A9 TV Canlı Yayın

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Yaprak Kesici Karıncalar: ATTALAR...

Her şeyin melekutu (hükümranlık ve mülkü) elinde bulunan (Allah) ne yücedir. Siz O'na döndürüleceksiniz.
(Yasin Suresi, 83
)

Böcekler içinde "toplumsal açıdan" en gelişmişlerden biri olan karıncalar, son derece "iyi örgütlenmiş" bir düzen içinde, "koloniler" denen topluluklar halinde yaşarlar. Topluluk halinde yaşadıkları için, koloninin belirli bir düzen dahilinde hareket etmesi, karışıklık çıkmaması açısından çok önemlidir.

Kollektif çalışma, askeri strateji, gelişmiş bir iletişim ağı, örnek ve rasyonel bir hiyerarşi, disiplin, kusursuz bir şehir planlaması...
Biraz önce okuduğunuz cümle toprağın üzerinde sadece giriş kısmını gördüğümüz karınca yuvalarındaki yaşamın kısa bir özetidir. İnsanların bile her zaman yeteri kadar başarılı olamadığı bu alanlarda, karıncalar son derece başarılıdırlar. Toprağın altındaki yuvalarında karıncalar bir yandan besin üretip depolarken, bir yandan yavrularını gözetir, bir yandan kolonilerini korur ve bir yandan da savaşırlar. "Terzilik" yapıp, "tarım"la uğraşan, "hayvan yetiştiren" karınca kolonileri bile vardır. Aralarında çok güçlü bir iletişim ağı bulunan bu canlıların yaşamı, toplumsal örgütlenme ve konularında uzmanlaşma açısından incelendiğinde, hiçbir canlı ile kıyaslanamayacak bir üstünlüğe sahip oldukları görülecektir. 

Karınca topluluklarında her birey kendi üzerine düşeni eksiksiz olarak yapmaktadır. Her birey için önemli olan kendi istekleri değil koloninin devamlılığıdır.
Kuran'da Allah canlılardaki ibretlere dikkat çekerek üzerlerinde düşünmemizi istemektedir. Karıncalar da Allah'ın aşağıdaki ayetinde dikkat çektiği, üzerinde düşünülmesi gereken canlılardan biridir:

Şüphesiz müminler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip yaydığı canlılarda da kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 3-4)

Yapı olarak bir karargahtan hiç farkı olmayan yuvalarını yaparken karıncalar hiçbir eğitim almazlar. Yumurtadan ilk çıktığı andan itibaren her karınca görevini bilir ve hiç vakit kaybetmeden uygulamaya geçirir. Yuvayı nasıl yapacağını da bilir, yiyeceği nasıl bulacağını, larvalara nasıl bakacağını kısacası ne yapması gerektiğini çok iyi bilir ve harfiyen uygular. Bu durum, karıncaların bu bilgilere henüz dünyaya gelmeden sahip olduklarını gösterir. Daha doğrusu tüm bu bilgiler, ilk ortaya çıkmalarıyla beraber, kendilerini yaratan Yüce Allah tarafından karıncalara ilham edilmektedir.
Yaprak Kesici Karıncalar

Karıncalar dış görünüş olarak her ne kadar birbirlerine benzer görünseler de, yaşayışları ve fiziksel özellikleri açısından yaklaşık 8000 türe ayrılırlar. Her türün de kendine özgü özellikleri vardır.
Karınca türlerinin içinde en ilginç olanlardan biri, yaprak kesici karıncalar olarak da bilinen "Atta"lardır. Attaların belirgin özellikleri koparttıkları yaprak parçalarını başlarının üstünde yuvalarına taşıma alışkanlıklarıdır. Karıncalar, sağlamca kenetlenmiş çenelerinde taşıdıkları, kendilerine oranla oldukça büyük yaprak parçalarının altına gizlenirler. Bu nedenle işçi karıncaların gün boyunca çalıştıktan sonra yuvaya dönüşleri çok ilginç bir görünüm ortaya çıkarır. Böyle bir görüntüyle karşılaşan kişi, ormanın zemini sanki canlanmış, yürüyormuş hissine kapılacaktır. Attaların bu yaprakları niye taşıdıklarını araştıran bilim adamları karıncaların bunları mantar üretiminde kullandıklarını hayretle keşfetmişlerdir. 

Karıncalar yaprakların kendisini yiyemezler, çünkü vücutlarında bitkilerde bulunan selülozu sindirebilecek enzimler yoktur. İşçi karıncalar bu yaprak parçalarını çiğneyerek bir yığın haline getirirler ve yuvanın yeraltındaki odalarında saklar ve yaprakların üzerinde mantar yetiştirirler. Bu yolla, büyüyen mantarların tomurcuklarından kendileri için gerekli proteini elde ederler.
Burada Attaları bekleyen bir tehlike vardır. İşlerine yarayacak mantarı yetiştirirken, bahçelerinde zararlı mantarların üremesi ihtimali de vardır. Peki bahçelerini yalnızca "ekim" öncesinde temizleyen Attalar, zararlı mantarlardan nasıl korunabilmektedirler? Bunun sırrı, yaprakları çiğnedikleri sırada kullandıkları tükürükte gizlidir. Tükürük, istenmeyen mantarların oluşumunu engelleyici bir antibiyotik ile birlikte doğru mantarın gelişimini hızlandırıcı bir madde de içermektedir.

Böylesine mucizevi bir olayı karıncaların nasıl gerçekleştirdiklerini düşündüğünde, insanın karşısına "neden ve nasıl"larla dolu yüzlerce soru çıkacaktır. "Neden karıncalar diğerleri gibi normal yollarla beslenmeyi değil de, bahçıvanlık yaparak mantar yetiştirmeyi tercih etmişlerdir? Bahçe bakımını, mantar yetiştirmeyi nereden öğrenmişlerdir? Yaprakları çiğneyince mantar üretebileceklerini nasıl keşfetmişlerdir ve bunu daha sonraki nesillere nasıl öğretmişlerdir?"
Bu gibi soruların tek bir cevabı vardır:

Karıncalar, yaptıkları bütün işleri başarabilecek şekilde tasarlanmış ve programlanmışlardır. Böylesine karmaşık davranışlar, zaman içinde aşamalarla gelişebilecek basit olaylar değildir. Kapsamlı bir bilginin ve çok üstün bir aklın eseridirler. Tüm bu bilgileri var oldukları ilk günden itibaren karıncalara veren, onları tüm hayret verici özellikleriyle birlikte yaratan, şüphesiz Alemlerin Rabbi olan Allah'tan başkası değildir.
Attaların çok ilginç bir de savunma yöntemleri vardır.
Yaprak kesici karınca kolonisinin orta boylu işçileri hemen hemen tüm günlerini yaprak taşımakla geçirirler. Bu taşıma esnasında kendilerini korumaları zorlaşmaktadır; çünkü kendilerini korumaya yarayan çeneleri ile yaprak taşımaktadırlar. Peki kendi kendilerini koruyamadıklarına göre kim onları korumaktadır?

Yaprak taşıyan işçi karıncaların yanlarında sürekli daha küçük boy olan işçiler ile dolaştıkları görülmüştür. Önceleri bu durumun tesadüf olduğu zannedilmiştir. Ancak daha sonra bu hareketin sebebi araştırılmaya başlanmıştır. Uzun bir inceleme sonucunda ortaya çıkan durum, gerçekten şaşırtıcı bir işbirliğidir.

Yaprak taşımakla görevli olan orta boy karıncalar, kendilerine düşman olan bir sinek türüne karşı ilginç bir savunma yöntemi kullanmaktadırlar. Düşman sinek, yumurtalarını bırakmak için son derece farklı bir yer seçmiştir; her karıncanın baş kısmına bir tane yumurta bırakır. Karıncanın vücudunda zamanla gelişip yumurtadan çıkan yavru sinek, hayvanın beynine kadar ilerleyerek ölümüne sebep olur. İşte işçi karıncalar, yanlarında küçük boy yardımcıları olmadan, her an saldırmaya hazır bu sinek türüne karşı savunmasız kalırlar. Normal zamanlarda üzerlerine konmak isteyen sinekleri makasa benzeyen keskin çeneleri ile derhal uzaklaştırmayı başaran işçi karıncalar, yaprak taşırken bunu yapamazlar. Bu yüzden de kendileri adına savunma yapacak bir başka karıncayı taşıdıkları yaprağın üzerine yerleştirirler. Sineğin saldırısı sırasında da bu küçük koruyucular yaprağın üzerinden düşmana karşı mücadele verirler.

Birkaç özelliğini anlattığımız Atta karıncaları yeryüzündeki binlerce karınca türünden sadece bir tanesidir. Her türün kendine özgü özellikleri olduğu düşünüldüğünde Allah'ın yaratma sanatındaki benzersizlik bir kere daha görülmektedir.
Alemlerin Rabbi olan Allah, yarattığı herşeyi O'nu bilip tanımamız için yaratmıştır.

19 Temmuz 2012 Perşembe

Kaslardaki Kontrol Sistemi

İstemsiz çalışan kasların kontrolü bizim isteğimize bağlı değildir. İstemsiz kasların görevleri çok hayati olduğu için bu kasların kasılmaları ve gevşemeleri özel bir sistem (otonom sinir sistemi) tarafından kontrol edilir. Bu yüzden kalbimiz, midemiz ve bağırsaklarımız görevlerini bizim irademiz dışında gerçekleştirirler. Bu, insan hayatı için alınmış son derece önemli bir tedbirdir.

İnsan vücudundaki kaslar, kontrol edilebilen kaslar (istemli) ve kontrol edilemeyen kaslar (istemsiz) olarak ikiye ayrılır.

Kontrol edilebilen kasları hareket ettirebilmek için düşünmemiz ve karar vermemiz gerekir. Örneğin kolumuzu bükmek istediğimizde, kaslarımız beynimizden gelen emirler doğrultusunda bir miktar kasılır ve bükülme işlemi gerçekleşir.

İstemsiz çalışan kasların kontrolü ise bizim isteğimize bağlı değildir. İstemsiz kasların görevleri çok hayati olduğu için bu kasların kasılmaları ve gevşemeleri özel bir sistem (otonom sinir sistemi) tarafından kontrol edilir. Bu yüzden kalbimiz, midemiz ve barsaklarımız görevlerini bizim irademiz dışında gerçekleştirirler. Bu, insan hayatı için alınmış son derece önemli bir tedbirdir.

İstemsiz çalışan kasların kontrolü bize bırakılsaydı acaba ne olurdu? Vücudumuzdaki istemsiz kaslardan sadece birinin, örneğin kalp kasımızın denetimini bizim kontrol ettiğimizi varsayalım. Bu durumda bütün vaktimizi -başka hiçbir iş yapmadan- kalp kasımızın kasılması ve gevşemesi konusuna ayırmamız gerekecekti. Bu kontrolün uykuya daldığımız anlarda da devam etmesi gerekecekti. Ayrıca kalp kasımızın çalışma hızını da değişen durumlara göre ayarlamamız gerekecekti. Örneğin, kalbimiz uyuduğumuz vakitlerde daha yavaş tempo ile çalışır. Görünen odur ki uykuya daldığımız anda -artık kalbimizin çalışmasını denetleyemeyeceğimiz için- yaşamımızı yitirmemiz kaçınılmaz bir son olacaktır.

İnsan vücudundaki bazı kaslar da kimi zaman kişinin kontrolünde, kimi zaman da kontrol dışında çalışırlar. Örneğin göz kapağımızı hem isteyerek hem de irademiz dışında refleks olarak açıp kapayabiliriz. Bundan başka diyafram kası da istendiği zaman kontrol edilebilen bir kastır. Ancak günlük hayatta otomatik olarak çalışır ve nefes alıp vermemizi sağlar.

Bunlara benzer daha pek çok kasın kendine özgü çalışma şekilleri vardır. İnsan bunların çoğunun ne gibi şartlar altında nasıl işlediklerinden, hızlarından ya da ne zaman çalışıp ne zaman dinlenmeleri gerektiğinden, nasıl enerji toplayacaklarından haberdar dahi değildir. İnsan, vücudunda yaratılmış olan bu mükemmel kontrol sistemi sayesinde bunları düşünmek zorunda değildir. Kendisine verilmiş olan bu büyük kolaylık karşısında insana düşen yalnızca sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah'a şükretmek ve Rabbimizin hoşnut olacağı davranışlarda bulunmaktır.

"Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?

Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertip etti" (İnfitar Suresi, 6-8)

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Terörizmi besleyen ideolojiler


Bugün dünyanın dört bir köşesinde terör, soykırım ve katliamlar yaşanmakta, masum insanlar hunharca öldürülmekte, suni sebeplerle birbirlerine düşman hale getirilen topluluklar ülkeleri kana bulamaktadır. Birbirlerinden çok farklı tarihlere, kültürlere ve toplumsal yapılara sahip olan ülkelerde meydana gelen bu olayların, her ülkede kendine özgü bazı nedenleri ve kaynakları olabilir. Ancak biraz araştırıldığında her birinin ilginç bir ortak noktası olduğu görülecektir. Bu, dinsiz ideolojilerin toplumlar üzerinde yarattığı manevi tahribattır.
Bu dinsiz ideolojilerin en önemli ortak özelliklerinden biri, militanlarını Darwinizm ile eğitiyor olmalarıdır. Evrim teorisi, insanların kendilerini sorumlu hissedecekleri ve ahirette hesap verecekleri bir Yaratıcı olduğu gerçeğini reddeder. Bu teorinin eğitimini gören bir insan da kendinin sorumsuz ve başıboş olduğunu zanneder. Bu nedenle de "nasılsa kimseye hesap vermeyeceğim" diye düşünerek, her türlü insafsızlığı, ahlaksızlığı ve vicdansızlığı kolaylıkla yapmaya açık hale gelir.
Evrim teorisinin terörizme verdiği ikinci önemli destek ise, bu teorinin insanı gelişmiş bir hayvan olarak göstermesidir. Dolayısıyla Darwinizm'e inananlar, bir insanın öldürülmesini herhangi bir hayvanın öldürülmesi kadar kolay görürler. Bölücü terörün tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bebekleri, kadınları, yaşlıları ve binlerce masum insanı gözünü dahi kırpmadan öldürebilmesinin ardında yatan neden, işte sahip oldukları ve tüm insanlık için tehlike oluşturan bu Darwinci anlayıştır.
Darwinizm'in tehlikelerinin insanlara anlatılmasının önemi bu noktada tekrar ortaya çıkmaktadır. Darwinizm'i bilimsel bir gerçek zanneden ve dini duygulardan uzak, Allah korkusu olmayan bazı kimseler, kendilerine Darwinizm'e dayandırılan ideolojiler telkin edildiğinde kolayca ikna edilebilmektedir. Ve bu kapsamlı telkinin sonrasında herkes gibi sade bir insan, eline silah alıp dağa çıkabilmekte, masum insanların canına kast edebilmekte ve devletine karşı ayaklanabilmektedir. Çünkü bu kişilere, Allah, din, vatan, millet ve bayrak sevgisi yerine, dinsizlikleri ve kanlı katliamları ile ünlenmiş Stalin'i, Lenin'i, Mao'yu sevip saymaları, insanı hayvan gibi gösteren Darwin'in teorisine göre düşünmeleri öğretilmektedir.
Oysa Allah'ın varlığının delilleri ve O'nun Kuran'da bildirdiği güzel ahlak anlatıldığında, insanların düşmanlığı, savaşı ve kaos ortamlarını kendilerine hedef edinen bu tür ideolojilere saplanmaları imkansız hale gelir. Allah'a iman eden, ahirette her yaptığının hesabını vereceğini bilen bir insan, Kuran ahlakından dolayı devletine ve milletine güçlü bir bağ ile bağlanır. Çünkü Allah Kuran'da insanları bozgunculuktan men etmiştir:
"Allah'a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir." (Rad Suresi, 25)
Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Allah'tan korkan bir insanın devletine, milletine en küçük zarar dokunduracak bir harekete dahi göz yumması söz konusu değildir. Çünkü Allah'tan korkan bir insan O'nun hoşnut olmayacağı ve cehennemde sonsuz bir azapla karşılık vereceğini bildirdiği her türlü tavırdan titizlikle sakınır. Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir insan ise kimseye hesap vermeyeceğini zannederek her türlü kötülüğü kolaylıkla yapabilir.
Anarşi, terör ve kargaşa belasının kökeninde insanların saygı, sevgi, merhamet gibi güzel duygulardan uzaklaşması, ahlaki ve insani değerlerini kaybetmesi yatmaktadır. Bu beladan kurtulmak için öncelikle yapılması gereken ise, dinsizliğin ortadan kaldırılması ve insanlara Allah korkusunun ve Kuran ahlakının öğretilmesidir.
Terörü teorisinde barındıran ve dünya çapında da bizzat uygulayan Komünizm, geçtiğimiz 20. yüzyıla damgasını vurmuş bir ideolojidir. Tarihçilerin hesaplamalarına göre, sadece bu ideoloji nedeniyle 20. yüzyıl boyunca yaklaşık 120 milyon insan öldürülmüştür. Bunlar, bir savaş sırasında cephede ölen askerler değil, komünist devletlerin kendi halklarının içinden öldürdükleri sivillerdir. 120 milyon erkek, kadın, yaşlı, küçük çocuk, bebek, sadece "komünizm" denen bu soğuk, katı, sert ve vahşi ideoloji nedeniyle yaşamını yitirmiştir.
Komünizm ya da diğer bir ifadeyle Marksizm-Leninizm, diğer bir takım ideolojilerin aksine, felsefi bir temele sıkı sıkıya bağlıdır. Bu felsefe, materyalizm ve Marx'ın materyalizme getirdiği diyalektik yorumdur. Bir komünist örgüt ya da rejiminin bekası bu felsefenin anlaşılması ve kabul görmesine bağlıdır. Bu nedenle tüm komünist örgütler militanlarına bu felsefeyi aşılarlar, onların beyinlerini materyalizm ile yıkayarak yönlendirirler.
Ünlü Marksist Felsefeci Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri adlı kitabında materyalist felsefenin özümlenmesinin bütün komünist militanlar için gerekli olduğunu şöyle vurgular:
"Doğru bir tahlil ve düşünce yöntemi her militan için gereklidir... Böyle bir yöntemse, Marksizm'in temelini meydana getiren ve bizim bu kitapta açıklamayı amaçladığımız diyalektik materyalizm felsefesidir."
Diyalektik materyalizm "her komünist militan için gereklidir", çünkü ancak insanı basit bir madde yığını haline getiren, vatan sevgisi, fedakarlık, adalet gibi idealist kavramları yok eden bu felsefe sayesinde genç insanların ellerine silah tutuşturulup devlete ve topluma karşı düşman bireyler haline getirilebilmektedir. Ancak bu felsefe sayesinde dini inançlar yok edilmekte ve komünist propaganda etkin hale gelebilmektedir.

Teröre karşı fikri propaganda

Ülkemizin de yıllarca mücadele ettiği Marksist-Leninist ideolojye sahip bölücü terör örgütlerinin, iç disiplinini korumasını, yeni militanlar kazanmasını, sempatizanlar ve destekçiler edinmesini sağlayan bu ideolojiye karşı fikri karşı-propaganda gerekmektedir.
Komünizme karşı yönelecek bir fikri propagandanın doğrudan diyalektik materyalizmi hedef alması gerekir. Bu felsefenin geçersizliğinin, gerçeklere aykırılığının insanlara anlatılması ve böylece bölücü terörün de fikri zemini olan komünizmin dayanaksız bırakılması gerekir.
Materyalizmi geçersiz kılmak için kullanılacak en etkili yöntem ise, bu felsefenin pozitif bilimleri ilgilendiren iddialarını sorgulamaktır. Kuşkusuz materyalizm, tarih teorisi, toplum teorisi ya da ekonomik teori gibi yönlerden de eleştirilebilir, ancak sosyal bilimler hiç bir zaman için kesin ve kolay anlaşılır sonuçlar vermedikleri için bu tür eleştirilerin etkisi sınırlı olacaktır. Pozitif bilimler ise ortaya kesin sonuçlar koyarlar. Bu nedenle materyalizmin bu sonuçlarla olan çelişkisi kolaylıkla toplumun gözleri önüne serilebilir. Bu noktada anlatılması gereken en önemli nokta ise, pozitif bilimlerin, materyalizmin en önemli bilimsel temeli sayılan Darwinizm ile olan çelişkileridir.
Modern bilimsel bulguların Darwinizm'i nasıl geçersiz kıldığını bir başka yazımızda ele almak sözüyle, burada bu teori ile Marksizm arasındaki ilişkiye değinmekte yarar var.
Darwin, canlı türlerini Allah'ın yarattığı gerçeğinin yaygın bir biçimde benimsendiği dönemde, canlıların sadece cansız maddenin kendi içindeki etkileşimleriyle, tesadüfen ortaya çıktıklarını iddia etmişti. Dahası, maddenin kendi içindeki bu etkileşimi de "yaşam mücadelesi", yani çatışma olarak yorumluyordu. Bu, Marx'ın tarihe getirdiği yorumun aynısıydı. Çünkü Marx'a göre tarihin işleyişi de karşıt tezlerin çatışmasıyla -yani diyalektik olarak- gerçekleşiyordu.
Nitekim Darwin'in materyalizme yaptığı bu büyük katkının önemini ilk anlayan kişi, Karl Marx'ın bizzat kendisi oldu. Marx, Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabını incelemiş ve bu kitabın kendi fikirleri için büyük bir dayanak oluşturduğunu görmüştü. Engels'e yazdığı 19 Aralık 1860 tarihli mektubunda, Darwin'in kitabı için "bizim görüşlerimizin tabii tarih temelini içeren kitap budur işte" diyordu. Marx, Darwin'e olan sempatisini en büyük eseri Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek de göstermişti. Kitabın Darwin'e yolladığı Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı: "Charles Darwin'e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx'tan".
Komünizmin kurucusu tarafından bu denli yüceltilen evrim teorisi, doğal olarak onların takipçileri tarafından da hararetle benimsenmiştir. Dünyanın her neresinde olursa olsun, her türlü komünist örgüt, rejim ya da hareket, Darwinizm'i sonuna dek savunmuş; onu, kendi fikri çatısının temel taşlarından biri olarak kabul etmiştir. Bugün de hala Marksizm-Darwinizm ilişkisi sürmektedir. Dünyanın her neresinde olursa olsun, her türlü Marksist hareket, dünya görüşünü Darwinizm'e dayandırır ve bu teoriyi ısrarla savunur.
Komünizmin iddiası, bu söz konusu ideolojik dayanağının da "bilimsel birer gerçek" olduğudur ve bu nedenle komünistler kendilerini "bilimsel sosyalistler" olarak tanımlarlar. Komünizm ile materyalist felsefe ve Darwinizm arasındaki ilişki, komünizme karşı yürütülecek ideolojik mücadelenin, materyalizmi ve Darwinizm'i bilim yoluyla çürütmeyi hedef alması gerektiğini göstermektedir.

Bilim "uyumadan uçan kuşlar"ı araştırıyor


Göçebe kuşlar yazlık ve kışlık evleri arasında seyahat ederlerken uzun mesafeler katediyorlar. Şarkı kuşları daha çok gece uçmalarına rağmen sürekli uyanık kalarak bu olayı daha da etkileyici hale dönüştürüyorlar. Geçtiğimiz günlerde PLoS Biology adlı gazetede yayınlanan habere göre göç sezonu sırasında bu hayvanlar gözleri çok az kapalı olarak hem de uykusuz yaşayan hayvanlarda görülen sağlığa zararlı etkilere maruz kalmadan yolculuk ediyorlar.
Madison’daki Wisconsin Üniversitesi'nden Ruth Benca ve çalışma arkadaşları bir kafeste alıkonulmuş hayvanların uyuma düzenlerini ve hareketlerini bir yıl boyunca incelediler. Göç sezonu boyunca, kafesteki kuşlar son derece enerjik, hareketli davranışlar sergilediler. Ayrıca, -insanlarda rüya görmeyle ilintili olarak belirlenen- normal REM uykusunun 3’te biri süresince uyudular. Geceleri teste tabi tutulan diğer canlılar uyurken onlar tamamen uyanık kaldılar ve normal testlerine devam ettiler, ki bu da kuşların göçleri boyunca “uyurgezer” olmadıklarını bir kez daha kanıtladı.
Bilim adamları göç sezonları haricindeki zamanlarda uyku eksikliğinin kuşları olumsuz etkilediğini belirtiyorlar. Oysa kuşlar, özellikle göç esnasında algılama fonksiyonlarında hiçbir bozulma olmadan uykularını azaltabilmede üstün bir yetenek sergiliyorlar. Bu hayvanların bunu nasıl başardıklarıysa henüz çözülebilmiş değil. Kuşlardaki göçe bağlı uykusuzluğa aracı olan mekanizmaları anlamanın; uykudaki değişiklikler, sezonsal ruhi durum bozuklukları ve uykunun kendisinin fonksiyonları hakkında bilgi vereceğini düşünüyorlar.
Kuşlar Neden “Gece” Göç Ederler?
Kuşların çoğu yaşamsal faaliyetlerini gündüz gerçekleştirirler. Fakat uzun seyahatler için geceyi seçerler. Gece göçü kuşlara birçok avantaj sağlar. Bunlardan en önemlisi düşmanlarından bu yolla kaçabilmeleridir.
Gece göç eden kuşların büyük bir bölümü küçük ve uçma kabiliyeti zayıf olanlardır. Bu yüzden gece karanlığında uçmak bu kuşlar için daha güvenlidir. Fakat gece göçleri sadece bu sebeple açıklanamaz. Çünkü güçlü uçucu olan ve okyanusta hiç durmadan 3.200 km'lik bir mesafeyi uçabilen bazı sahil kuşları da gece göç ederler.
Kuşların gece yolculuğunu seçmelerinin sebeplerinden biri de beslenme zamanlarıdır. Genellikle gündüz beslenen kuşlarda sindirim çok hızlıdır. Bu nedenle kuşların gündüz beslenirken kısa aralıklarla besin almaları ve göçten önce bu besinleri vücutlarında yağ şeklinde depolamaları gerekir. Eğer küçük göçmenler, gündüz uzun uçuşlar yaparlarsa ulaşacakları yere gece bitkin bir halde ulaşırlar ve gece beslenemeyeceklerinden ertesi sabahı beklemek zorunda kalırlar. Bu durumda muhtemelen bulundukları ortamın soğukluğundan ve enerji elde edememekten dolayı birçoğu yaşamını sürdüremeyecektir. Bu yüzden bu canlılar geceleyin seyahat ederek çok programlı hareket etmiş olurlar. Gündüzü beslenerek ve göç için yağ depolayarak geçiren kuşlar gece göç ederler, güneşin doğuşuyla beraber mola verirler ve bu döngü bu şekilde devam eder.
Kuşların durmadan uçabilecekleri mesafeyi yağ depolarından başka vücudun su kaybı da belirler. Bu yüzden gece yapılan göçlerde havanın serinliğinden faydalanıp daha az su kaybederek vücut ısılarını düşürebilirler. Su kaybının minimuma inmesi uçulan mesafeyi de artırır.
Kuşlar tüm bu nedenlerle gece göçlerini tercih ederler. Elbette vücut yapıları buna uygun olarak yaratılmış olan türler dışında gündüz uçmaya elverişli yaratılmış kuşlar da vardır. Ördekler, turnalar, martılar, pelikanlar, atmacalar ve kırlangıç gibi kuşlar da gündüz göç ederler. Süzülerek uçma yöntemini kullanan leylekler ve akbabalar ise sadece gündüz uçabilirler. Çünkü uçuş şekilleri, ısı yayılmasına ya da dağ ve tepelere çarpan rüzgarın onları sürüklemesine bağlıdır.
Bu noktada biraz düşünelim. Kuşlar tam da göç esnasında uykularını minimuma indirgeme özelliğini nasıl kazanmaktadırlar? Onlara bu dönemde uykularını azaltabilme yeteneğini kim vermektedir? Bir kuş “şimdi göç zamanı, uyumadan uçmam gerek bu yüzden de vücudumu buna göre ayarlamalıyım” diye bir karar alıp vücucunda da bu kararla ilgili düzenlemeleri yapabilir mi? Peki bu göçü gündüz değil de gece gerçekleştirmenin onlara sağlayacağı avantajları önceden tahmin etmiş olabilirler mi?
Elbette hayır. Şüphesiz bu küçük sevimli hayvanın vücudundaki tüm düzenlemeler onun yaşamak için neye ihtiyacı olduğunu bilen ve tüm ihtiyaçlarını ona hesapsızca sunan üstün bir akıl ve güç sahibi Yüce Allah’tır. Kuşlar, kendi vücut yapıları ve yaşam şekilleri nasıl bir göç şekline izin veriyorsa o düzende göç ederler. Bu canlıları Allah yaratmış ve onları gerekli yeteneklerle donatmıştır. Yaptıkları tüm işler de, Allah'ın varlığının ve kudretinin birer ayeti (delili)dir. Bu nedenle her yaptıkları iş, Allah'ı tesbih etmek, yüceltmek anlamına gelmektedir. Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir.” (Nur Suresi, 41)
http://www.sciam.com/article.cfm?articleID=00012038-FA89-10F2-BA8983414B7F0000
http://www.harunyahya.org/bilim/goc_mucizesi/goc2.html

Darwinizm bilimle değil, telkinle savunulur

Bugün dünya üzerinde insanların büyük bir kısmı Darwinizm'i bilimsel bir teori olarak tanır. Oysa Darwinizm, bilim ve mantıkla asla bağdaşmayan, tüm dünyaya telkin yoluyla kabul ettirilmeye çalışılan batıl bir dindir.Bu dinin ilahı "tesadüf"tür. Darwinizm'i savunanlar evrendeki herşeyi, galaksileri, yıldızları, güneşleri, gezegenleri tesadüflerin meydana getirdiğine inanırlar. Aynı şekilde Dünya'nın, Dünya üzerindeki canlı cansız tüm varlıkların "tesadüf"ün eseri olduğunu iddia ederler. Bu din, geçmiş dönemlerden kalma efsanelerde yer alan sapkın inançlara sahiptir. Mantıksız ve inanılması imkansız olayların mucizevi şekilde meydana geldiğini ve bu sayede tüm varlıkların oluştuğunu savunur.
Darwinizm'in bilimsel gerçeklerle taban tabana zıt bir inanç olduğunu canlılığın oluşumu ile ilgili iddiasını inceleyerek daha iyi anlayabiliriz.Bilindiği gibi tüm canlılar hücrelerden oluşur ve hücrelerin yapıtaşı da proteinlerdir. Bizim bedenimizi oluşturan maddenin büyük bir kısmı da proteinlerdir. Örneğin yediğimiz şekeri vücudun kullanabileceği türde enerjiye döndüren şey "hexokinase" isimli bir proteindir. Derimiz, "kollajen" ismi verilen çok miktardaki proteinden oluştur. Bir ışık demeti gözümüzdeki retina tabakasına çarptığı zaman ilk olarak "rodopsin" isimli bir proteinle tepkimeye girer. Kısacası vücudumuzun tüm fonksiyonları birbirinden farklı işlevleri olan proteinlerin varlığı sayesinde gerçekleşir.Ancak Darwinistler birbirinden farklı ve çok önemli görevleri olan bu proteinlerin tesadüfen oluştuğunu iddia ederler. Bunun ne kadar mantıksız ve bilime zıt bir iddia olduğunu aşağıdaki bilgilerden görebiliriz. Faydalı bir proteinin meydana gelebilmesi için 3 temel şart vardır:

1. Protein zincirindeki bütün amino asitlerin doğru çeşitte ve dizilimde olmaları.

2. Zincirdeki bütün amino asitlerin sol-elli olmaları.

3. Bu amino asitlerin, birbirleri arasında yalnızca "peptid bağı" denilen özel bir kimyasal bağ ile bağlanmış olmaları.

Bilimadamları 500 aminoasitten oluşan bir proteinin (binlerce aminoasitten oluşan proteinler de mevcuttur) tesadüfen oluşma ihtimalini hesaplamışlar ve şöyle bir sonuca varmışlardır:

1. Amino asitlerin uygun dizilme ihtimali:
10650de 1 ihtimal

2. Amino asitlerin sol-elli olma ihtimali:
10150de 1 ihtimal

3. Amino asitlerin aralarında "peptid bağı" ile bağlanmaları ihtimali:
10150de 1 ihtimal

Toplam İhtimal:
10950de 1 ihtimal

Yukarıda verilen hesaplamalarda da görüldüğü gibi, bir proteinin tesadüfen kendi kendine oluşma ihtimali 10950'de 1 ihtimaldir. Bu sayı, 10 sayısının yanına 950 tane sıfır gelmesiyle oluşur. Bir milyar sayısını belirtmek için 9 sıfır kullanıldığı düşünülürse, sözkonusu sayının ne kadar muazzam olduğu daha kolay kavranabilecektir. İşte evrimciler böyle olanaksız bir olayın gerçekleştiğine ve canlılık için gerekli proteinlerin kör, şuursuz tesadüflerin yardımı ile meydana geldiğine inanırlar. Kendileri inanmakla kalmayıp bu safsatalarla tüm insanları da kandırmaya çalışırlar.Böyle akıl ve mantık dışı iddialara inanan Darwinizm ile bilimsel alanda mücadele etmek mümkün değildir. Çünkü bilimsel gerçekler Darwinistler için bir şey ifade etmemektedir. Onlar "tesadüf" dedikleri sahte ilahın sonsuz bir akla ve sonsuz bir güce sahip olduğuna körü körüne inanmışlardır. Akıl ve mantıktan tamamen uzaklaşmış, en akılsız insanların bile inanmayacağı olayları tartışılmaz gerçekler olarak kabul etmişlerdir. İşte böyle bir mantığa sahip insanlara artık bilimsel gerçeklerin etki etmesi mümkün değildir.
Bunun pekçok örneğini vermek mümkündür. Örneğin evrimciler tüm canlıların ortak bir ataya sahip olduklarını ve birbirlerinden türeyerek bugünkü hallerine geldiklerini iddia ederler. Bunun için geçmişte milyonlarca ara aşamalı canlının yaşadığını söylerler. Ancak 150 yıldır yapılan araştırmalarda bu ara aşama canlılarına ait tek bir fosil, tek bir kalıntı bulunamamıştır. Yani fosil kayıtları böyle canlıların geçmişte yaşamadıklarını açıkça ortaya koymuştur. Ancak Darwinistler bilimin ortaya koyduğu bu gerçeği hep görmezlikten gelmişlerdir. Buradan da evrimcilere hangi bilimsel delil gösterilirse gösterilsin, bundan etkilenmeyecekleri anlaşılmaktadır. Hatta öyle ki evrimcilere 20 milyon yıllık homo sapiens (günümüz insanı) kafatası gösterilse ve evrimcilerin iddialarının aksine insanların milyonlarca yıl önce de bugünkü insanlardan farksız oldukları gösterilse, bundan bile etkilenmezler.Tüm bu örnekler bize Darwinizm savunucularının adeta büyülenmişçesine bir saplantı içerisinde olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Bu durumu "felsefi bir çıldırma" olarak tanımlamak dahi mümkündür. İşte bu yüzden Darwinizm ile felsefi alanda mücadele etmek, bu sapkın dinin fikri tutarsızlığını ve geçersizliğini insanlara göstermek şarttır. Dünya insanlarını, dinsizliğe sürükleyen evrimci telkinlerden kurtarabilmenin tek yolu budur.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Yüce Allah'ın Bahşettiği Değerli Bir Maden: Altın


  • Altın nasıl oluşur?



  • Süs eşyası olması dışında altının kullanım alanları nelerdir? 


Altın, oluşumundaki zorluklar nedeniyle aslında dünyada bol miktarda bulunmaması gereken bir elementtir. Fakat Allah’ın bir mucizesi olarak altın madenleri binlerce yıldan beri işletilmekte ve çeşitli biçimlerde insanlara fayda sağlamaktadır. Altını ilginç yapan özelliklerin başında altının tıpkı demir gibi dünya dışından yani dış uzaydan gelmiş olmasıdır. 

Altının Oluşumu Yüce Rabbimiz’in Dilemesiyle Gerçekleşir 

Bilim adamlarına göre altın, platin gibi ağır metallerin oluşabilmesi için Güneş’ten dört kat ya da daha büyük yıldızlara gereksinim vardır. Nötron yıldızı adı verilen bu yıldızların çarpışmaları sonucu oluşan patlamayla ağır metaller uzaya saçılırlar. 

İki nötron yıldızının çarpışmasıyla, uzaya, sadece muazzam bir enerji yayılmakla kalmaz aynı zamanda iki nötron yıldızı birleşip bir karadelik oluştururlar. Fakat daha önce içlerindeki maddenin küçük bir bölümünü uzaya saçarlar. Bu kül hala çok sıcak olduğundan (yaklaşık 1 milyar kelvin) içinde nükleer tepkimeler sürer. Nötron yıldızlarının sert kabuklarını oluşturan demir gibi orta ağırlıkta elementler, ortam içinde hızla nötron toplayarak altın ve platin gibi ağır elementlere dönüşür. Bu elementler adeta bir yağmur biçiminde uzaya saçılırken çekim gücü daha yüksek olan gezegenlerde daha çok birikirler. Ay’daki altın ve diğer değerli elementlerin oranının Dünya’ya kıyasla 1200 misli daha az olmasının nedeni de budur. Yani altın gibi ağır elementler Ay’ın kütle çekimine yakalanmayacak kadar büyük olduklarından Dünya’ya düşmüşlerdir. Yüce Allah eğer Dünya’daki çekim gücünü daha az Ay’ınkini daha fazla yaratmış olsaydı, Dünya bu kadar zengin altın rezervlerine sahip olmazdı. 

Rabbimiz’in bir lütfu ve ikramı olarak sunulan bu değerli maden süs eşyası olarak insanlara büyük zevk verir. Nitekim Kuran’da pek çok ayette altının insanlar üzerindeki etkisi önemle vurgulanır: 

“Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır.” (Al-i İmran Suresi, 14) 

Yüce Allah cennette de bu değerli süs eşyasını kullarına bir güzellik olarak sunmakta ve birçok eşyayı bu değerli madenden yaratacağını müjdelemektedir: 

“Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır, orada altın bileziklerle süslenirler, hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel destek.” (Kehf Suresi, 31) 

“Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı her şey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız.” (Zuhruf Suresi, 71 ) 

Ancak Yüce Rabbimiz’in altın üzerindeki lütuf ve ikramı sadece süs eşyası olarak kullanılması ile sınırlı değildir. Altın tıp, teknoloji, uzay ve havacılık, nanoteknoloji gibi pek çok alanda insanlara fayda sağlar. 

www.Allahisevmek.com
 

Altının sahip olduğu özellikler ve insanlara sunduğu kullanım çeşitliliği bize bu olağanüstü düzeni yaratmış olan Allah’ın benzersiz sanatını ve gücünün sınırsızlığını tanıtan ayetlerden, yani delillerdendir. Önemli olan bu ayetleri görebilmek ve Allah’ın yüceliğini, büyüklüğünü takdir edebilmektir. Allah bunu takdir edemeyen kişilerin durumunu ayetlerinde şöyle haber vermektedir: 

“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah’a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar.” (Yusuf Suresi, 105-106) 

Altının Kullanım Alanlarının Geniş Olması Yüce Allah’ın Lütfu ve İkramıdır 

Yüzyıllar boyunca değerini ve önemini arttırarak koruyan altın, insanların en çok kullandığı en eski metallerden biridir. Geçmişte zenginlik ve ihtişamın simgesi olarak kullanılan altın, günümüzde oldukça yaygın bir kullanım alanına sahiptir. 

Altının Tıp Alanındaki Kullanımı: 

Yapılan arkeolojik çalışmalar ve geçmiş dönemlerdeki yaşantıyı anlatan resimler, Eski Mısır, Hint ve Çin uygarlıklarında altının tıbbi tedavi malzemesi olarak kullanıldığını göstermektedir. 

Kanser tedavisi: Altın X ışınlarını geçirmemesi nedeniyle kanserli hücrelere yönelik radyasyon dozunun ayarlanmasında kullanılır. Ayrıca nanoteknoloji ile hazırlanan ilaçlı altın kapsüllerin kemoterapi ilacı olarak sağlıklı hücreleri öldürmeden kanserli hücreleri yok etmesi bu alanda da altın kullanımını arttırmıştır. 

Eklem İltihabı Tedavileri: Altın ve altın bileşiklerinin, yanmayı ve tahrişi önleyen özelliği eklem iltihabı tedavisinde bu madenin kullanılmasını sağlamıştır. Bilim adamları altının, kıkırdak ve kemikte oluşan hasarları nasıl azalttığını bilememelerine karşın faydasını kanıtlamışlardır. 

İmplantlar: Altın, vücuda yerleştirilen madde anlamına gelen implantlarda dayanıklılığı ve güvenilirliği için tercih edilir. Tıbbi cihazlardaki elektronik parçalar, stent solunum cihazı, kalp pilleri birçok tıbbi tedavi yöntemi eğer altının dayanıklılık özelliği olmasaydı günümüzdeki kadar başarılı sonuçlar vermezdi. Ayrıca altın, bakteri üremesine karşı yüksek direnç gösterdiği için, kulak içi enfeksiyon riski olan yerlerde, yüz felci geçiren hastalarda sıklıkla rastlanan ve tedavi altına alınmadığında sonuçları göz kaybına kadar varabilen göz kapağı problemlerinde de kullanılır. 

Laboratuvar Testleri: Koloidal altın (nanoaltın), rapid (hızlı) testlerde kullanılır. Bu testin kullanım alanı gebelik testi, tüp bebek, tümör varlığı, toksikoloji, alerji alanları gibi oldukça geniştir. Bu testler altın olmasaydı hızlı bir biçimde gerçekleştirilemezdi. 

Dişçilikte: Altın 3000 yıldan beri diş alanında kullanılmaktadır. Altının diş uygulamalarında kullanılması biyolojik yapıya mükemmel uyum sağlamasıyla ilgilidir. Kolay şekil alması, bozulmaya karşı gösterdiği direnç, vücuda yerleştirildiğinde zararlı etkisinin olmaması diş dolgusu ve diş köprülerinde güvenle kullanılmasını sağlar. 

www.A9HD.com
 

Altının Elektronik Alanında Kullanımı: 

Altının bozulmaya karşı dayanıklılığı, yüksek elektrik iletkenliği, çevresine bağlanma kolaylığı sebebiyle cep telefonlarında, kontaklarda, açma/kapama anahtarlarında (switch), rölelerde ve konektörlerde (devre bağlayıcıları), transistörler ve entegre devreler gibi yarı iletken elemanların iç yapımındaki bağlantılarda, güvenli bağlantıya ihtiyaç duyulan elektronik baskılı devrelerde, bilgisayarlarda, otomotiv elektroniğinde, savunma sistemlerinde kullanılır. 

Altının Uzay ve Havacılık Alanında Kullanımı: 

Altın etkili bir yansıtıcı olduğundan Güneş’in yakıcı ısısını yansıtır. Ayrıca radyasyon kalkanı olarak uzay mekiklerinde ve astronotların altın kaplı başlıklarında kullanılır. Yüksek ısılara karşı koruma sağlar. Altının bu özellikleri olmasaydı uzay araştırmaları yapılamaz ve Ay’a gidilemezdi. 

Altının Hava Arıtımında ve Çevre Teknolojilerinde Kullanımı: 

Altın, Yüce Allah’ın bahşettiği kimyasal özelliklerinden dolayı, kirliliği ve enerji tüketimini azaltıcı bir etkiye sahiptir. İtfaiyecileri ve madencileri acil durumlarda karbon monoksit zehirlenmesinden korumak için gaz maskelerinde, termik santrallerde havaya salınan civanın giderilmesinde, hava temizleme cihazlarında, su arıtımı, civa kontrolü ve dizel sürümü gibi hava arıtım ve çevre teknolojilerinde kullanılır. 

Altının Mühendislik Alanında Kullanımı: 

Lehimli alaşımlar, tabaka yağlama ve potansiyometreler ile bujiler, hassas optik kaplama gerektiren aletler, özel camlar gibi alanlarda yaygın olarak altın kaplama kullanılır. 

Altının Nanoteknoloji Alanında Kullanımı: 

Altın yalnızca belirli alanlara bağlandığı için nanoteknoloji alanında oldukça geniş bir kullanım alanına sahiptir. Rapid test ve biyomedikal tahlillerde, anti kanser ilaçlarının vücutta hedeflenen yerlere dağıtımında ve kanserli hücrelerin yok edilmesinde, gelişmiş dekoratif kaplamalarda, yeni estetik özellikler sergileyen boyalar ve tekstil ürünlerinde, yakıt pillerindeki elektro katalizörlerde, işaretleme ve görüntülemede altın nano parçacıklar kullanılır. 

Hz. Mehdi (a.s.) Yeryüzünün Hazinelerini Ortaya Çıkaracaktır 

İçinde bulunduğumuz dönemde Allah’ın izniyle Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in 1400 yıl önce müjdelediği Hz. Mehdi (a.s.) zuhur edecektir. Hadislerde bildirildiğine göre Hz. Mehdi (a.s.) petrol, altın, gümüş gibi yeryüzündeki tüm yeraltı zenginliklerinin ortaya çıkarılmasına ve bunların insanlığın refahı ve konforu için kullanılmasına vesile olacaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Mehdi (a.s.)’ın bu özelliğini şu şekilde haber vermektedir: 

“O’NUN (HZ. MEHDİ (A.S.)) ZAMANINDA YER ALTINDAKİ HAZİNELER, SERVETLER VE DİĞER MADENLER ÇIKARILACAK.” (El-Mehdiyy-il Mev’ud, c. 1, s. 264, 275, 277, 285, 287, 288, 311, 318, c. 2, s. 11) 

“… ARZ, İÇERİSİNDE GİZLEDİĞİ BÜTÜN ZENGİNLİKLERİNİ, ALTINDAN VE GÜMÜŞTEN SÜTUNLAR HALİNDE DIŞARI ATACAK.” (İmam Şa’rani, Ölüm Kıyamet Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s. 464) 

Altın yeryüzündeki kusursuz yaratılışın apaçık bir delilidir. Bu maden sahip olduğu özellikler ile kendilerini yaratan Allah’ın sonsuz ilminin, kusursuz yaratışının, üstün aklının ve kudretinin delilidir. Bu yüzden insan yeryüzünün neresine giderse gitsin Yaratılış gerçeğinin örnekleri ile karşı karşıya kalacaktır. İster bulunduğu yerden şöyle bir etrafına göz gezdirsin, ister binlerce metre yükseklikteki dağlara ulaşsın, isterse okyanusların derinliklerini incelesin… Allah gördüklerini görmezlikten gelmeyen ve bunlar üzerinde düşünen kulları için yeryüzünün her santimetrekaresinde ihtişamlı bir sanat sergilemektedir. Kuran’da bu gerçek şöyle haber verilmiştir: 

“Şüphesiz, mü’minler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 3-4) 

Kerim Olan (Keremi Bol, Cömert Olan) Allah Dünyadaki Tüm Madenleri İnsanların Hizmetine Sunar 

Yüce Allah’ın bir hikmet üzere uzayda yarattığı ve yeryüzüne ulaştırdığı altın gibi değerli madenler yer altında gizli kalmazlar. Yüce Allah insanlara ilham ettiği çeşitli yöntemlerle bu değerli madeni çıkarttırmakta ve böylece, belki de asla ulaşamayacağımız bu madenden, günlük hayatta ve sanayide yoğun olarak yararlanabilmekteyiz. 

Yüce Allah, dünyadaki herşey gibi altını da üstün bir düzen ve hassas bir denge üzerinde, “tam ve uygun şartlar” altında yaratmıştır. İnsanın görevi de Allah’ın bu üstün yaratışını görmek ve O’nun ayetlerini bilmektir. Böylece, kendisinin ve tüm diğer varlıkların Yaratıcısı olan Rabbimiz Allah’ı tanıyacak, O’na yakınlaşacak, varlığının ve hayatının anlamını çözecek ve kurtuluşa ulaşacaktır: 

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün artarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru’.” (Al-i İmran Suresi, 190-191)

13 Temmuz 2012 Cuma

Açık Denizlerin Hakimleri: Balinalar

Denizlerin karanlıklarında rahatlıkla yollarını bulan, sonar sistemi kullanarak avlanan, derinlerdeki basınca karşı korumalı gözlere sahip olan balinalar Allah'ın üstün yaratmasının delillerindendir.

Balinalar tatlı su ihtiyaçlarını nasıl karşılar?

Balinalar suda yaşamalarına karşın, ihtiyaç duydukları suyu denizin tuzlu suyundan karşılamazlar. Yaşamak için tatlı suya ihtiyaç duyarlar. Bu canlıların su ihtiyaçlarını nasıl karşıladıkları tam olarak bilinmemekle birlikte ihtiyaçlarının büyük kısmını, okyanustaki suya göre yüzde otuz kadar daha az tuz içeren diğer deniz canlılarını yiyerek giderdikleri düşünülmektedir. Tatlı suyun kıt bulunduğu bu ortamda canlının bedeninde suyun olabildiğince fazla korunması ve tüketimin olabildiğince az tutulması şeklinde kritik kısıtlamalar ortaya çıkmaktadır. Su miktarı balinalar için çok önemlidir ve bundan dolayı balinalar aynen develerde olduğu gibi terlemezler. Böbrekleri, ürenin konsantrasyonunu, balinaya su kazandıracak şekilde ayarlar.

Su ihtiyacına yönelik bir başka hassas ayar, dişi balinanın sütündeki yağ oranında ortaya çıkar. Anne balina yavrusunu peynir kıvamındaki çok yoğun bir sütle besler. Bu süt insan sütünden on kez daha yağlıdır. Sütün bu derece yağlı olmasının birtakım kimyasal sebepleri vardır. Yağ, yavru tarafından vücuda alındıktan sonra işlenirken yan ürün olarak su açığa çıkar. Böylece anne, en az su kaybıyla yavrusunun su ihtiyacını gidermiş olur.

Derin denizlerin karanlıklarında balinalar nasıl görürler?

Balinaların göz tasarımında ve haberleşme sistemlerinde de kompleks ayarlamalar mevcuttur. Balinaların gözleri, onları derinlerdeki basınca karşı koruyan sert bir tabakaya sahiptir. Ayrıca balinaların göz tasarımında kırılma indeksi, bir gösteri havuzunda suyun altından sıçrayan bir katil balinanın suyun seviyesinden altı metre yükseklikteki balığı mükemmel bir hassaslıkla yakalamasını mümkün kılar. Bunun yanısıra, balinanın gözleri, kafanın iki yanında bulunur, böylelikle akıntılara karşı korunmuş olur. Gözlerdeki çubuk hücreleri ile koni hücrelerinin oranındaki ayarlama sayesinde, ışığa olan hassasiyet renk ve diğer detaylara hassasiyete oranla fazladır. Bu oranın yanısıra gözlerde fosfor bulunması, diplerin karanlık ortamında görmelerini kolaylaştıran bir tasarımdır.

Balinanın beyni ve işitme duyusu

Balinaların yiyecek kaynakları ve birbirlerinin yerini belirlemede kullandıkları asıl algı görme değil, duymadır. Birçok balina deniz dibindeki karanlık bölgelerde bir tür doğal "sonar" sayesinde avlanır. Balinanın beyni, bilim adamlarınca henüz tam olarak anlaşılamayan bir şekilde, klik sesleri çıkarır. Objenin balinaya olan uzaklığı matematiksel bir hesaplama ile anlaşılır. Balinanın beyni, çıkardığı seslerin objeye çarpıp geri döndüğü hızı, bu iş için gerekli zamanla çarpar ve çarpımı ikiye böler. Elde edilen sonuç, objenin kendisine uzaklığıdır.

Üstelik balina ses dalgalarını, beyniyle belli bir noktaya odaklama ve bir ışık hüzmesi gibi gönderme yeteneğine de sahiptir. Geriye dönen dalgalar, hayvanın beyninde analiz edilir ve yorumlanır. Bu yorum, hayvana karşısındaki cismin biçimini, büyüklüğünü, hızını ve konumunu açıkça belli eder. Hayvanın kafatası yapısı, beyni bile tahrip edecek kadar sürekli ve şiddetli bir biçimde yaydığı ses bombardımanından korunmak için ses yalıtımlıdır. Bu canlılardaki sonik sistem inanılmaz derecede hassastır. Amerikan donanması teknolojisini geliştirmek için, deniz memelilerindeki sonar tasarımını taklit etmektedir.

Her biri yaratılış gerçeğinin delillerinden olan bu ayarlamalar, kara memelilerinde bulunmayan ve deniz memelisi olan balinalara özgü ayarlamalardır. Evrimciler bu mükemmel yapıların evrimle ortaya çıktığını iddia etmektedirler. Balinaları Allah'ın yaratmış olduğu gerçeğini inkar etmekte, balinanın, günün birinde denizde yaşamaya karar veren bir kara memelisinden hiçbir bilinci olmayan, rastlantısal mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmalarıyla evrimleşmesi sonucu ortaya çıktığını savunmaktadırlar. Elbette ki bu iddialar, cevaplanması gereken ve evrimcileri açmaza sokan soruları da beraberinde getirmektedir.

Hangi mutasyon balinanın sözde atası olan memelide bir sonar meydana getirebilir? Mutasyonların etkisi ve beynin balinanın yaşamı açısından önemi göz önüne alındığında, mutasyonların beyni tahrip edip balinayı sakat ya da ölü bırakacağı açıktır. Beyin bu rastlantısal süreçte tahrip olacağı yerde, nasıl olup da ses dalgaları üreten, bunları belli noktalara odaklayabilen ve objelerin yerini matematiksel hesaplamalarla belirleyen mükemmel bir sonar kazanabilir? Hangi mutasyonlar kara memelisinin ayaklarını yüzgeçlere çevirebilir ve tonlarca ağırlığı itebilen kuyruğu meydana getirebilir? Kuşkusuz bu sorular balinalardaki suyu verimli şekilde kullanmayı mümkün kılan sistemler, emzirme sistemi ve göz ve kulaklardaki basınca karşı korumalı sistemler hakkında da sorulabilir. Ancak evrimcilerin bu sorulara verebileceği hiçbir makul açıklama bulunmamaktadır.

Açıktır ki balinaların yaşayabilmesi için, ihtiyaç duydukları sistemlerin hepsinin aynı anda var olması gerekmektedir. Bu ise balinaların yaratıldığının açık delillerindendir. Allah balinaları mükemmel bir tasarıma sahip olarak yaratmıştır. Üstün güç sahibi olan Rabbimiz yarattıklarını koruyandır, bilendir

3 Temmuz 2012 Salı

Balıkların Solunum Sistemlerindeki Kusursuz Detaylar

Balıkların son 450 milyon yıldır denizlerde yüzdükleri bilinmektedir. En küçük balıktan en büyüğüne kadar tüm deniz canlıları, suda yaşamaya uygun olarak yaratılmışlardır. Allah bütün balık türlerini en kusursuz biçimde solunumlarını sağlayacak nitelikte yaratmıştır. Balıklar ağızlarından aldıkları suyu solungaçları arasından geçirerek sudaki oksijeni alıp, karbon dioksidi dışarı atarak solunum yaparlar. Balıklarda solunum sistemi, su ile kan damarları arasındaki dış solunum ve kan ile dokular arasındaki iç solunum olmak üzere iki kısımda tamamlanmaktadır.

Balıklarda solunum organları olarak özel şekilde gelişmiş bulunan solungaçlar vardır. Bunlar kemikli balıklarda her bir taraftaki 4 solungaç yayı üzerinde, lampiridlerde ise 7 solungaç yayı üzerinde gelişmişlerdir. Solungaç boşluğunda yerleşmiş bulunan solungaçlar genellikle operkulum denilen bir örtü ile korunmaktadır. Bir solungaç yayının konkav tarafında büyüklük ve sayıları türlere göre değişen solungaç dikenleri (branchiospin), aksi tarafta ise, kılcal kan damarları ile donatılmış olan solungaç lamelleri bulunmaktadır.
Solungaçlar Balıkların Nefes Almalarını Kolaylaştıran Özel Sistemlerdir
Balığın içinde bulunduğu suda az miktarda çözünmüş oksijen vardır. Örneğin yüzeye yakın sularda bir litre deniz suyunda yaklaşık 5 ml oksijen vardır. İnsanın soluduğu havada ise bu oran, 1 litrede 210 ml oksijendir. Karşılaştıracak olursak, eğer insan bir şekilde suyun altında nefes alabiliyor olsaydı, ciğerlerine yeterli oksijeni alabilmek için dakikada 450 kez nefes alması gerekirdi. İşte bu önemli fark nedeniyle Allah balıkların, fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, sudaki az miktardaki oksijeni toplayabilecek özel bir sistem yaratmıştır.
Solungaçlar, binlerce solungaç lifinden oluşur:
Her bir solungaç kemerinin içi oyuktur ve ince kan damarlarından oluşur. Bu damar lifleri ise, daha küçük damarlara ayrılır. Solungaçların bu katmerli yapısı, oksijen taşıyan damar ağının yüzey alanını artırır. Böylece solungaçların yüzey alanı, normal hayvanların on katı fazla olabilmektedir. Balıkların sudan çıkınca boğulmalarının asıl sebebi de, havadaki oksijeni teneffüs edememelerinden çok, solungaç kemerlerinin içe çökerek, oksijen emilimi için yeterli yüzey alanı kalmamasıdır.
Balıklarda solungaçlar, akciğer görevini üstlenmiştir:
Balıklar memeli akciğerlerindeki gibi oksijeni doğrudan ciğerlerine almazlar. Bunun yerine solungaçlar, oksijeni süzerek kana katarlar. Kanın balığın vücudundaki dolaşımı da memelilerdekinden çok farklıdır. Örneğin insanda dört bölmeli kalp bulunurken, balıklarda iki bölmeli kalp mevcuttur. Bunun nedeni balıkların yalnızca tek yönde kan pompalamalarıdır. Kan kalbe tek bir damar yolu ile girer ve solungaçlara doğru tek yönden dışarı çıkar. Solungaçlar damarlardaki kanın etrafındaki sudan oksijen toplar ve oksijeni buradan tüm vücuda taşır. Kullanılan oksijen de kalbe geri gider. Kan solungaç liflerinin arasından geçerken, suyun geçtiği yönün tersinde ilerler. Bu sudaki alınabilecek tüm oksijenin kana iletilmesi için çok önemlidir. Eğer kan su ile aynı yönde ilerleseydi; o zaman kan, sudan alınabilecek olan oksijenin ancak yarısını alabilirdi. Kan ve su oksijen içeriği bakımından belli bir dengeye ulaşınca, daha fazla oksijen emilimi gerçekleşmeyecekti. Ancak kan ve suyun zıt yönlerde akması sayesinde okisjen emilimi her zaman mükemmel bir düzen içinde gerçekleşir: Suda kandakinden daha fazla oksijen vardır ve sudaki oksijenin %50’sinden fazlası kana karıştıktan sonra da oksijen aktarımı devam eder. Bu sistem sayesinde balık %80-90 daha fazla verimle oksijen elde edebilir.
Solungaçlardaki kılcal damarların önemli işlevleri vardır:
Dış solunum denilen suda erimiş oksijenin kan tarafından alınması ve kandaki karbondioksitin (CO2) suya verilmesi (gaz alışverişi) olayı solungaç lamellerindeki kılcal kan damarları ile (kapillerler) sağlanmaktadır. Lameller her solungaç yayı üzerinde bir çift sıralı olarak bulunurlar. Solungaçların devamlı olarak su ile temas ederek nemli kalmaları gerektiğinden balıklar ağızlarını sık sık açıp kapatırlar ve bu esnada solungaç kapakları da devamlı su sirkülasyonunu sağlamak ve bunun solungaç boşluğunda tekrarını temin edebilmesi için periyodik olarak açılır ve kapanırlar.

Balıklar Allah’ın Özel Olarak Yarattığı Canlılardır
Evrimciler Kambriyen devrinde ortaya çıkan omurgasız deniz canlılarının, on milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içinde balıklara dönüştüğünü iddia ederler. Ancak Kambriyen devri omurgasızlarının hiçbir atası olmadığı gibi, bu omurgasızlar ile balıklar arasında bir evrim olduğunu gösterebilecek hiçbir ara geçiş formu da yoktur. Oysa iskeletleri olmayan ve sert kısımları vücutlarının dış kısmında yer alan omurgasızların, sert kısımları vücutlarının ortasında yer alan kemikli balıklara sözde evrimleşmesi çok büyük bir dönüşümdür, dolayısıyla böyle bir şey gerçekleşmiş olsa çok sayıda ara form fosili bırakmış olması gerekir. Tüm farklı balık kategorileri, fosil kayıtlarında bir anda ve hiçbir ataları olmadan ortaya çıkarlar. Evrimciler bu hayali formları bulmak için 150 yıldır fosil tabakalarını alt üst etmektedirler.

Milyonlarca omurgasız fosili, milyonlarca balık fosili bulunmasına rağmen, hiç kimse tek bir tane bile ara form fosili bulamamıştır. Evrimci paleontolog Gerald T. Todd, “Kemikli Balıkların Evrimi” başlıklı makalesinde, bu gerçek karşısında evrimcilerin çaresizliğini gösteren şu soruları sıralar:

“Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar... Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden kendilerine evrimsel bir ata oluşturabilecek canlıların izlerinden eser yoktur?” (Gerald T. Todd, “Evolution of the Lung and the Origin of Bony Fishes: A Casual Relationship”, American Zoologist, vol 26, No. 4, 1980, s.757)

Fosil kayıtları, diğer canlı sınıflamaları gibi balıkların da yeryüzünde aniden ve farklı yapılarıyla ortaya çıktığını göstermektedir. Balıklar, arkalarında hiçbir “evrim” süreci olmadan, kusursuz anatomileriyle bir anda yaratılmışlardır. Allah üstün güç sahibi bir Yaratıcı’dır. Nitekim ayetlerde Allah’ın sonsuz yaratma gücüne dikkat çekilir:
“Görmüyorlar mı, gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya gücü yeter ve onlar için kendisinde şüphe olmayan bir süre (ecel) kılmıştır. Zulmedenler ise ancak inkarda ayak direttiler.” (İsra Suresi, 99)
Hava Keseleri Balıkların Yaşaması İçin Gerekli Organlardır
Balığın yalnızca omurgasının özel biçimde olması, yüzebilmesi için yeterli değildir. Çünkü balığın su içindeki tek hareketi ileri geri değildir; eğer bir balık su içinde aşağı yukarı da hareket edemezse yaşayamaz. Balık suyla aynı yoğunluğa sahipse aynı derinlikte tutunmayı başarabilir. Ancak yoğunluğu daha az ise, yüzeye doğru yükselir; daha çok ise derine doğru çekilir. Pek çok balığın vücudunda bu etkiyi kontrollü olarak sağlayacak hava keseleri vardır. Balıklar vücutlarındaki bu keseleri hava ile doldurarak kısa sürede derinlere inebilir veya havayı boşaltarak su yüzeyine doğru çıkışa geçebilirler. Balık derinlere indiğinde, suyun balık üzerindeki fiziksel etkileri de değişir ve hava keselerinin ikinci bir hayati önemi daha ortaya çıkar. Değişen şartlara hava kesesindeki gazın azaltılıp, çoğaltılmasıyla uyum sağlanır. Bu balon sayesinde balık her seviyede kendini dengeleme olanağı elde eder.
Bazı balıklarda yüzme kesesinin başka görevleri de vardır. Balığın çıkardığı sesi çoğaltabilir, kulağın duyma yeteneğini geliştirebilir. Kulağa bağlanan yüzme kesesi, doktorların kullandıkları stetoskop gibi, mekanik ses yükseltici benzeri bir işlev görür.
Canlılarda belli bir amaca yönelik var edilen muhteşem düzeni, tesadüf ürünü saymak akılcılıktan tamamen uzaktır. Şu an yaşayan ve yüzlerce yıl önce yaşamış olan tüm canlı türleri, Allah’ın üstün ilmini ve yarattığı çeşitliliği, büyük bir ihtişamla sergilerler. Bu ihtişamlı yaratılışı görmezden gelenler ise, Rabbimiz’in gücünü takdir edemeyenlerdir. Allah bu kimseleri Kuran’da haber vermiştir:
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, Azizdir.” (Hac Suresi, 74)
Rabbimiz Balıkların Vücudundaki Her Detayı Bir Hikmetle Yaratmıştır
Balıkların basınç, soğuk, karanlık gibi zor koşullarda yaşayabilecekleri; beslenme, solunum, korunma gibi ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilecekleri sistemler, bulundukları ortamın tüm şartlarına en uygun yapılardadır. Küçük bir detay gibi görünen farkların dahi yaratılışında bir hikmet vardır ve tüm bunlar bu canlıların yaşamları açısından önem taşır. Örneğin denizin üst kısımlarında yüzen balıkların genellikle, yukarı doğru kepçe biçiminde ağız yapıları vardır; böylece yüzen böcek ve diğer ufak cisimleri rahatça yakalarlar. Suyun orta tabakasında yüzen balıkların ağız yapısı, hemen tepede, burunlarına yakın bir yerdedir; böylece yemlerini daha düşerken yakalayabilirler. Orta tabakadaki balıkların bir kısmı da, yosunluklarda otlayacak biçimde, aşağıya eğimli yapıdadır. Deniz katmanlarının alt tabakasında yaşayan balıklarda ise, yassı vücutlarının altında, zemindeki yiyeceklerle beslenebilecekleri şekildedir. Çünkü bu canlılar, Yüce Rabbimiz’in muhteşem eserleridir. Muhteşem yaratılışlarına uygun olarak mükemmellik sergilerler. Yüce Allah, bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır.” (Hud Suresi, 6)