle sürdürür.
Guguk kuşunun, yavrularını başka kuşların himayesine terk etmesi üzerinde düşünelim. Acaba anne guguk, yavrularına bakmaya üşendiğinden veya yuva yapmayı bir türlü beceremediğinden mi böyle bir yola başvurmuştur? Yoksa, daha önceleri yuva yapıp yavrusuna baktığı halde, bunun oldukça zahmetli bir iş olduğunu fark etmiş, ardından bu yöntemi mi keşfetmiştir? Sizce bir kuş kendi başına böyle bir plan yapabilir mi? Elbette ki bu varsayımların hiçbiri doğru değildir. Bu canlıya neler yapacağı ilham edilmektedir. Guguk kuşları da diğer bütün varlıklar gibi Allah'ın kendilerine emrettiklerini yapmaktadırlar.

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Atomun Yapısında Saklı Güç

Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudunuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en küçüğünden en büyüğüne kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz her şey atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki, en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek mümkün değildir. Bir atomun çapı milimetrenin milyonda biri kadardır.

Bu küçüklüğü bir insanın gözünde canlandırması pek mümkün değildir. O yüzden bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım: Elinizde bir anahtar olduğunu düşünün. Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmeniz mümkün değildir. Görebilmek için elinizdeki anahtarı dünyanın boyutlarına getirdiğinizi farz edelim. Elinizdeki anahtar dünya boyutunda büyürse, işte ancak o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve siz de onları görebilirsiniz. 

Peki bu kadar küçük bir yapının içinde ne vardır? Bu derece küçük olmasına rağmen atomun içinde evrende gördüğümüz sistemle kıyaslanabilecek kadar kusursuz, eşsiz ve kompleks bir sistem bulunmaktadır. Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp-dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır.

Çekirdek, atomun tam merkezinde bulunmaktadır ve atomun niteliğine göre belirli sayılarda proton ve nötrondan oluşmuştur. Çekirdeğin yarıçapı, atomun yarıçapının onbinde biri kadardır. Biraz önce bahsettiğimiz gibi, elinizdeki anahtarı dünya boyutlarına getirdiğinizde ortaya çıkan kiraz büyüklüğündeki atomların içinde çekirdeği arayalım. Ama bu arayış boşunadır, çünkü böyle bir ölçekte bile çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme olanağımız kesinlikle yoktur. Çekirdeği görebilmemiz için atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre yüksekliğinde kocaman bir top olmalıdır. Bu akıl almaz boyuta karşın atomumuzun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri bir duruma gelmeyecektir. 

Ancak burada son derece şaşırtıcı bir durum vardır: Hacmi atomun 10 milyarda biri olmasına rağmen, çekirdeğin kütlesi atomun kütlesinin %99.95'ini oluşturmaktadır. Peki bir şey nasıl olur da bir yandan kütlenin yaklaşık tamamını oluştururken, diğer yandan da hemen hemen hiç yer kaplamaz?
Bunun sebebi, atomun kütlesini oluşturan yoğunluğun, atomun çekirdeğinde birikmiş olmasıdır. Bunu sağlayan ise "güçlü nükleer kuvvet" ismi verilen kuvvettir. Bu kuvvet sayesinde atomun çekirdeği dağılmadan bir arada durabilir.

Buraya kadar anlattıklarımız tek bir atomun içindeki kusursuz sistemin sadece birkaç küçük detayıydı. Aslında atom üzerine ciltlerce kitap yazılabilecek kadar kapsamlı bir yapıya sahiptir. Ancak burada gördüğümüz bu birkaç küçük detay bile onun muhteşem yapısıyla birlikte Allah tarafından yaratıldığını görebilmek için yeterlidir.

6 Temmuz 2014 Pazar

Bukalemun Dili, Jet Uçağından Daha Hızlı

Zooloji ders kitapları bukalemunun balistik dilinin, hızlandırıcı bir kasla güçlendirildiğini yazar. Bu kas, sardığı – ve sert bir kıkırdaktan meydana gelen- dil kemiği üzerinde sıkıştıkça uzar. Ancak Proceedings of the Royal Society of London (Series B) dergisine kabul edilen bir çalışmada, bukalemunun beslenme davranışlarını inceleyen iki morfolog (şekil bilimci), bukalemun dilinin hızlı hareketi ile ilgili daha başka etkenlerin olduğunu buldu.
 
Hollandalı iki araştırmacı; Leiden Üniversitesi’nden Jurriaan de Groot ve Wageningen Üniversitesi’nden Johan van Leeuwen, bukalemun dilinin avı yakalama sırasında nasıl çalıştığını anlayabilmek için saniyede tam 500 kare yakalayan, hızlandırılmış x-ışını filmi çektiler. Filmler, bukalemun dilinin ucunun 50 g’de (g= yer çekimi sabiti) hızlandığını ortaya çıkardı. Bu hızlanma, bir jet uçağının erişebileceği hızlanmadan beş kat daha fazla.
 
Dil dokularını ayrıştıran araştırmacılar, hızlandırıcı kasın tüm bu işi yapmada gerekli kuvveti tek başına üretebilmenin yanına yaklaşamayacağını hesapladılar. Araştırmacılar bukalemun dillerini incelemeye aldılar ve hızlandırıcı kasla dil kemiği arasında, varlıkları bugüne kadar bilinmeyen en az 10 kaygan kılıf olduğunu keşfettiler. Dil kemiğine, bukalemunun ağzına en yakın uç noktada bağlanmış olan kılıfların, spiral olarak sarılmış protein iplikçikler içerdiği anlaşıldı. 
 
Bu iplikçikler hızlandırıcı kas kasıldığında, sıkışıp şekil değiştiriyor ve gerilmiş bir lastik bant gibi enerji depoluyor. Bunlar, gerilmiş ve uzamış kılıflar dil kemiğinin yuvarlak ucuna eriştiğinde, bulundukları yerden eş zamanlı olarak kayıyor, kuvvetle sıkışıyorlar ve dili itiyorlar. İplikçikler dil kemiğinden kayar kaymaz, kılıflar bir teleskobun tüpleri gibi birbirlerinden ayrılıyorlar ve böylece dil maksimum uzunluğuna erişiyor. Van Leeuwen, dilin “teleskobik bir mancınık gibi” çalıştığını söylüyor.
 
Bu mancınığın son derece çarpıcı bir özelliği daha var. Dilin ucu, ava çarpma anında bir vakum şeklini alıyor. (Dilerseniz, bukalemun dilindeki bu özelliği ortaya çıkaran araştırmanın sonuçlarını buradan okuyabilirsiniz) Bu fırlatmada dil, ağız içindeki dinlenme konumuna göre 6; bukalemunun bedenine göre 2 kat daha fazla uzayabiliyor.
 
Bukalemun dilinde içiçe geçmiş bu kılıfların evrimle hiçbir şekilde açıklanamayacağı ortadadır. Yaratılışı savunan bilim adamı Dr. Brad Harrub, konuyla ilgili makalesinde herbiri evrimcilere büyük açmazlar oluşturan şu soruları sormaktadır:
 
1) Bu kılıfların herbiri nasıl olup da doğru pozisyona evrimleşmiştir?
 
2) Dil bu uzunluğa nasıl büyümüştür?
 
3) Hızlandırıcı kas nasıl ortaya çıkmıştır?
 
4) Kılıflar hareketlerini, dili maksimum uzunluğa ulaştıracak şekilde nasıl koordine edebilmişlerdir?
 
5) Kılıflar ‘bir teleskobun tüpleri gibi birbirlerinden ayrılma’ yeteneğine nasıl sahip olmuşlardır?
 
6) Bukalemun, dili fırlattıktan sonra tüm bu parçaları yeniden toparlamayı nasıl öğrenip başarabilmiştir?
 
7) Eğer bu dil, evrimsel avantaj olarak kazanılmış ise diğer hayvanlarda neden bu avantaj evrimleşmemiş, başka hayvanlar benzer avlanma
metodlarına sahip olmamıştır?
 
8) Bukalemun (veya sözde evrimsel atası) tüm bu kompleks sistemler yavaş yavaş sözde evrimleşirken nasıl hayatta kalabilmiştir? 
 
Bir evrimcinin bu sorulara verilebilecek hiçbir cevabı yoktur. Bukalemun dilinin yatay kesitini şematik olarak gösteren soldaki resim, bu mükemmel sistemin özel bir tasarıma dayalı olduğunu ortaya koymaktadır. Farklı özellikte kas grupları; dilin fırlatılması, hızlandırılması, hedefe çarptığında vantuz şeklini alması ve hızla tekrar geri çekilmesi görevlerini kusursuz bir şekilde yerine getirmektedirler. Bu kas grupları birbirlerinin hareketlerini hiçbir şekilde engellememekte, avın bir saniyeden az sürede vurulup ağız içine çekilmesinde koordineli şekilde çalışmaktadırlar. Bunun ötesinde, görme sistemiyle beynin birlikte çalışması sayesinde avın konumu hesaplanmakta, daha sonra beyindeki nöronların sinyallemesiyle balistik dilin “ateşlenmesi” emri verilmektedir.
 
Elbette böyle kompleks bir tasarımı bukalemunun kendisi akledip tasarlamış değildir. Bu tasarım bizlere, üstün güç ve akıl sahibi Yaratıcı’nın varlığını göstermektedir. Hiç şüphesiz bukalemunu yaratan, herşeyi bilen, Aziz ve Hakim olan Yüce Allah’tır. Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:
Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz. (Nahl Suresi, 66)

4 Temmuz 2014 Cuma

Evrimin Adı Teoridir Gerçekte Evrim, Yüzyılın En Büyük Kitle Aldatmacasıdır

14 Ağustos 2009 tarihinde Habertürk kanalında yayınlanan Sansürsüz programında katılımcı Darwinistler, evrimin bir teori olduğunu ve şu an kabul edilmiş diğer teoriler gibi kabul edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Teori kavramını açıklarken, bilimin “dilinden hipotezler kullanarak ve çeşitli yasalarla ispatlanan şey” olduğunu belirtmişler ve bu açıklamayı esas alarak, evrimin, rölativite teorisi veya atom teorisi gibi ispatlanmış bir teori olduğu olduğunu iddia etmişlerdir.

Oysa bu, BÜYÜK BİR ALDATMACADIR

Rölativite teorisi, pek çok bulgu ve deney ile ispatlanmıştır. Atom teorisi, aynı şekilde ispatlıdır ve sürekli olarak yeni desteklenmekte ve güncellenmektedir. FAKAT EVRİM TEORİSİ, şu an içinde bulunduğumuz 21. Yüzyılda, TARİHİN EN BÜYÜK BİLİM SAHTEKARLIĞI ünvanına sahiptir. 

Çünkü evrim teorisi İSPATSIZDIR. Durumu, Darwin’in teoriyi ortaya attığı zamandan bile kötüdür. Darwin’den sonra gelişen bilim, Darwin’i de, bu teorinin sonraki savunucularını da ciddi şekilde küçük düşürmüştür. Ergi Deniz Özsoy’un teoriye destek olarak göstermeye çalıştığı GENETİK BİLİMİ, aslında PALEONTOLOJİDEN SONRA, DARWİN’İN EVRİM TEORİSİNİ TAMAMEN ÇÖKÜŞE UĞRATAN EN ÖNEMLİ İKİNCİ BİLİM DALIDIR. Muhteşem moleküler yapıların varlığı, hatta tek başına hücrenin kompleks varlığı, henüz daha hayatın kökenini açıklayamaz duruma getirmiştir Darwinistleri.
DARWİNİSTLERİN PANİĞİ İŞTE BUNDANDIR

Her yeni bulunan fosilde evrim teorisi bir kere daha çökmektedir. Çünkü ARA FOSİL YOKTUR. Canlılar evrimleşmediklerinden, Darwinistlerin aradıkları ara fosilin bulunması da imkansızdır. Genetik bilimindeki her ilerleme evrim teorisini yepyeni zorlukların içine sokar. Bilimsel gelişmeler, şu an bilinen ispatlı teorileri bir kademe yukarı yükseltirken, evrim teorisi her bilimsel yenilikte bir kat daha çöküşe uğramaktadır. 

Bunun tek sebebi evrim teorisinin bir aldatmaca olmasıdır. 

İspatlanmış bilim teorilerinin tamamının ortak noktası, ortaya çıkan bilimsel delillerin apaçık olması, itiraza mahal olmadan herkesçe açıkça görülmesi ve buna dayanarak söz konusu teorilerin herkesçe kabul edilmesidir. Fakat Darwinizm böyle değildir. Darwinizm’e inananların gerekçesi ideolojiktir, bilim değildir. 

Darwinizm’in hiçbir bilimsel delili olmamasına rağmen halen ısrarla gündemde tutulmasının, devlet kanunlarıyla dayatma şeklinde okutulmasının ve Darwinist diktatörlük tarafından korunmasının tek sebebi, DARWİNİZM’İN KÖHNE BİR İNANÇ, SAPKIN BİR DİN OLMASIDIR.

Kolunuzdaki Saati, Bir Süre Sonra Neden Hissetmezsiniz?

İnsan, üzerinde sürekli cildiyle temas halinde olan giysilerle muhataptır. Ama onları her an hissetmez. Gece yatarken üzerine çektiği yorganın, koluna taktığı saatin ya da oturduğu koltuğun kendisiyle temas halinde olduğunu da sürekli olarak algılamamaktadır. Bunun önemli bir sebebi vardır. İnsan derisindeki alıcılar belirli bir süre sonra beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri göndermeyi durdururlar. İnsan cildi, kendisiyle temas halinde olan maddeye karşı alışkanlık kazanır ve onunla ilgili his sinyallerini zamanla iletmemeye başlar. 
 
Bu, harika bir sistem ve mükemmel bir detaydır. İnsan, çoğu zaman böyle bir detayın farkında bile değildir ama, herhangi bir rahatsızlık duymadan yaşaması bu mükemmel sistemin kusursuz şekilde çalışması ile mümkün olur.
 
Vücuttaki bu “alışma” mekanizması olmasaydı giyinmek gibi sıradan bir olay insan için büyük bir sıkıntı haline gelirdi. İnsanın üzerindeki giysileri sürekli olarak hissetmesi bir eziyete dönüşür, ayrıca dokunduğu diğer şeylerden gelen sinyalleri almakta da güçlük çekerdi. Dikkati sürekli, giydiği çorabın bileğini ne kadar sarıp sıktığını, saatin sürekli bileğinde hareket ettiğini düşünmek gibi konularda olabilirdi. Bu nedenle kişi rahat uyuyamaz, dinlenemezdi. Hayatı bu sıkıntı verici detaylardan dolayı oldukça zorlaşırdı.
 
Hissetmenin bir nimet olması gibi, hissin zamanla kaybolması da insana sunulmuş büyük bir nimettir. Tek bir detay, bir insan yaşamını kolaylaştırmakta, onun rahat yaşamasına vesile olmaktadır. Evrimcilerin hayali mekanizmalarının, insan bedeninin neye ihtiyaç duyduğunu belirleyecek bir bilinci yoktur. Bu nimeti insana sunan, varlığı tüm varlıkların bütün ihtiyaçlarına yeten, Kafi olan Yüce Allah’tır.
 
 
“Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O’na yalvarmaktasınız.” (Nahl Suresi, 53)

28 Haziran 2014 Cumartesi

Yataklarımızda,Halılarımızda,koltuklarımızda Canavarlar Var!

Evimizin her yerinde olan ama farkında bile olmadığımız ‘AKAR’lar.. Bu mikro canlılar yaşadığımız evin her yanında, yattığımız yatakta, yerdeki halıda, soluduğumuz havada kısacası yaşamımızı geçirdiğimiz her yerde bulunmaktadır. 5-50 mikron arası boyutlarında olan bu canlılar bize görünmezler. Eğer görünselerdi, kuşkusuz büyük bir şaşkınlık yaşardık. Bacakları ve kıskaçları ile bir örümceği andıran bu canlı, yaşadığımız her santimetrekareyi kaplamış durumdadır.

Bu canlılar ölü deri hücreleri ve kabukları ile beslenirler. Bu nedenle insanların yaşadığı ortamlarda bulunur ve insan aktiviteleri ile çevreye yayılır, hareket ederler. Beslenme malzemelerinin toplandığı yerler ise genellikle yatak ve minderler, mobilyalar ve halılardır. Bu canlılar, çevrenizde o kadar fazla sayıdadırlar ki, yattığınız yatakta bile, ne kadar temiz olursa olsun, ortalama 10.000 tane akar bulunmaktadır. Bu canlılar, ürettikleri proteine karşı alerjik olmadığınız sürece size zarar vermezler; sizi ısırmaz, sokmaz, hastalık bulaştırmazlar Akarlar türlerine göre çeşitli yerlerde bulunabilirler. Everest Dağı'nın 5000 metre yükseklikteki yamaçlarında yaşayabildikleri gibi, Kuzey Pasifik Okyanusunun 5200 metre derinliklerinde de yaşayabilmektedirler. Sırf Antarktika'da 50'den fazla karada yaşayan akar türü bilinmektedir.

AKARLAR ÖNEMLİ BİRER TEMİZLEYİCİDİR

Akarların bulundukları ortamlarda ev tozu, kumaş iplikleri, insan derisinin pulları, hayvan parçacıkları ve tüyleri, bakteriler, küf sporları, yiyecek parçacıkları ve diğer organik ve sentetik materyaller bulunmalıdır. Bunları yiyerek beslenirler. İnsanlarla fazlasıyla içli dışlı olmalarının nedeni budur. Bu açıdan bakıldığında bu küçük canlıların çok büyük bir bölümünün dünyayı temizlemekte olduğunu anlarız. Bu canlılar, besinlerini oluşturan pullar, salgılar, tozlar, mantar sporları, polen taneleri ve bitki liflerinin yok edilmesini sağlarlar. Akarlar çevremizde bunu sağlayabilecek kadar çok sayıda mıdırlar? Sayıları gerçekten de çok fazladır. 

Ev tozunun 1 çay kaşığına (1 gr) düşen akar nüfusu 1000 kadardır. Böylesine fazla miktardaki akarın sürekli faaliyet halinde olduğunu düşündüğümüzde çevremizde çok detaylı bir temizlik yaptıklarını anlarız. Eğer akarlar olmasaydı, bu mikro atıklar her geçen an daha da fazlalaşacak ve dünya yaşanamaz bir yer olacaktı. Allah'ın her yaratmasında derin anlamlar ve amaçlar vardır.. Görünmez canavar diye adlandırdıklarımızın veya mikrop ve virüslerin dahi yaradılış gayeleri ve faydaları vardır. Üstelik mikroskobik boyuttaki küçüklükte de mühendisliğin müthiş örneklerini ve kusursuz çalışan düzenleri izleyebilmekteyiz..

 ”Dediler ki: “Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.” Bakara Suresi, 32

Deniz Anaları Nükleer Santral Eylemleri Yapıyor, Santral Kapatıyor

İnsan ne kadar gelişmiş teknolojiye sahip olursa olsun, doğanın dengesi, doğada her an süren yaratım ve ayar karşısında güçsüz ve aciz kalıyor. Dünyanın birkaç farklı yerinde son zamanlarda meydana gelen deniz analarının nükleer santrallerin kapanmasına neden olan “eylemleri” buna örnektir. Bildiğimiz gibi, nükleer santraller en gelişmiş teknoloji ve savunma sistemleriyle donatılır. Ne var ki, her seferde en gelişmiş teknolojinin bile bizi mükemmel kılmadığını gösteren işaretlerle karşılaşmaktayız...
 
Denizanaları, İsveç’te bulunan dünyanın en büyük kaynar sulu nükleer reaktörünün kapanmasına neden oldu. İsveçli mühendisleri şaşkına çeviren olayda, deniz anaları nükleer santralin soğutma suyu taşıyan borularına sızarak teknik arızaya neden oldu. İsveç’in Baltık Denizi’ne bakan Oskarshamn kentindeki nükleer santral, denizanaları tarafından kapatıldı. New York Times’ın haberine göre, ay denizanalarından (Aurelia aurita) oluşan bir sürü, nükleer santralin rektörüne giden soğutma suyu borularına girdi. 

Reaktörün çalışmasını durduran deniz analarının reaktörün içine girmesini filtreler önledi. Dünya geneline yayılmış olan Aurelia aurita denizanaları, şemsiye biçiminde bir vücuda sahip. İnsanlara zararsız olan deniz analarının nükleer santralin çalışmasını durdurması çevrecileri sevindirecek bir gelişme olurken, Times’a konuşan İsveçli yetkililer, deniz analarını nasıl engelleyeceklerini tam olarak bilmediklerini ifade etti.

 Denizanaları, geçmişte de benzer ‘eylemlerde’ bulundu. Aralık 1999’da, Filipinlerdeki bir kömürle çalışan reaktörün soğuk su borularına giren denizanaları, uzun bir süre elektrik kesintisine neden olmuştu. Oskarshamn nükleer santrali benzer bir durumu 2005 yılında yaşamıştı. 

 Japonya’nın Hamaoka santrali ise 2006 yılında soğutma mekanizmasını tıkadığı için geçici olarak kapatılmıştı. Discovery News’in haberine göre, İsrail ve ABD’nin Florida eyaletindeki santraller de deniz anası tehdidiyle karşı karşıya. Deniz yataklarındaki madencilik faaliyetlerini de tehdit eden denizanalarının okyanuslardaki sayısı, küresel ısınmanın etkisiyle ciddi şekilde artmış durumda.

Kendi nefisleri konusunda düşünmüyorlar mı? Allah, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında olanları ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre (ecel) olarak yaratmıştır. Gerçekten, insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ediyorlar. Rum Suresi, 8

20 Haziran 2014 Cuma

Yokluktan Varlığa: Big Bang

Çevrenizde gördüğünüz her şeyin, kendi bedeniniz, içinde yaşadığınız ev, anneniz, babanız, ağaçlar, kuşlar, toprak, meyveler, bitkiler, kısacası bütün canlıların ve aklınıza gelebilecek bütün maddelerin "Büyük Patlama" ile var olan atomların bir araya gelmesiyle hayat bulduklarını biliyor muydunuz? Bu patlamanın ardından evrendeki kusursuz düzenin oluştuğundan haberdar mıydınız? Peki nedir bu "Büyük Patlama"?

Son yüzyılda gelişmiş teknoloji ile gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar, evrenin bir başlangıcı olduğunu kesin olarak ortaya koymuştur. Bilim adamları yaptıkları incelemeler sonucunda evrenin sürekli olarak "genişlediğini" tespit etmişlerdir. Ve evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan genişlemeye başladığı sonucuna ulaşmışlardır. İşte bugün bilimin ulaştığı gerçek, evrenin bu tek noktanın patlamasıyla yoktan var olduğudur. Bu patlamaya "Big Bang" yani "Büyük Patlama" adı verilmiştir.


Bugün bilim çevreleri tarafından evrenin var oluş şekli olarak kabul gören Büyük Patlama'nın ardından, son derece kusursuz bir düzenin oluşması ise aslında hiç de sıradan karşılanabilecek bir durum değildir. Düşünün ki, yeryüzünde binlerce çeşit patlama oluşmakta ama hiçbirinde ortaya bir düzen çıkmamaktadır. Hepsi olanı bozmaya, parçalamaya, yok etmeye yönelik olarak gerçekleşir.

 Örneğin; atom ve hidrojen bombalarının patlaması, giruzu patlamaları, volkanik patlamalar, doğalgaz patlaması, güneşte meydana gelen patlamalar; kısacası ne tür patlama incelenirse incelensin, etkilerinin hep yıkıcı oldukları görülecektir. Hiçbir zaman bir patlamanın neticesinde görünüm olarak yapıcı ve olumlu bir sonuç çıkmaz. Ama günümüz teknolojisi ile ortaya konmuş olan bilimsel sonuçlara göre Büyük Patlama yokluktan varlığa, hem de çok düzenli ve ahenkli bir varlığa geçişe sebep olmuştur.

Şimdi de şöyle bir örnek üzerinde düşünelim; yerin altında bir dinamit patlıyor ve bu patlamanın ardından da odalarıyla, pencereleriyle, kapılarıyla, mobilyalarıyla dünyanın en görkemli sarayı meydana geliyor. Buna "tesadüf sonucu oluştu" demek mantıklı bir yaklaşım olur mu? Böyle bir şey kendiliğinden oluşabilir mi? Elbette ki hayır!

Büyük Patlama'nın ardından oluşan kainat ise elbette dünya üzerindeki bir sarayla karşılaştırma dahi yapılamayacak kadar ihtişamlı, ince ince planlanmış, görkemli bir sistemdir. Bu durumda evrenin kendi kendine oluştuğunu iddia etmek son derece anlamsız olacaktır. Evren yokken birdenbire ortaya çıkmıştır. Bu da bize maddeyi yoktan var eden, onun her anını kontrolü altında bulunduran sonsuz bilgi ve güç sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını gösterir. O Yaratıcı üstün güç sahibi olan Allah'tır.
 

Ağustos Böceği

Ağustos böceklerinin yakınına minik mikrofonlar yerleştirilerek 158 desibellik bir ses çıkardıkları tespit edilmiştir. Bu, bir el bombasının patlamasıyla aynı değerdedir. Eğer böceğin işitme organı karnının uzağında bir kapsülün içinde korunmuş konumda olmasaydı, böcek bu yüksek sesten dolayı sağır olurdu.  

Ağustos böceklerinin bedenindeki tasarımın birkaç detayı dahi tesadüfen oluşamayacak kadar mükemmeldir. Bu da bize ağustos böceklerinin tıpkı tüm diğer canlılar gibi üstün güç sahibi Allah tarafından yaratıldıklarını açıkça ispatlar.

8 Haziran 2014 Pazar

Doğadaki Simetri

Aynada yüzünüze bir bakın, kusursuz bir simetrinin olduğunu göreceksiniz. Elinize bir dergi alın ve sayfalarını çevirin. Çevirdiğiniz sayfalarda karşınıza çıkan insanlar, dışarıya baktığınızda gördünüz kuşlar, çiçekler, kelebekler de aynı simetriye sahiptir.

Simetri evrendeki uyumu sağlayan konulardan biridir. Bütün canlılar simetrik bir yapıya sahiptirler.

Deniz canlılarına bakın, aynı simetriyi görürsünüz. Balıklar, yengeçler, karidesler, deniz kabukluları… Elinize yandaki resimlere benzer bir çift deniz kabuğu alın ve simetrik olacak şekilde bu kabukları karşı karşıya koyun. Çizgilerin dizilişlerinde, büyükten küçüğe doğru sıralanışlarında yine kusursuz bir düzen ve simetri ile karşılaşacaksınız. Doğadaki hangi canlı incelenirse incelensin her seferinde olağanüstü bir düzenlilik, kusursuz bir simetri ve benzersiz bir renk çeşitliliği görülecektir.

Evrendeki herşeyin kendi kendine gelişen tesadüfler neticesinde ortaya çıktığını iddia eden evrim teorisi savunucuları, doğada sergilenen bu renk çeşitliliği, simetri ve düzen karşısında bir açıklama getirememektedir. Böylesine kusursuz bir düzenin kendiliğinden, kör tesadüfler, bilinçsiz olaylar ile açıklanamayacağı açıktır. Evrimcilerin öne sürdükleri hiçbir iddia ile, doğadaki canlıların renklerinin, desenlerinin, simetrinin oluşumunu açıklamaları mümkün değildir. Bu akıl sahibi her insanın hemen göreceği çok açık bir gerçektir. Öyle ki, teorinin kurucusu olmasına rağmen Charles Darwin de bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalmıştır:

"Parlak renklilik, erkek balıkların kuluçkaya yatması, parlak dişi kelebekler, bu güzelliğin doğal seleksiyonun kontrolü altında gerçekleştiğini düşünemiyorum."

Elbette ki çevremizde gördüğümüz sayısız güzelliğin, rengarenk kelebeklerin, güllerin, menekşelerin, çileklerin, kirazların, gözalıca renkleriyle papağanların, tavuskuşlarının, leoparların, kısacası tüm ihtişamı ile yeryüzünün tesadüflerle oluştuğunu akıl ve mantık sahibi hiçbir insan iddia edemez. Canlılar bu özelliklere sahip olarak Allah tarafından yaratılmışlardır. Allah'ın ilmi her yeri kuşatmıştır. O'ndan başka ilah yoktur.

Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)A,

4 Haziran 2014 Çarşamba

Zıpkın Atan Deniz Salyangozu

4 salyangoz
Bir tür deniz salyangozu olan conus striatus ise, zıpkın atarak avlanır. Salyangoz, emme borusundan 1,5 mm’lik minik zıpkınını fırlatarak avı olan palyaço balığını vurur. Balığın sinir sistemi felç olarak hareketsiz kalır, bu esnada salyangoz balığı yutar. 

Birçok çeşidi bulunan deniz salyangozlarının, oklu deniz salyangozu gibi 15 cm uzunluğunda büyük türleri de vardır. Bu tür bir salyangoz, vücudunda her an kullanılmaya hazır 50 kadar zıpkını tutar. Bu zehirli zıpkınları vücudunun dışında zehir keseciği denilen odada bulundurur ve fırlattığı her zıpkının yerine yenisi üretilir.

Kuşkusuz böylesine detaylı olarak işleyen avlanma yöntemlerini, bu yöntemleri kullanmalarını sağlayan vücut özelliklerini, fırlattıkları maddenin karşı tarafta meydana getireceği etkiyi okyanusun derinliklerinde yaşayan deniz güllerine ve deniz salyangozlarına ilham eden, onları ve evrendeki her şeyi yaratan Allah’tır.

Okyanuslar  Allah’ın sonsuz yaratma gücünün sergilendiği örneklerden biridir. Yüce Allah’ın her yeri ilmi ile kuşattığı bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:

“Gaybın anahtarları O’nun Katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır.” (Enam Suresi, 59)

27 Mayıs 2014 Salı

Ebe Kara Kurbağası

Avrupa’da yaşayan ebe kara kurbağası, yaşamının büyük bir bölümünü karada, sudan uzakta olmayan toprak oyuklarda geçirir. Karada çiftleşir. Dişi yumurtalarını yere bırakınca, erkek onları spermasıyla döller. Yarım saat sonra, erkek kurbağa yumurtalarını ipe dizer gibi birbirine yapıştırır ve sonra da bunları arka ayaklarının üzerine yapıştırarak yerleştirir. 

Daha sonraki birkaç hafta nereye gitse, seke seke yumurtalarını da yanında taşır. Sonunda yavrular yumurtadan çıkacağında suya atlar. Yumurtaların yapışık olduğu arka ayaklarını tüm yavrular çıkana kadar suda tutar. Daha sonra tekrar karadaki oyuğuna geri döner. 

Doğadaki herşey sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı'nın eseridir. O Yaratıcı tüm canlıları, insanları, hayvanları, böcekleri, bitkileri, canlı cansız tüm varlıkları yaratan Allah'tır. O, üstün kudret, şefkat, merhamet, akıl, ilim ve hikmet sahibidir.