A9 TV Canlı Yayın

14 Haziran 2013 Cuma

Evrim Teorisini Temelden Yıkan Soru: Cansız Moleküller Nasıl Canlandı?

Aslında evrim teorisi daha yolun en başında, yani “hayat nasıl başladı?” sorusu karşısında çökmüştür. Fosiller veya türlerin oluşumu hakkında sayısız spekülasyonlar yapan, sayfalarca hikayeler anlatan evrimciler, “Hayat nasıl başladı?” sorusu karşısında hayali senaryolar dahi üretemeyerek, tamamen sessizliğe bürünmektedirler. Çünkü tek bir protein molekülünün dahi kendiliğinden, tesadüfler sonucunda nasıl meydana geldiğini açıklamalarına imkan yoktur; cansız moleküllerin nasıl olup da canlı bir organizmaya dönüştüğü sorusuna verebilecekleri bir yanıt bulunmamaktadır.

Evrimcilerin en güvendikleri kaynak olan Nature dergisinin online sayfasında, 13 Şubat 2012 tarihli, Brian Switek imzalı bir yazıda bu çaresizlikleri şöyle ifade edilmektedir:

Hayatın nasıl başladığı doğanın en kalıcı gizemlerinden biridir. Fosiller ve biyolojik ipuçlarına bakarak bilim adamları ilk hücrenin yeryüzünde dört milyar yıl önce ortaya çıktığını tahmin etmektedirler.  Ancak ortaya çıkışlarını tam olarak neyin katalize ettiği konusu anlaşılmaz kalmıştır.

Hayatın kökenine dair araştırmalar yapan bilim adamları, yaklaşık 50 yıl önce ilk başarısız deneyini gerçekleştiren Stanley Miller’dan daha fazla bilgi edinmiş değiller.
Fizik profesörü ve yazar Paul Davies bu konuya Beşinci Mucize: Hayatın Kökeni ve Anlamı Araştırması adlı kitabında şöyle yer vermektedir:  

Bu kitabı yazmaya başladığımda bilimin hayatın kökeni gizemini çözmeye yaklaştığına inanmıştım… Fakat bu alanda bir-iki sene araştırma yaptıktan sonra şu anda anlayışımızda müthiş büyük bir boşluk olduğu kanaatindeyim... Anlayışımızdaki bu boşluk sadece belli teknik detaylar hakkındaki cehaletimiz değil; önemli bir kavramsal boşluk. [i]
Colorado State Üniversitesi’nden hücre biyoloğu Franklin Harold da hayatın kökeni konusunun “bilimin çözülmemiş gizemlerinden” biri olduğunu söylemektedir. [ii]
Harvard Üniversitesi biyologlarından Andy Knoll ise, hayatın kökeninin evrim teorisi ile açıklanamadığını şöyle kabul etmektedir:
Eğer Yeryüzündeki yaşamın derin tarihi, kökeni, bugün çevremizde gördüğümüz biyolojiyi oluşturan aşamalar hakkında bildiklerimizi özetlemeye çalışırsak, burada net bir görüntümüz olmadığını itiraf etmek durumundayız sanırım. Yaşamın bu gezegen üzerinde nasıl başladığını bilmiyoruz. Tam olarak ne zaman ve hangi koşullar altında başladığını bilmiyoruz. [iii]

Bu açıklamalar, konuyu gazetelerden veya TV programlarından takip eden insanları şaşırtmaktadır. Çünkü insanların büyük bir kısmı, hatta bunun içinde bilim adamları da bulunmaktadır, evrim teorisinin hayatın kökenine dair bir açıklaması olduğunu zannetmektedir. Hatta haber programlarında veya gazete köşelerinde fikirlerine yer verilen, evrim teorisini ateşli bir şekilde savunan bazı “acemi evrimciler”, evrim teorisinin ilk canlılığın nasıl oluştuğunu açıkladığını iddia etmekte, hatta bunun örneklerini laboratuvarda her gün gördüklerini söyleyecek kadar ileri gidebilmektedirler. İşte bu kişiler, hiçbir bilimsel delile dayanmadan, evrim teorisini körü körüne, ideolojik nedenlerle savunan, bilim ve akılcılıktan uzak kimselerdir. Oysa evrim teorisinin,  cansız atomların nasıl olup da canlandığına, canlı organizmalara nasıl dönüştüklerine dair en küçük bir açıklaması yoktur. Evrimciler de bunu gayet iyi bilmekte, ancak büyük çoğunluğu bu gerçeği itiraf edememektedir. Özellikle Türkiye’deki evrimciler uğradıkları hezimetin şiddetiyle, tamamen gerçekten uzak iddialarla teorilerini savunma gayretine girmektedirler.

Paul Davies, halkın bu gerçekten neden habersiz olduğunu, bilim adamlarının evrim teorisinin hayatın kökenini açıklamaktan çok uzak olduğunu neden ifşa etmediklerini şöyle açıklamaktadır:

Kapalı kapılar arkasında kafalarının karıştığını açık açık kabul etmelerine rağmen pek çok araştırmacı halka hayatın kökeninin hala anlaşılamadığını söylemekten rahatsızlık duyuyor. Bu rahatsızlıklarının iki nedenden kaynaklandığı görülüyor. Öncelikle bunun dini açıklamalara….  kapı açtığını hissediyorlar. İkincisi cehaletlerini açık açık kabul ederlerse ellerindeki fonları kaybedeceklerinden endişeleniyorlar.  

Davies’in de belirttiği gibi, cansız atomların şuursuzca, tesadüfler sonucunda bir araya gelerek canlılığın en küçük yapıtaşları olan proteinleri dahi meydana getirmelerinin imkansızlığının farkında olan evrimciler, hayatı üstün bir Akıl ve İlim sahibi olan Allah’ın yarattığı gerçeğini gizleyebilmek için yaptıkları araştırmaların başarısızlıklarını insanlardan saklamaktadırlar.

Darwin de, Türlerin Kökeni adlı kitabında sözde türlerin birbirlerine nasıl evrimleştiklerine dair spekülasyonlar üretmiş olmasına rağmen, ilk canlılığın nasıl başladığına dair spekülasyon dahi üretememiş, hayatın kökeniyle ilgili bir kitap veya makale yazmamıştır.
Darwin’den sonra da hiçbir evrimci canlılığın ilk olarak nasıl başladığını, ilk hücrenin, hatta ilk proteinin dahi tesadüfler sonucunda kendiliğinden nasıl oluşabildiğine dair bir açıklama getirememiştir.

Günümüzde evrim teorisinin en önde gelen savunucularından olan Richard Dawkins dahi, ilk proteinin tesadüfen oluşmasının elbette ki imkansız olduğunu itiraf ederek, yaşamın uzayda bir yerde, ÜSTÜN BİR AKIL tarafından yaratıldığını söylemektedir.
Bir bilim adamının, proteinler gibi olağanüstü komplekslikteki bir Yaratılış harikasını “uzaylıların yaptığı” gibi akıl almaz bir iddiayla ortaya çıkması, elbette ki Darwinist bilim dünyası açısından içler acısıdır. Fakat çok daha mantıksız bir iddianın –tesadüflerin- savunuculuğunu yapmaktansa, canlı varlıkların uzayda üstün bir akıl tarafından var edildiği iddiasını savunmak, Dawkins’in gözünde de Darwinizm’in bittiğinin göstergesidir. Zaten eldeki muhteşem Yaratılış delilleri karşısında hala Darwinizm’i savunuyor olmak aklı başında ve dürüst bir insan için mümkün değildir.
 
“İlk canlı organizma çok basitti” iddiası nasıl çürüdü?

Yukarıdaki satırlarda da bahsettiğimiz gibi, evrimciler, ilk canlılık nasıl oluştu sorusuna bilimsel bir yanıt veremezler; ilk canlılığın sözde “ilkel”, “basit” yapılı bakteriler olduğunu söyleyerek, sanki cansız maddelerin tesadüfler sonucunda bir araya gelip bu sözde ilkel organizmaları oluşturmalarının çok kolay olduğu izlenimi oluşturmaya çalışırlar.

Ne var ki, biyokimya, moleküler biyoloji, genetik gibi alanlardaki hızlı gelişmeler, evrimcilerin bu iddialarının da bilimsel hiçbir tutarlılığı ve geçerliliği olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Örneğin bazı bilim adamları, genom araştırmaları kapsamında, yaşam için gereken minimum gen gerekliliğini hesaplayan çalışmalar yaptılar. Yani bir organizmanın canlı özelliği kazanması için en az kaç proteine veya hangi kimyasal süreçlere ihtiyacı olduğunu hesapladılar. Bu araştırmacıların büyük bir kısmı, kendilerince, ilk canlı organizmanın aslında kompleks olmasına gerek olmadığını, tesadüfen oluşabilecek kadar “basit” özelliklere sahip olduğunu göstermeyi umdular. Ne var ki elde ettikleri sonuçlar bu umutlarını da yok etti. Yaşam için gereken minimum özelliklerin dahi son derece kompleks ve tesadüfen elde edilemez olduğunu bir kez daha gördüler.

Söz konusu bilim adamları öncelikle en az kompleksliğe sahip olduğu bilinen prokaryot (tek hücreleri) canlılara yöneldiler. Biyokimyacılar, bir organizmanın genom büyüklüğünü o türün kompleksliğinin ölçümü için kullanmaktadırlar. (Genom, DNA’nın nükleotid dizileri (harfleri) ile yazılmış organizmanın tüm kalıtımsal bilgisidir.) Bir organizmanın genomunda bulunan bilgiler, hücredeki makinaların protein yapmak için kullandıkları talimatlardır.
Proteinler, hücrenin hem yapısında hem de tüm işlevlerinde yer alırlar. Bir organizmada bulunan proteinlerin sayısını ve türünü belirlemek, biyokimyacılara bu organizmanın yapısı, işlevleri ve dolayısıyla kompleksliği hakkında önemli bilgiler verir.
Prokaryotlarda genellikle bir gen bir protein üretir. Bu nedenle prokaryotların genomunda bulunan genlerin sayısı ve türü, bu organizmada bulunan proteinlerin sayısını ve türünü bize verir. Ve bu ilişki nedeniyle genom büyüklüğü, bir prokaryot hücrenin biyolojik kompleksliğinin önemli bir kriteridir.
 
Yaşam için gerekli olan minimum komplekslik

Biyokimyacılar, yaşamın minimum kompleksiliğini anlamak için tespit edilen genom dizilerine baktılar ve bugüne kadar tespit edilen en az kompleksliğe sahip organizmanın Pelagibacter ubique adlı bakteri olduğu belirlendi. Bu bakteri 1354 gen ürününe, yani protein, ribozomal ve transfer RNA gibi fonksiyonel RNA’lara sahiptir.

Bu durumda açıkça görülmektedir ki, evrimcilerin sözde en basit organizmalar dedikleri canlılar dahi son derece komplekstirler. Yani evrim teorisinin iddia ettiği gibi, cansız maddeler kendi aralarında bir şekilde organize olup canlılığı oluşturmuş olamazlar. Evrim teorisi tek bir proteinin dahi nasıl oluştuğunu açıklayamazken, yaklaşık 1350 proteinin oluşup, bir şekilde bir araya gelip ilk canlı organizmayı oluşturduğunu açıklamak zorundadır. Bunun imkansızdan da öte olduğu son derece açıktır.

Artık bilinmektedir ki, yeryüzünde meydana gelen ilk yaşam kimyasal açıdan son derece kompleksti. Araştırmacılar hayatın en minimal formunda dahi, hücre içerisinde organize olmuş şaşılacak sayıda protein bulunduğunu keşfetmiş oldular.
Evrim teorisi tek bir proteinin daha nasıl oluştuğunu açıklayamazken, “ilkel” olduğunu iddia ettiği ilk tek hücreli canlıda bulunan yüzlerce proteinin nasıl var olduğunu ve bir araya gelerek kusursuz bir sistemi nasıl tesadüfler sonucunda oluşturabildiğini kesinlikle açıklayamaz. Kaldıki yaşam tarihi incelendiğinde en küçük genoma sahip olan Pelagibacter ubique’in yaratılmış ilk canlı olmadığını yaşama ilk başlayanların bakteriler aleminin en kompleks üyesi olarak nitelendirilen siyanobakteriler olduğu görülmektedir. Zira hayat kaynağımız oksijen ve bitkilerdeki azotun tedarikçisi olan bu bakteriler, yaşam çevriminin ilk basamağını oluşturmaktadırlar.

Evrim teorisinin içinde bulunduğu bu son derece açık açmazı daha da iyi anlamak için, tek bir protein molekülünün oluşması için hücre içinde gerçekleşen olaylar zincirini hatırlatmakta fayda vardır. Proteinleri proteinlere ürettiren bu muhteşem sistemin, sonsuz bir ilim ve akıl sahibi olan Yüce Allah tarafından yaratıldığı son derece açıktır.

1 Haziran 2013 Cumartesi

Yüce Allah’ın Bir Lütfu: Şekil Hafızasına Sahip Metaller

  •  Doğada şekil  hafızasına sahip madde var mıdır?
  •  Metallerin şekil   hafızası nasıl çalışır?
  •  Bu metaller hangi   alanlarda kullanılır ve nasıl elde edilir?
Depremler dünyadaki en yıkıcı doğal afetlerden biridir. Köprüler, binalar, yollar depremin şiddetine göre yıkılmakta, hasar görmekte veya kullanılamaz duruma gelmektedir. Oysa yapılar deprem esnasında bükülüp sonra tekrar eski şekillerine dönüşseler depremin yıkıcı etkisi ve oluşturduğu can ve mal kaybı büyük ölçüde azalır. Bu düşüncenin hayal ürünü ve  sadece bilimkurgu filmlerde olacağını düşünmek ise büyük bir yanılgıdır. Çünkü “şekil hafızası”na sahip, bazı metal alaşımlar, şekli bozulduktan sonra yeniden orijinal halini alabilmektedirler.

Metallerdeki şekil hafızasının keşfi 1960’lı yılların başına dayanmaktadır. Nikel-titanyum alaşımları ilk olarak 1962-1963 yıllarında Naval Ordnance Laboratuvarı’nda geliştirilmiş ve NİTİNOL markasını almıştır. Bu alaşımların dikkat çekici özellikleri hiç beklenmedik bir biçimde keşfedilmiştir. Alaşım numuneleri, bunların deforme olması için ne kadar gücün gerektiğini ölçmek amacıyla çekiçlerle ezilerek dayanıklılık testlerine tabi tutulmuştur. Alaşımda birkaç darbe oluşturulduktan sonra araştırmacılar numuneleri pencere kenarına bırakıp öğle yemeğine çıkmışlardır. Döndüklerinde zarar gören bölgelerin “kendi kendilerini” düzelttiklerini fark etmişlerdir. İşte insanlık için pek çok yarar sağlayabilecek bu büyük keşif, Allah’ın yarattığı bu olay sonucu gerçekleşmiştir.
Bu sıradışı metalin eski şeklini alma özelliği ona ısı verme veya daha yüksek ortam sıcaklıklarına tabi tutulması ile ortaya çıkar. İşte bu şekil hafızalı alaşımlar, depreme dirençli bina ve köprü tasarımları için benzersizdir. Çünkü bu alaşımlar kalıcı deformasyona veya ciddi hasara uğramadan enerjiyi dağıtma-yayma özelliğine sahiptir.

Araştırmacılar şekil hafızalı alaşımların güçlü bir hareket yükü karşısında nasıl davrandıklarını ölçebilmek için termodinamik ve mekanik denklemleri birleştiren bir model oluşturdular. Bu modeli şekil hafızalı alaşımların kablo, bar, plaka ve helezonik yay gibi çeşitli bileşenlerdeki değişik yüklemelere nasıl tepki verdiğini analiz etmek için kullanmakta ve  deprem uygulamaları için optimum karakteristikleri tespit etmeyi amaçlamaktadırlar.

En Sık Kullanılan  Şekil Hafızalı Alaşımlar

En sık kullanılan şekil hafızalı alaşımlar bakır-çinko-aliminyum-nikel, bakır-aliminyum-nikel veya nikel-titanyumdur. En çok kullanılan ise 50/50 atomik yüzde oranında nikel ve titanyum ihtiva eden alaşımdır. Alaşım elemanlarının durumuna göre şekil hafızalı olma özelliği gösteren malzemeden yapılmış bir elemana çekme, basma veya burma şeklinde % 6-7’lik bir şekil değişimi verildikten sonra kritik bir sıcaklığın üzerinde ısıtılırsa, bu eleman başlangıçtaki şekline geri döner ve dönmemesi için zorlanacak olursa 70 kg/mm2’ye varan bir gerilme oluşturabilir.
Şekil hafızalı alaşımların bina ve köprülerdeki potansiyel kullanım yerleri ise mil yatakları, kolonlar, kirişler veya kolon ve kirişler arasındaki bağlantı elemanlarıdır. Fakat bu tip malzemelerin kullanımından önce, aşırı veya tekrarlanan yüklerin bu malzemeler üzerindeki etkileri detaylı bir şekilde araştırılmalıdır.

Şekil hafızalı malzemeler makine, elektronik, kimya gibi endüstri dallarında bağlantı elemanı, sızdırmazlık elemanı, kıskaç, elektrik anahtarı gibi çeşitli şekillerde kullanılmaya başlanmışlardır. Şekil hafızasına sahip metallerin yaşamımızdaki yeri her geçen gün artmaktadır.

Şekil Hafızasına Sahip  Metallerin Yaşamımızdaki Yeri

Yüce Allah, insanlara dünya üzerinde pek çok nimet sunmuştur. “Şekil hafıza”sına sahip metaller de bunlardan biridir. Metallerdeki bu özellik, günlük yaşamı kolaylaştıracak pek çok teknolojik ürünün geliştirilmesine olanak sağlamıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
  1.  Açık kalp ameliyatları ve sinir sistemi cerrahisinde kullanılan ekipmanlar.
  2.  Kan damarlarına yerleştirilerek pıhtıların yakalanması görevini gören malzemeler.
  3.  Çok büyük deformasyonlara bile karşı koyabilen ve eski haline dönerek zarar görmeyen süper elastik gözlük çerçeveleri.
  4.  Dişlerin estetik görünümündeki deformasyonları düzeltme görevi gören kavisli teller.
  5.  Yangın durumunda, yanıcı ve zehirli gazların çıkışını kapatacak şekilde üretilmiş olan güvenlik valfleri.
  • Şekil hafızasına sahip olan metallerin kullanım alanlarından biri de kan damarlarıdır. Kan damarlarına yerleştirilen filtreler, pıhtıların yakalanmasını sağlayarak kişiyi hayati tehlikelerden korur. Bu işlem için nikel-titanyum alaşımlı telden imal edilmiş olan çapa biçimindeki filtre, damar içine sokulmadan evvel düz bir tel haline getirilir. Damar içine yerleştirildikten sonra tel, vücut ısısı ile harekete geçerek filtre fonksiyonu sağlayacak orijinal şekline döner ve toplardamarın içinden geçmekte olan pıhtıları tutar. Şüphesiz filtrenin hammaddesinin yüksek ısı yardımıyla şekil hafızasından faydalanabiliyor olması, Rabbimiz’in insanlara sunduğu nimetlerinden yalnızca biridir.
Binalar, çeşitli modellerde arabalar, uçaklar, köprüler, tren yolları, gökdelenler ve diğer pek çok teknolojik üründe kullanılabilecek şekil hafızalı metaller, yoktan var eden ve benzersiz yaratma gücüne sahip olan Rabbimiz’in yüceliğini ve kudretini gösteren örneklerden yalnızca birkaçıdır. Baktığımız her yerde, her detayda Yüce     Allah’ın kusursuz yaratış sanatının delillerine rastlarız. Canlı, cansız her madde, bize O’nun büyüklüğünü ve üzerimizdeki nimetini hatırlatır. Allah’ı yücelterek, tesbih etmemizi ve O’na şükretmemizi sağlar.

“Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-  düşünmez misiniz? Eğer   Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu   bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nahl Suresi, 17-18)