A9 TV Canlı Yayın

30 Aralık 2011 Cuma

''Çamurlu Su İçinde İlk Hücre Oluştu'' İddiası Sahtekarlıktır

Darwin’in evrim teorisine göre cansız maddelerin tesadüfen bir araya gelmeleriyle meydana gelen hayali bir “ilk hücre” vardır. Darwinizm’e göre her şey bu “ilk hücre” ile başlar. Bütün canlılığın, kelebeklerin, kuşların, aslanların, kartalların, balinaların, tavşanların, geyiklerin ve nihayet teknolojiler üreten, medeniyetler kuran, profesörler yetiştiren, uzaya çıkan, laboratuvarlarda sahip olduğu hücreleri inceleyen insanın da kaynağı Darwinizm’e göre hep bu hayali “ilk hücre”dir.

Darwinizm'e göre bu hayali ilk hücrenin kaynağı ise; bir miktar çamurlu su, zaman ve tesadüflerdir! Darwinizm dinine göre bu üç sihirli(!) ve akıllı(!) güç birleşerek, Nobel ödüllü bilim adamlarının 21. yüzyıl teknolojisinin hakim olduğu laboratuvarlarda bile üretemedikleri, detaylarını anlayabilmek için insanların yarım yüzyılı aşkın bir süredir üzerinde araştırmalar yaptığı, son derece kompleks ve mükemmel mekanizmalara, organellere ve indirgenemez bir kompleksliğe sahip “HÜCRE”yi her nasılsa meydana getirmişlerdir! Dahası, bu üç muhteşem(!) güç birleşerek şu an yeryüzünde gördüğümüz muhteşem canlılığı da meydana getirmişlerdir. Darwinizm dini, işte insanları bu safsataya inandırmaya çalışır.

Oysa bu iddia büyük bir sahtekarlık, büyük bir yalandır.

Aslında Darwin’in ortaya attığı çamurlu suda oluşan bu ilk hücre fantazisi, Darwin dönemi bilimi ve teknolojisine uygun düşmektedir. Darwin’in hücreyi yalnızca içi su dolu bir baloncuk zannettiği dikkate alındığında, bu çocuk masalı da dönemin bilgi ve bilim anlayışından beklenen bir şeydir. Dahası insanlar, hücrenin neye benzediğini bilmediklerinden bu yalana çok daha kolay kanmışlardır. Fakat genetik bilimi ile ortaya çıkan sonuçlar, Darwinizm’in büyük bir yalan olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Şu anki bilgi ve veriler doğrultusunda hücrenin sahip olduğu sayısız proteinden yalnızca tek bir tanesi bile evrim teorisini çürütmektedir. Proteinler üstün komplekslikte yapılardır, tesadüfen oluşmaları imkansızdır. Öyle ki laboratuvarlarda bilinçli, kontrollü ortamlarda oluşturulması bile 21. yüzyıl teknolojisiyle mümkün olmamıştır. Böyle bir yapının tesadüfen çamurlu bir suda oluştuğunu iddia etmek, bilim adına gülünç, hatta akla aykırı bir iddiadır. Amerikalı bilim filozofu Stephen C. Meyer tek bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalinin imkansızlığını şu sözlerle ifade etmiştir:

Sadece 100 amino asit uzunluğunda kısa bir protein molekülünü oluşturmak için aşılması gereken olasılık engellerini düşünün. Protein zincirinde diğer amino asitler ile birleşmeleri için amino asitlerin öncelikle peptid bağı olarak bilinen kimyasal bağlar kurmaları gerekir. Fakat doğada amino asitler arasında diğer birçok türde kimyasal bağ kurulabilir. Tüm bağlantıların peptid bağlarından oluştuğu 100 amino asitlik bir zincir oluşturma olasılığı kabaca 1030’da bir ihtimaldir.

İkincisi, doğada her amino asidin kendisine ait aynada yansımasını andıran bir eşi vardır. Biri sol elli L-formunda, diğeri ise sağ elli D-formundadır. Bu birbirinin yansıması olan formlara optik izomerler denir. İşlevsel proteinler sadece sol elli amino asitleri kabul eder, fakat sağ elli ve sol elli izomerler doğada aşağı yukarı eşit sıklıkta bulunur. Bunun dikkate alınması biyolojik olarak işlevsel bir protein elde etmenin olanaksızlığını daha da arttırır. 100 amino asitten oluşan hayali bir peptid zincirinde tesadüfler sonucunda sadece sol elli amino asitleri kullanma olasılığı (1/2)100 ya da yine kabaca 1030’da bir ihtimaldir.

Üçüncü ve en önemlisi işlevsel proteinlerin belirli bir dizilimde düzenlenerek birbirine bağlanmış amino asitlere sahip olması gerekir, aynen anlamlı bir cümledeki harfler gibi. Biyolojik olarak 20 amino asit bulunduğu için belirli bir amino asit elde etme olasılığı 1/20’dir. Bu zincir üzerinde bazı alanların birkaç amino aside izin vereceğini düşünürsek (MIT’den biyokimyager Robert Sauer tarafından belirlenen varyanslar kullanılarak), birden fazla işlevsel proteinde fonksiyonel bir amino asit dizilimini rastgele elde etme olasılığının 1015’te bir ihtimal olarak, “yok denecek kadar az” olduğunu görebiliriz. Bu sadece yüz amino asit uzunluğunda bir protein için astronomik büyüklükte bir rakamdır. (Aslında bu olasılık daha da azdır, çünkü doğada bu hesaplamada yer almayan ve proteinlerde yer almayan birçok başka amino asit bulunmaktadır.)

Eğer uygun bağların ve optik izomerlerin sağlanması ihtimali de bu hesaplamaya dahil edilirse, oldukça küçük ve işlevsel bir proteini rastgele elde etme olasılığı o kadar az olur ki, milyarlarca yıl yaşında bir evrende bile bu gerçekten sıfır sayılır (10125’te bir ihtimal). Dahası, işlevsel bir DNA’nın tesadüfi olarak elde edilmesinde benzer ciddi zorluklar olduğunu hesaba katmak gerekir. Bunun yanı sıra, en alt düzeyde kompleks bir hücrede 1 değil, en azından 100 kompleks protein bulunması gerekir (ve DNA ile RNA gibi diğer başka bio-moleküler bileşenler) ve bunlar yakın koordinasyon içindedirler. Bu nedenle hücredeki karmaşıklığın niceliksel olarak değerlendirilmesi 1960’ların ortalarından beri biyolojinin hayatın kökeni alanında hakim olan bir görüşü güçlendirmiştir: Tesadüf, biyolojik karmaşıklığın ve özgüllüğün kökenini açıklamak için yeterli bir açıklama değildir. 1

Bütün bu kompleks yapıların imkansız oluşumunun tesadüfen gerçekleştiğini varsaydığımızda bile, Darwinistlerin DNA gibi muhteşem bir molekülün içinde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduran bilginin oluşumunu açıklamaları gerekmektedir. Fakat hücre ve hayatın kökeni ile ilgili her konuda olduğu gibi bu konuda da Darwinistler açıklamasızdırlar. Çarpık Darwinist mantığına göre, çamurlu suyun içinde tesadüfen oluşan bir hücrenin içindeki olağanüstü bilginin de çeşitli dış etkiler yoluyla tesadüfen oluşmuş olması gerekmektedir. Kuşkusuz böyle bir oluşum imkansızdır. DNA’nın içindeki bilgi, DNA ile birlikte yaratılmış muazzam bir bilgidir.

Darwinistlerin çamurlu suda tesadüfen hücre oluştu iddiası, hücreyi içi su dolu bir baloncuk zanneden Darwin döneminden kalma köhne bir inanıştır. Ancak 19. yüzyıl hurafeleri, bilimin ve teknolojinin oldukça geliştiği günümüzde geçersizdir kuşkusuz. Bir canlı bedeninde açıklanması gereken sayısız kompleks yapı varken, Darwinizm tek bir proteinin oluşumunu bile açıklayamamaktadır. Fakat Darwinistler bu imkansızlıklardan habersiz gibi davranırlar. Halen evrimci yayınlarda, çamurlu sudaki bu imkansız oluşum, adeta bir çocuk hikaye kitabındaki öyküler şeklinde anlatılır. Amaç, bu bilimsellikten uzak, mantıksız ama aynı zamanda da ispatsız anlatımla kitleleri aldatabilmektir. Bu batıl dinin taraftarlarına göre, söz konusu hikayeye ne kadar çok kişi inansa, o kadar kişi Darwinizm büyüsünün etkisi altına girecektir.

Fakat artık Darwinistlerin sahte hikayelerine insanlar inanmamaktadır. Yaratılanların tümü, evreni ve içindekileri kusursuzca yaratan Yüce Rabbimiz’in Üstün Gücünü ve Kudretini sergilemektedir. Kuran'da Yüce Allah, hücrenin ve insanın üstün yaratılışını haber vermiştir:

Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 12-14)

Kuran'ın dışında açıklama arayanlar, yeryüzündeki muhteşemliğe istedikleri kadar basit bir açıklama getirmeye çalışsınlar, yaratılan eserin çok büyük ve ihtişamlı olduğu açıktır. Ve bu üstün yaratılış karşısında evrim teorisinin bir yaşam sahası yoktur. Yüce Allah bir ayetinde yarattığı eserlerin büyüklüğünü şöyle haber verir:

Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak insanların çoğu bilmezler. (Mümin Suresi, 57
)

29 Aralık 2011 Perşembe

Dakikada 36 Milyon İşlem Yapan Enzimler

Canlıların bedenlerinde her saniye sayılamayacak kadar çok işlem gerçekleşir. Bu işlemler o kadar detaylıdır ki, her aşamalarında, bütün karmaşayı kontrol eden, düzeni sağlayan ve olayları hızlandıran "süper denetleyicilerin" müdahalesine gereksinim vardır. İşte insan vücudundaki bu süper denetleyiciler, enzimlerdir.


Her canlı hücrede, her biri kendi özel işini yapan, örneğin DNA kopyalanmasına yardımcı olan, besin maddelerini parçalayan, besinlerden enerji üreten, basit moleküllerden zincir yapılmasını sağlayan ve bunlar gibi sayısız işler gören binlerce enzim vardır.


Enzimler hücre içinde mitokondrilerde üretilir. Büyük bölümleri proteinlerden oluşur, geri kalanları ise vitamin ve vitamin benzeri maddelerdir. Eğer bu enzimler olmasaydı, en basitinden en karmaşığına kadar hemen hiçbir fonksiyonunuz çalışmaz ya da neredeyse duracak kadar yavaşlardı. Sonuç olarak her iki halde de durum değişmezdi ve ölüm gerçekleşirdi. Nefes alamaz, birşey yiyemez, sindiremez, göremez, konuşamaz kısacası yaşayamazdık.


Enzimlerin en önemli görevleri vücuttaki birtakım kimyasal reaksiyonları başlatıp durdurmak ve onları hızlandırmaktır. Vücuttaki hücreler görevlerini yerine getirirken, içerdikleri kimyasalların reaksiyona girmeleri gerekir. Kimyasal reaksiyonların başlaması içinse yüksek derecede ısı gereklidir. Bu yüksek ısı ise canlı hücrelerin hayatları için tehlikeli bir durumdur; hücrelerin ölümüne neden olur. İşte bu sorunu çözenler yaratılış mucizesi enzimlerdir. Yüksek ısıya gerek kalmadan, enzimler kimyasal reaksiyonları başlatır veya hızlandırırlar, ancak kendileri reaksiyona girmezler. Enzimlerin hücrelerimizde meydana gelen olayları hızlandırması ile ilgili günlük yaşamdan bir örnek verebiliriz: Nefes alıp verirken karbondioksitin kanımızdan temizlenmesinde görev alan bir enzim sayesinde boğulmadan yaşamımıza devam edebiliriz. Çünkü "anhidraz" adlı bir enzim karbondioksitin temizlenme işleminin hızını 10 milyon kez daha artırır. Bu hızla enzimler bir dakikada 36 milyon molekülü değişikliğe uğratma imkanına sahiptirler.

Vücudun Seri ve Ekonomik Üretim Araçları





Enzimler hem hayati olan reaksiyonların en hızlı şekilde gerçekleşmesini sağlar hem de vücut enerjisini en tasarruflu şekilde kullanırlar. Eğer insan vücudunu bir fabrika, içinde çalışan enzimleri de fabrikadaki üretim araçları gibi düşünürsek, böyle bir fabrikaya enerji kaynağı dayanmaz. Çünkü 2000 farklı çeşidi olan, trilyonlarca makinenin kusursuzca böyle bir hızda çalışması için gereken enerji çok yüksektir. Kaldı ki hücre içindeki basit bir reaksiyonu laboratuvar ortamında gerçekleştirmek için oldukça fazla miktarda ısı ve enerji kullanılması gerekmektedir.


Oysa hücrelerde sessizce çalışan enzimler vücudun ısısıyla ve besinlerden aldıkları enerjiyle bütün görevlerini eksiksizce yerine getirirler. Sadece bu özellikleri bile, enzimlerin vücutta meydana gelen her olayı en kusursuz ve en kullanışlı hale getirmek için tasarlanmış yetenekli elemanlar olduklarını görmek için yeterlidir. Şu anda siz bu yazıyı okurken de birçok enzim vücudunuzun her bir köşesinde meydana gelen reaksiyonları kontrol etmekte ve onları hücrelerinizin yaşamını sağlayacak hıza getirmektedirler. İnsan, vücudunda daha neler olup bittiğini dahi bilmezken, enzimler, hem bunlardan haberdardırlar hem de tüm işlemlere son derece önemli ve yerinde müdahalelerde bulunurlar. Ayrıca her bir enzim vücuttaki belirli kimyasal reaksiyonları hızlandırır. Hiçbir enzim bir diğer enzimin görevini yapmaz, kendi görevini şaşırmaz. Çünkü her bir enzim kendi görevi için özel olarak imal edilmiştir. Örneğin enzimlerin büyük bir bölümü nötr durumdaki sulu ortamlarda etkin olabilirken, midede besinleri sindirmekle görevli olan enzimler ancak asitli ortamda etkin olabilmektedirler. Veya tükürükte nişastayı maltoza parçalayan amilaz enzimi besine yemek borusu boyunca eşlik eder, ancak mideye varıldığında oradaki asitli ortam bu enzimi etkisizleştirir. Zaten mideye gelindiğinde bu enzimin işi de bitmiştir (Harun Yahya, Protein Mucizesi, Vural Yayıncılık) .

Enzimlerin Anahtar-Kilit Uyumu





Enzimlerin şekilleri, üzerinde etkili oldukları madde ile tam uyumludur. Enzim ve birleşerek etkileyeceği madde, üç boyutlu karmaşık bir geometride, anahtar ve kilit gibi birbirlerine kenetlenirler. Vücut içinde enzimlerin kendilerine uyan maddeyi bulmaları ve giderek birleşmeleri çok şuurlu bir harekettir. Üstelik enzimler vücudun her köşesinde bir yer edinmiş ve kendilerine uygun olan maddeleri bekleyen avcılara benzemektedirler. Hepsi kendi tasarımına ve özelliklerine uygun, en doğru yerde bulunur. Zarar görecekleri veya etkilerini yitirecekleri ortamlardan ise uzak dururlar. Tüm reaksiyonları başlatma veya hızlandırma gibi bir sorumluluğu almaları ise üzerinde düşünülmesi gereken ayrı bir konudur. Enzimler, eğer kendilerini durduran bir etken olmazsa, vücuttaki tüm reaksiyonları sürekli olarak başlatıp hızlandıracaklardır. Bu da, örneğin belli bir proteinin gereğinden fazla üretilmesine veya hücredeki bazı dengelerin bozulmasına neden olacaktır. Enzimin faaliyetlerini düzenleyen ise hücredir. Hücre enzimin durması gerektiğine karar verdiğinde, olağanüstü bir şuur ve planlama ile enzimi "oyalar". Bunun için, enzimin normalde birleştiği maddeye benzer bir madde gönderir ve enzim bu madde ile birleşir. Dolayısıyla bu "taklit" madde, enzimi bir süre oyalayarak, gereksiz faaliyette bulunmasını engeller. Ancak bu taklit maddenin enzimi yakalamak için gerçek maddelerle rekabet etmesi gerekir. Bu nedenle enzimin bu şekilde engellenmesine "kompetitif inhibitor" (rekabetçi engelleyici) denilmektedir. Ve enzimin neden olduğu reaksiyonun sonucunda oluşan ürün belli bir seviyenin altına inene kadar enzimin faaliyetleri bu oyalama metoduyla durdurulmuş olur.


Yukarıda anlatılanlar elbette ki, üzerinden bir kere okunup geçilecek olaylar değildir. Herşeyden önce şunu hatırlatmakta fayda vardır; bu hesapları yapan, kararları alan, planları uygulamaya koyanlar eğitimli, bilinçli, sorumluluk sahibi insanlar değil, cansız atomların birleşmelerinden oluşmuş proteinler, yağlar, karbonhidratlar, vitaminlerdir. Hücre stok kontrolü yapar gibi, ürettiği maddenin miktarını tespit etmekte, üretime bir süre ara verilmesi gerektiğine karar verdiğinde ise, üretimi durdurmak için son derece zekice bir plan uygulamaktadır.


Hücrenin enzimi oyalayacak olan taklit maddeyi üretmesi ve onu tam gerektiği zamanda göndermesi de çok şuurlu bir harekettir. Çünkü bu taklit maddeler hep ortada olsalardı, acil üretim gerektiğinde enzimleri oyalayarak üretimi engelleyeceklerdi. Ancak hücreler her zaman doğru zamanlama yaparlar. Bu kadar organize, zekice ve bilgi gerektiren davranışların art arda, gözle görülmeyecek kadar küçük moleküller tarafından başarılması Yüce Allah'ın yaratışındaki üstünlüğün göstergelerinden yalnızca biridir. Tüm bu varlıkların Rabbimiz'in emri ile hareket ettikleri apaçık bir gerçektir.


Bilim Adamları Evrimcilerin Tesadüf İddiasını Yalanlıyor…


Günümüzde enzimler, proteinler ve tüm benzeri yapılarla ilgili detaylar ortaya çıktıkça, evrim teorisinin geçersizliği de iyice belirginleşmektedir. Bu mikro dünyadaki yapılar, bilim adamlarının isteseler de istemeseler de, canlılıkta kusursuz bir tasarım olduğunu kabul etmelerine neden olmaktadır. Mikrobiyolog Malcolm Dixon bu bilim adamlarından biridir:


Enzim sistemi her dakika tam vardiya çalışan kimyagerlerin yapamadığını yapıyor… Kimse doğal olarak oluşan enzimlerin yüzlerce arkadaşı ile beraber şans eseri kendi kendilerini fark ettiğini ciddi olarak düşünebilir mi? Enzimler ve enzim sistemleri aynı genetik mekanizmalar gibi mihenk taşlarıdır. Daha ileri araştırmalar yapıldığında daha iyi detaylanmış tasarımı açığa çıkarır.


Enzimlerin tesadüfen oluşamayacak kadar kompleks bir yapıya sahip olduklarını ise, ünlü biyokimyacı Michael Pitman olasılık hesaplarıyla şöyle ifade eder:


Bilindiği üzere evrende 1080 kadar atom var ve Big Bang'in patlamasından bu yana 1017 saniye geçti. Yaşamın devam edebilmesi için de 2000 tane temel enzime ihtiyaç var. Bu enzimlerden bir tanesinin bile tesadüfen oluşması için 1020'nin üzerinde bir olasılık gerekir. Bütün hepsinin tesadüfen oluşması için ise 1040000 ihtimalde bir ihtimal oluşmalıdır. Böyle bir ihtimalin oluşması için bütün evrenin organik bir çorba olduğunu düşünsek dahi bu imkansızdır.


Tek bir enzimin dahi tesadüfler sonucunda kendiliğinden oluşması, bu bilim adamlarının da sözlerinde belirttiği gibi kesinlikle imkansızdır. Kaldı ki tek bir enzimi oluşturmak için 50 farklı enzim bir arada çalışır. Bir enzimin tek bir amino asitini sentezlemek içinse ayrıca 9 farklı enzime ihtiyaç vardır. Burada akla şu soru gelmektedir: Diğer enzimler olmadan ilk enzim nasıl oluşmuştur? İşte bu, evrimcilerin asla cevap veremeyeceği bir sorudur.


Enzimlerin kimyasal üretim problemlerinin yanısıra, bir özellikleri daha bulunmaktadır; enzimler oluştuklarında eğer gerekli koşullarda korunmazlarsa kolaylıkla yok olurlar veya pasif hale getirilebilirler, yani işe yaramaz hale gelirler.


Sonuç olarak, tek bir enzimin dahi işler halde bulunabilmesi için diğer bütün enzimlerin, hücrenin, sistemlerin ve yapıların hazır bulunması gereklidir. Peki o zaman ilk enzim nasıl oluşmuştur? Bu sorunun cevabı çok açıktır. Her canlıyı bütün molekülleriyle, hücreleriyle, enzim ve proteinleriyle beraber aynı anda bir bütün olarak, kusursuzca var eden Yüce Allah yaratmıştır. Bu gerçek bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:




"Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertip etti. (İnfitar Suresi, 6)

28 Aralık 2011 Çarşamba

Allah'ın Renk Sanatı


Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bir an için tüm ön yargılarınızdan kurtularak, şimdiye kadar öğrendiğiniz her şeyi bir kenara bırakarak düşünün. Bedeninizin, çevrenizdeki insanların, denizlerin, gökyüzünün, ağaçların, çiçeklerin, kısacası her şeyin kapkara olduğunu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Etrafınızda hiçbir rengin olmadığını düşünün. Çevrenizdeki insanların, kedilerin, köpeklerin, kuşların, kelebeklerin, meyvelerin hiç rengi olmasaydı neler hissederdiniz kafanızda canlandırmaya çalışın. Böyle bir dünyada yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?

Renksiz bir dünya denildiğinde akla siyahın, beyazın ve grinin tonlarının olduğu bir yer gelebilir. Oysa siyah, beyaz ve gri de birer renktirler. Bu yüzden insanın renksizliği hayal etmesi çok zordur. Renksizliği tarif ederken de mutlaka bir renk kullanmak zorunluluğu hissedilir. "Her şey renksiz, kapkaraydı; yüzünde renk kalmamıştı, bembeyaz olmuştu" gibi cümlelerle renksizlik ifade edilmeye çalışılır. Oysa bunlar renksizliğin değil siyah-beyaz bir dünyanın tarifidir.

Bir saniye için etrafınızdaki her şeyin renklerinin bir anda yok olduğunu düşünün. Böyle bir durumda her şey birbirine karışacak, cisimleri birbirinden ayırmak imkansızlaşacaktır. Örneğin kahverengi tahta bir masanın üzerinde duran turuncu bir portakalı, kırmızı çilekleri ya da rengarenk çiçekleri görmek imkansızlaşacaktır; çünkü ne portakal turuncu olacaktır, ne masa kahverengi, ne de çilekler kırmızı. Tarifi bile son derece zor olan bu renksiz dünyada kısa bir süre bile olsa yaşamak insana büyük bir sıkıntı verecektir.

Yukarıdaki resimler karşılaştırıldığında, etrafımızda sürekli renkli bir dünya görmemizin ne kadar rahatlatıcı olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Renkler insana dünyada Allah tarafından verilmiş en büyük nimetlerden biridir.

Renklerin çeşitliliğinin bize olan faydası sadece çevremizi tanımamız değildir. Doğada yer alan kusursuz renk uyumu insan ruhuna büyük bir zevk verir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: İnsanın bu uyumu görebilmesi ve bütün detaylarından zevk alması için de ona çok özel bir tasarımı olan gözler verilmiştir. Canlılar aleminde renkleri en ince ayrıntısına kadar algılayabilen en fonksiyonel göz, insan gözleridir. Öyle ki insan gözü milyonlarca renge karşı duyarlıdır. Görüldüğü gibi mükemmel bir şekilde çalışan insandaki göz mekanizması renkli bir dünyayı görebilmek için özel olarak tasarlanmıştır.

Dolayısıyla dünya üzerinde, evrendeki böyle bir düzenin varlığını anlayabilecek tek varlık, akıl sahibi olan insandır. Bütün bu bilgilerin ışığı altında ortaya şu sonuç çıkmaktadır:

Yeryüzündeki ve gökyüzündeki her ayrıntı, her desen, her renk insanın bu düzeni anlayıp kavraması ve bunun üzerinde düşünmesi için yaratılmıştır. Doğadaki tüm renkler insan ruhuna zevk verecek şekilde düzenlenmiştir. Hem canlılarda hem de cansız dünyada kusursuz bir simetri ve renk uyumu hakimdir. Bu özel durum karşısında düşünen bir insanın aklına son derece önemli bazı sorular gelecektir.

Yeryüzünü renkli kılan nedir?

Dünyamızı olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadır?

Yeryüzündeki renk çeşitliliği ve renkler arasındaki uyumun tasarımı kime aittir?

Tüm bunların bir tesadüfler zincirinin oluşturduğu amaçsız değişimlerle meydana geldiği söylenebilir mi?Elbette ki böyle bir şeyi hiç kimse söyleyemez. Kontrolsüz tesadüfler değil milyonlarca rengi, hiçbir şeyi oluşturamazlar. Örneğin bir kelebeğin kanatlarını düşünün; veya herbiri birer sanat harikası görünümündeki rengarenk çiçekleri. Bunların bilinçsiz bir sürecin sonucunda oluştuğunu söylemek, sağlıklı bir akıl için elbette ki mümkün değildir.

Bu gerçeği şöyle bir örnekle de rahatlıkla görebiliriz. Bir insan doğadaki ağaçları, çiçekleri sergileyen bir tablo gördüğünde bu tablodaki renk uyumunun, düzenli şekillerin, bilinçli tasarımın tesadüfen oluştuğunu iddia etmez, hatta bunu aklına bile getirmez. Bu kişinin karşısına birisi çıksa ve dese ki, "şurada gördüğün boyalar rüzgar sonucu devrildiler, bir süre sonra yağmurun vs. etkisiyle ve aradan geçen uzun bir zamanın sonucunda ortaya böyle bir resim çıktı". Bu iddianın sahibine inanılmayacağı kesindir.

Burada son derece ilginç bir nokta vardır. Akıl dışı olan böyle bir iddiada bulunmaya kimse yeltenmez bile ama her nasılsa doğada gördüğümüz kusursuz renk ve simetrinin böyle bilinçsiz bir süreçle meydana geldiği iddia edilebilmekte, hatta bu konuda evrimciler tarafından "tesadüf tezleri" hazırlanmakta ve çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu konuda asılsız iddialar öne sürmekte tereddüt bile edilmemektedir.

Görüldüğü gibi bu, açıkça körlüktür. Üstelik bunun anlaşılması da son derece zordur. Biraz düşünmeye başlayıp bu körlükten kurtulan kişi ise, dünyada son derece mucizevi bir ortamda yaşadığını anlayacaktır. Ve insan, yaşamı için en uygun şartlara sahip olan bu ortamın tesadüfen meydana gelemeyeceğine de tam anlamıyla kanaat getirecektir.

Düşünen insan nasıl ki bir tablonun ressamı olduğunu ilk baktığı anda anlıyorsa, çevresindeki rengarenk, ışıl ışıl, simetrik ve son derece estetik ortamın da bir Yaratıcı'sı olduğunu aynı şekilde anlayacaktır.

Bu Yaratıcı; yaratmada hiçbir ortağı olmayan, her şeyi birbiriyle uyum içinde yaratan, bizi milyonlarca renkle bezenmiş sayısız güzelliğin bulunduğu bu dünyaya yerleştiren Allah'tır. Allah'ın yaratmasında her şey birbiriyle tam bir uyum içindedir. Allah, yaratma sanatındaki eşsizliği Kuran ayetlerinde şöyle haber vermektedir:

O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)

27 Aralık 2011 Salı

Uykunun Hafıza Üzerindeki Mucizevi Etkisi

Allah uykuyu insanlar için birçok hikmetle özel olarak yaratmıştır.


Nitekim, Yüce Allah Kuran'da bu durumu şu şekilde bildirmektedir: "O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır." (Furkan Suresi, 47)


Çok iyi bilinen bir yerin, bir kişinin adının ya da bir tarihin ilk anda akla gelmemesi hemen her insanın karşılaştığı bir durumdur. Bazen ne kadar düşünseniz de, hiçbir şekilde unuttuğunuz isim aklınıza gelmez, başka şeylerle uğraşmaya başlarsınız ve birden sorunuzun cevabı aklınıza gelir.

İnsan Zihninin Sırları

Unutulan birşeyin aniden hatırlanması, sanki uzun süredir kayıp olan bir görüntünün geri gelmesi için arşivciden talepte bulunmaya benzer. Bilim, insan zihninin sırlarını keşfettikçe, insan hafızasının ne kadar geniş bir kapasiteye sahip olduğu da daha iyi anlaşılıyor. Her algının bir ömür boyu saklandığını düşünecek olursak insan hafızasının depolama kapasitesinin ne denli büyük olduğu da açığa çıkacaktır. Bilim adamları bu mucizevi sistemleri -kısmen de olsa- keşfetmeye başlamışlardır.

Siz uykudayken, zihniniz gün içindeki görüntüleri kalıcı depoya yığmakla meşguldür. Bu yüzden, bilim adamlarının da belirttiği gibi uyku, zaman kaybı değil önemli bir süreçtir.

Dünyanın önde gelen bilimsel yayınlarından biri olan Science News'ta yayımlanan bir araştırmaya göre, iyi uyunan bir gecenin ardından bazı şeyler daha iyi hatırlanıyor. Buna göre; siz uyurken hafıza adeta uyumadan önce öğrenilen bilgileri depolamakla meşgul oluyor. Hafızanın sırlarının yavaş yavaş aydınlandığı günümüzde, uykunun pasif bir dinlenme olmadığı, vücut içinde gerçekleşen yalnızca onarım ve yenilenme aktiviteleriyle değil yoğun zihinsel aktivitelerin varlığı ile de kanıtlanıyor.

Uyku ve Hafıza Arasındaki İlişki

McNill Üniversitesi nörobiyologları tarafından öğrenciler üzerinde yapılan deneylerde yeni bir konu öğrenildikten hemen sonra uyuyan grubun daha iyi performans gösterdiği ispatlanmıştır. Nature dergisindeki bu konuda bir makalesi yer alan Karim Nader'e göre hafıza statik değildir ve tekrar tekrar saklanabilir (Karim Nader, "Neuroscience: Re-recording human memories," Nature 425, 571 - 572 (09 October 2003); doi:10.1038/425571a.). Nader makalesinde sözlerine Fenn'den aldığı bir alıntıyla şöyle devam ediyor: "Eğitimin hemen ardından yapılan tanımlama performansta önemli bir gelişmeye işaret etmektedir, ama elde edilen bu ilerleme gün içinde azalmakta, uykunun ardından ise eski haline gelmektedir. Yani uyku gün içinde herhangi bir zamanda iyi bir şekilde öğrenilen bilgilerin akılda kalkmasına yardımcı oluyor. Performansın düzelmesi bize genel bilgilerle birlikte verilen sunum ve haritalandırmanın da uyku sırasında arıtılıp sağlamlaştırıldığını göstermektedir (Fenn et al., "Consolidation during sleep of perceptual learning of spoken language," Nature 425, 614 - 616 (09 October 2003); doi:10.1038/nature01951.)."

Bilgisayar Ağlarında Kullanılan Benzer Prensip

Araştırmacı Walker, insan hafızası ve uyku arasındaki ilişki ile ilgili olarak şunları eklemektedir: "Uyuyarak yeniden harekete geçmek daha önceden pekiştirilen hafızayı tekrardan pekiştirmek gereken bir duruma sokabilir (Walker et al., "Dissociable stages of human memory consolidation and reconsolidation," Nature 425, 616 - 620 (09 October 2003); doi:10.1038/nature01930.) ."

Günümüzde bilgisayar ağlarında da insan zihnindekine benzer bir prensip kullanılıyor. Gelişmiş bilgisayar ağları artık bilgileri tek yerde yedeklemiyorlar. Bunun yerine biraraya getirilmiş kaynak disk ve teyplerinden oluşturulmuş saklama alanı ağlarını (SAN -Storage Area Network) kullanıyorlar. Bunlar aktif olarak görüntüyü yedekleyen akıllı yazılımlar tarafından yapılıyor. Bir görüntü hemen yedeklenebiliyor ama kalıcı saklama yerine sonradan gönderiliyor; mesela gece bilgisayarlar uyurken.

26 Aralık 2011 Pazartesi

Hiç Susamasaydınız Neler Olurdu?

Yüce Allah,tüm bedensel ihtiyaçlarımızı mükemmel sistemlerle var etmiştir. Bu sayfada okuyacağınız iki örnek bunun en güzel kanıtlarındandır...


"Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?" (Vakıa Suresi, 68-70)


İnsan besinsiz 1-2 hafta kadar yaşayabildiği halde su içmeksizin 3-4 günden daha fazla yaşayamaz. Yüzde 55 ile 75'i sudan oluşan insan vücudunda, terleme ve solunum benzeri aktivitelerle günde 2-3 litre su kaybedilir. Kaybedilen su, susama duygusunun ardından içilen su ile telafi edilir.

Peki Ya Hiç Susamasaydınız Neler Olurdu?

Su, tüm canlılar için olduğu gibi insanlar için de en önemli yaşam kaynağıdır. Vücut sıcaklığının ayarlanması, besin maddeleri ve oksijenin taşınması, atık maddelerin hücrelerden uzaklaştırılması ve sindirimin kolaylaştırılması gibi insan vücudunda gerçekleşen hemen hemen her fonksiyonda yer alır. Ayrıca organ ve dokuların korunmasını sağlar. Örneğin hücrelerimizi çevreleyen suyun sadece yüzde ikisini kaybettiğimizde yaklaşık %20'lik bir enerji kaybına uğrar ve bitkinleşiriz. Sadece bu bile suyun insan yaşamında ne kadar önemli olduğunu anlamak için yeterlidir. (Harun Yahya, İnsan Mucizesi)

Su Dedektifi Hipotalamus



İnsan vücudu için bu denli önemli olan suyun miktarında gün içinde gerçekleşen en ufak değişimleri dahi algılayan sistemler vardır. Bunların başında, beynimizin bir bezelye tanesi büyüklüğünde olan hipotalamus denen bölümü gelir. Hipotalamus, kanda su oranı azaldığında bunu hemen algılar. Ve buna yönelik bir önlem olarak hipotalamusun hemen altında yer alan 1 cm büyüklüğündeki hipofiz adlı bez, "ADH" isimli bir hormon salgılar.

Bu hormon kan dolaşımı yolu ile uzun bir yolculuğa çıkar ve böbreklere ulaşır. Böbreklerde aynen bir kilidin bir anahtara uygunluğu gibi tam bu hormona uygun özel alıcılar vardır. Hormonlar bu alıcılara ulaştıkları anda böbreklerde hemen su tasarrufu düzenine geçilir ve su atılımı çok az bir düzeye indirilir.

Eğer hipofiz hormonu ve bu hormonun getirdiği "su tüketimini azaltın" emrini anlayıp uygulayan böbrek hücreleri olmasaydı, susuzluktan ölmemek için günde 15-20 litre su içmek zorunda kalırdık. Bu suyu sürekli olarak da dışarı atmamız gerekeceğinden, uyumamız veya bir yerde uzun süre oturmamız mümkün olmazdı.

Susama Hissi



Hipotalamus, hipofiz ve ADH'nin oluşturduğu bu mükemmel sistemin eksiksiz çalışması hayatta kalmamız için yeterli değildir. Bizim su içmemiz -dahası ne kadar su içmemiz- gerektiğini bilmemiz gerekir. Allah bunun için insanı susama hissi ile birlikte yaratmıştır. Vücudumuzda herşeyin eksiksiz olduğunu ama sadece susamadığımızı varsayalım. Doğduktan çok kısa bir süre sonra susuz kalıp ölürdük. Susama hissimiz olmadığı için neden krize girip ölüme doğru gittiğimizi de anlamazdık. Oysa bir insan, doğduğu andan itibaren su içmesi gerektiğini üstelik ne kadar içmesi gerektiğini bilir, çünkü tam gerektiği oranda susarız. Kusursuz olarak yaratılmış olan bu hayati sistem sayesinde vücudumuzdaki su dengesi korunmuş olur.

Tüm bunların yanında vücudun bu isteğine uygun olarak yaratılan su da, Allah'ın sonsuz yaratışının delillerinden sadece bir tanesidir.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Balıklar da Ses Çıkarabiliyor


Bilim adamları, balıkların, sanılanın aksine, ses çıkarabildiğini tespit ettiler. 

Belçika'daki Liege Üniversitesi bilim adamları, biyolog Eric Parmetier başkanlığında yaptıkları araştırmada, piranaları inceledi ve bu balıkların özellikle zor durumlarda uyarı amacıyla adeta "havladıklarını" buldu. 

Bilim adamları, sonuçları “Journal of Experimental Biology” dergisinde yayımlanan araştırmalarında, piranaların bulunduğu bir akvaryuma, su altı mikrofonları yerleştirdi. Kayıtlar, piranaların özellikle avlarına yaklaşırken bir rakibin ortaya çıkması halinde havlama benzeri seslerle uyarıda bulunduğunu gösterdi. 

Bilim adamları, piranaların sadece havlamadığını, ayrıca davula benzer bir ses çıkardığını ve gakladığını da tespit etti. 

Pirananın anatomisini ayrıntılı şekilde inceleyen bilim adamları, balığın gaklama sesini çenesiyle, havlama ve davul sesini de yüzme kesesiyle çıkardığını tespit etti. 


Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 4)

23 Aralık 2011 Cuma

Sineklerin Kökeni Sahtekarlığı

Evrimciler, dinozorların kuşlara dönüştüğünü iddia ederken, sinek avlamak için ön ayaklarını birbirine çırpan bazı dinozorların "kanatlanıp havalandıklarını" öne sürerler. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan hayal gücüne dayalı bu teori, aynı zamanda çok basit bir mantık çelişkisi de içermektedir. Çünkü evrimcilerin burada uçuşun kökenini açıklamak için gösterdiği örnek, yani sinek, zaten mükemmel bir uçma yeteneğine sahiptir.

İnsan saniyede 10 kere bile kolunu açıp kapayamazken, ortalama bir sinek, saniyede 500 kez kanat çırpma yeteneğine sahiptir. Üstelik her iki kanadını eşzamanlı olarak çırpar. Eğer kanatların titreşimi arasında en ufak bir uyumsuzluk olsa sinek dengesini yitirecektir, ama hiçbir zaman böyle bir uyumsuzluk olmaz. Evrimciler ise, sineğin bu mükemmel uçuşyeteneğinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaları gerekirken, sineği çok daha hantal bir varlığın yani sürüngenin uçuşunun nedeni olarak gösteren hayali senaryolar üretmektedirler. Oysa yalnızca sinekteki üstün yaratılış örnekleri bile evrimcilerin bu iddiasını geçersiz kılar. Öte yandan, sineklerin hayali evrimine delil oluşturabilecek tek bir fosil bile yoktur. Ünlü Fransız zoolog Grassé "böceklerin kökeni konusunda tam bir karanlık içindeyiz" derken bunu itiraf eder. (Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 30)

21 Aralık 2011 Çarşamba

Konuşma Mucizesi

Her insan belli bir yaşa gelince konuşmaya başlar. Ortalama olarak herkes aynı yaşlarda konuşmaya başladığı için bu durum çok tabii görünür. Bu nedenle konuşmak çok sıradan bir şeymiş gibi algılanır ve üzerinde pek düşünülmez. Oysa konuşmayı hiç bilmeyen bir kişinin, birden bire konuşmaya başlaması, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.

Çocuğun henüz hiçbir şey bilmiyorken konuşmaya başlaması çok büyük bir mucizedir. Çünkü en basit olarak bilinen diller bile, kelimeleri kompleks dil bilgisi kuralları ile kullanmayı gerektirir. Dil bilgisi kurallarıysa kelimelere cümle içinde farklı anlamlar kazandıran tamamiyle matematiksel ilişkilerdir.

6000 Değişik Dil Vardır



Dil hakkında cevapsız kalmaya devam eden soruların sayısı oldukça fazladır. İki üç yaşında bir çocuk nasıl konuşmaya başlar? Bunu, etrafında konuşulanları dinleyerek mi öğrenir? İnsanlar, henüz dil bilimcilerin bile tam olarak anlayıp ortaya koyamadıkları dil bilgisi kurallarını nasıl öğrenmiş olabilirler? Kelimeler nasıl oluyor da bu kadar karmaşık kurallara uygun şekilde ağzımızdan dökülüyor? Kelimeler ve cümleler nasıl ve nerede anlam kazanıyor? Neden 6000 değişik dil oluşmuş? Niçin sadece insan konuşabiliyor da başka canlılar konuşamıyor? Zihnimizde ne oluyor da, bunlar kelimelere ve cümlelere dönüşüyor?

Konuşmanın öğrenmekle kazanılmadığı son derece açıktır. Bize bildiğimiz binlerce kelimeyi, o kelimelerin oluşturduğu karmaşık cümle yapılarını kimse öğretemez. Örneğin siz konuşurken son derece düzgün cümleler kurarsınız; oysa kurduğunuz cümlenin altında yatan oldukça karmaşık dil kurallarını bilmeden, bu detayların farkında olmadan, hatta belki de çoğu cümleyi hayatınızda ilk kez kurduğunuz halde hiç zorlanmazsınız. Bu karmaşık dil bilgisi kurallarını, bütün hayatlarını dilleri incelemeye adamış dil bilimciler hala tanımlayamamışlardır.

İnsanın Konuşma Becerisi Matematiksel Bir Sırdır



Dil kurallarının sayısını, cümlelerin sonsuza yakın sayısı ile kıyaslayan ünlü dil bilimci Lieberman, dilbilgisi kurallarının tam olarak ortaya konamadığını belirtmektedir. Oysa 3 yaşındaki bir çocuk dil bilimcilerin açıklayamadıkları bu kuralları kullanarak konuşmaktadır.

Açıklayamadığımız ama farkında bile olmadan bağlı kaldığımız dilbilgisi kurallarını bizim geliştirmediğimiz de ortadadır. Dil bilgisi kurallarını hazır olarak bulur ve kullanırız. İşte bu nedenle, insanoğlu için konuşma becerisi hala tam anlamıyla matematiksel bir sırdır.

Ağzımızdan dökülen cümleleri biz kontrol etmiyorsak, cümleleri düzenleyen başka bir güç olması gerektiği çok açıktır. İnsana konuşmayı, cümleleri nasıl kuracağını ilham eden, bu bilgiye sahip yaratıcı bir gücün varlığı kesindir. Allah insanlara konuşmayı ilham eder ve onları konuşturur. Allah dilemeden bir insanın konuşabilmesi mümkün değildir. Konuşma becerisini insana yüce Allah vermiştir. Bu bilimsel gerçekleri Rabbimiz bir Kuran ayetinde şu şekilde bildirir:

"Kendi derilerine dediler ki: 'Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?' Dediler ki: 'Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülüyorsunuz.'" (Fussilet Suresi, 21)

Bildiğimiz Farklı Diller Birbirine Nasıl Karışmıyor?

İki dil bilen kişilerin konuşurken iki dili birbirlerine karıştırmadıkları herkes tarafından bilinir. Günümüzde, gelişmiş tekniklerle yapılan çalışmalar, Allah'ın beynimizde farklı dilleri karıştırmamızı engelleyen filtreye benzer bir düzen yarattığını ortaya koymaktadır.

Son teknoloji ürünü aletler, konuşurken beynimizin belirli bölgelerinde oluşan elektriksel değişiklikleri göstermektedir. Bu tekniği kullanan bir grup bilim adamı İspanyolca ile Katalanca (İspanya'nın kuzey doğusunda konuşulan bir dil) konuşan insanlar üzerinde bir çalışma yürüttü. Yapılan gözlemler sonucunda uzmanlar iki farklı dil konuşan kişiler için "ilk olarak beyinlerindeki sözlükten kelimeleri tarayarak bir dilin diğeri ile karışmasını engelliyorlar" şeklinde açıklama yaptılar. Konuşanlar bir dilden diğerine geçtiklerinde, o dile ait olmayan kelimeleri tanıyan ve dışlayan filtreleri değiştirmektedirler. Asıl sorun insan beyninin bunu nasıl kontrol edebildiğidir.

Kuşkusuz konuşabilmemizi sağlayan ağız, dil, dudak, ses telleri, sinirler, beyin ve diğer organlarımızla birlikte bizi yaratan Allah, on binlerce kelimeden oluşan dilleri karıştırmadan kelimeleri akıcı bir şekilde ağzımızdan çıkarmamızı da sağlamaktadır. Yüce Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirmektedir:

"İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti." (Rahman Suresi, 3-4)

İki üç yaşında bir çocuk nasıl konuşmaya başlar? Bunu, etrafında konuşulanları dinleyerek mi öğrenir? İnsanlar, henüz dil bilimcilerin bile tam olarak anlayıp ortaya koyamadıkları dil bilgisi kurallarını nasıl öğrenmiş olabilirler?

20 Aralık 2011 Salı

Kara Enerji Kara Madde

Bilimin son asırdaki en önemli keşiflerinden olan "Kara Enerji" ve "Kara Madde" fizik kurallarına uymayan birer mucizedir. Üstelik bu mucizeyi Allah 14 asır önce Kuran'I Kerim'de bildirilmiştir.

"Kara Enerji" ve "Kara Madde" kavramları, evrenin oluşumunda üstün bir gücün ve tasarımın var olduğunu ispatlayan delillerdendir. Kara enerji, evrenin genişleme hızının artması durumuna verilen isimdir. Normal fizik kurallarına göre bellirli bir ivmeyle fırlatılmış olan bir cismin hızı zaman geçtikçe düşer. Oysa evrenin genişleme hızı, Big Bang'ten bu güne azalmak ya da sabit kalmak bir yana sürekli artmaktadır. Bu hızın artmasını sağlayan ve fizik kurallarıyla açıklanamayan enerjiye kara enerji denilmektedir.

Kara enerjinin keşfinden sonra bilim adamlarını hayrete düşüren bir başka mucizevi durum daha keşfedildi. Bilindiği gibi galaksimiz çok büyük bir hızla kendi etrafında dönmektedir. Normalde kendi etrafında dönen bir cismin merkezkaç kuvvetiyle merkezden uzaklaşması gerekmektedir. Merkezkaç kuvvetinin etkisini azaltan tek bir güç olabilir, bu da çekim kanunudur. Yani maddelerin kütle çekim kuvvetleri savrulmayı, dağılmayı kütleleri nispetinde engeller. Oysa galaksimizdeki yıldızların dönmeleriyle meydana gelen merkezkaç kuvveti bu yıldızların kütle çekim kuvvetinden çok daha fazladır. Bu durumda normal olarak yıldızların etrafa saçılması, galaksilerin dağılması beklenir. Ama bu yıldızlar uzaya dağılmazlar. Bu, fizik kurallarının dışında bir gücün galaksileri bir arada tuttuğu anlamına gelir. İşte bu duruma da kara madde adı verilmiştir.
Bu mucizevi olayları daha iyi anlamak için büyük patlamanın gerçekleştiği "an"dan sonra oluşan mucizevi denge durumundan bahsetmekte fayda vardır.

Patlamadaki denge

Big Bang'de fevkalade hassas bir düzenleme vardır. Fizik profesörü Paul Davies, büyük patlama ile ilgili olarak şunları söyler:
"Evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur."(www.pbs.org/wgbh/nova)
Bu düzenlemenin önemli bir boyutu, patlamanın hızıdır. Big Bang'le birlikte oluşmaya başlayan madde etrafa büyük bir hızla yayılmaya başlamıştır. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Patlamanın bu ilk anında, ayrıca şiddetli bir çekim gücü vardır. Evrenin tümünü bir noktada toplayabilecek kadar büyük bir çekimdir bu.

Dolayısıyla Big Bang'in ilk anında birbirine zıt olan iki güçten söz etmek gerekir: Patlamanın gücü ve bu patlamaya direnen, maddeyi yeniden bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. Bu iki güç arasında bir denge oluştuğu için evren ortaya çıkmıştır. Eğer ilk anda çekim gücü patlama gücüne baskın çıksaydı, o zaman evren genişleyemeden tekrar içine çökecekti. Eğer bunun tersi gerçekleşse, yani patlama gücü söz konusu dengeden biraz fazla olsa, bu kez de madde birbiriyle bir daha asla birleşemeyecek şekilde savrulacaktı.
 
Patlamadaki denge ne kadar hassastır?

Evrenin genişleme hızındaki bu muhteşem dengeyi fizikçiler şöyle ifade etmektedir: "Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi."
Bu denli hassas bir denge evrenin çok üstün bir bilincin yarattığının delilerinden biridir. Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, üstün bir tasarımı açıkça ortaya koyar.

Evren Big Bang'in ardından yavaşlamak zorundaydı, fakat bunun tam tersine herşey büyük bir hızla genişlemeye devam etti. Evrenin oluşumunu sağlayan Büyük Patlama'yı (Big Bang) bir bombaya benzetirsek, evrenin hiç durmayan bu genişleme hızını da yere hiç düşmeyen ve gittikçe uzağa doğru fırlayan şarapnel parçacıklarına benzetebiliriz. Bir bombanın parçacıklarının hiç yere düşmeden düzen içinde birbirlerinden uzaklaşmasını sağlayan güç ne kadar mucizevi ise evrenin dağılmadan gittikçe genişlemesini sağlayan güç de onun kadar hatta ondan kat kat daha büyük bir mucizedir.

Galaksileri birbirlerinden giderek daha fazla uzaklaştıran ve izine rastlanmayan gizem dolu bu gücü bulmak için geniş çaplı araştırmalar başlatıldı. Ancak bilim adamları bu enerjiyi tanımlamanın imkansız olduğunu gördüler. Bilim adamlarının bu enerjiye "kara enerji" adını vermelerinin sebebi de bu gücün fizik kurallarıyla açıklanamaz olmasıdır.
Konunun bir diğer mucizevi yönü, kara enerjinin Kuran'ı Kerim'de yer almasıdır. Allah, bu gücü bundan 1400 sene önce Kuran'da şöyle bildirmiştir:

"Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz." (Zariyat Suresi, 47)

Bilim adamları Allah'ın yarattığı bu gizemli gücün yanı sıra, bir de galaksileri etkileyen ikinci bir gizli gücü fark ettiler. Yaptıkları hesaplamalar sonucunda galaksimizin çok büyük bir hızla kendi etrafında döndüğünü ve bu hız yüzünden galaksinin içindeki yıldızların uzaya dağılması gerektiğini hesapladılar.

Bilim adamları buldukları bu gerçeğe kendileri de inanamadılar. Çünkü görünmeyen ve bilinmeyen bir güç galaksinin içindeki yıldızları ve bu yıldızlardan biri olan Güneş'i bir arada tutuyordu ve uzaya dağılmalarını engelliyordu. Ancak bu gücün ne kendisi ne de kaynağı tespit edilebiliyordu. Çünkü bu güç insanoğlunun dışındaki bir boyuttaydı...
Bilim adamlarına göre gizemli bir maddenin -Kara Madde'nin- uyguladığı çekim gücü, galaksileri ve galaksilerin içindeki yıldızları bir arada tutmaktadır. (bkz. Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)
Bilimin ulaştığı bu gerçekler, evrenin Allah'ın bizim için yarattığı mucizeler sayesinde dengede durduğunu göstermektedir. Yüce Allah, evreni özel bir koruma ile ayakta tutmaktadır.

Allah, kara enerji gibi kara maddeyi de asırlar önce Kuran'da bildirmiştir. Yüce Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmuştur: 

"Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendi'sinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır." (Fatih Suresi, 41)
 

18 Aralık 2011 Pazar

Küstüm Otunun İlginç Taktiği

Küstüm otunun çok ilginç bir savunma sistemi vardır. Bu bitkinin yapraklarına dokunulduğunda birkaç saniye içinde, sapla birlikte yapraklarının gövdeye doğru yaslandığı görülecektir. Eğer bitkiyi rahatsız eden etki devam ederse bu kez küstüm otu aşağıya doğru ikinci bir hareket yaparak gövdesinin üzerindeki sivri dikenleri ortaya çıkarır. Bu da böcekleri kaçırmak için yeterlidir. Bitkideki bu hareketi gerçekleştiren mekanizma elektrik akımlarıyla başlar. Bu akım aynı insan vücudundaki sinirlerden geçen akım gibidir.


Bitkinin reaksiyonları bizde olduğu kadar hızlı değildir. Bununla birlikte bitki özünü taşıyan kanallar aracılığıyla iletilen elektrik sinyalleri 30 santimetrelik mesafeyi bir-iki saniye içinde geçer. Isı ne kadar yüksek olursa, reaksiyon o kadar hızlı olur. Her bir yaprağın dibi (yaprağın sapıyla birleştiği yerde), oldukça şişkindir. Buradaki hücreler sıvıyla doludur. Uyarı buraya ulaştığı zaman, yaprağın dibindeki şişkinliğin alt yarısı aniden suyunu boşaltır ve aynı anda diğer üst yarı, bu suyu kendi bünyesine alır. Ve yaprak aşağıya doğru düşer. Böylece uyarı saplar boyunca ilerlerken, yapraklar domino taşları gibi teker teker, ardı ardına kapanır. Bu şekilde bir savunma hareketinden sonra, bitkinin tekrar hücrelerini doldurup, yapraklarını açabilmesi için 20 dakika gereklidir. (Malcolm Wilkins, Plantwatching, New York, Facts on File Publications, 1988, s. 141-142)

Allah tüm canlılar gibi bitkileride varlığını, büyüklüğünü, gücünü, sonsuz aklını gösterecek birbirinden mükemmel sistemlerle varetmiştir. Evrenin her köşesinde her detayda Allahın sanatı tecelli etmektedir. Mülk Suresi’nin 3 ve 4. Ayetlerinde de Rabbimizin yarattığı mükemmel sistem şu şekilde tarif edilmiştir.

O, biri diğeriyle 'tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)

15 Aralık 2011 Perşembe

İnsan Vücudu Orantılı Bir Şekilde Nasıl Büyüyor?

Bedeninizin derinliklerinde, binlerce kimyasal ve fiziksel olay, insanın bilgisi ve iradesi dışında gerçekleşmektedir. Örneğin insan, boyunun uzunluğu, organlarının büyüklüğü ile ilgili karar veremez. Bunları Allah'ın ilhamıyla yerine getiren, hipofiz bezi tarafından salgılanan büyüme hormonudur. Büyüme işlemi iki farklı şekilde gerçekleşir. Bazı hücreler hacimlerini artırırlar. Bazı hücreler de bölünerek çoğalırlar. Büyüme hormonu bütün vücut hücrelerine etki eder. Her hücre hipofiz bezinden kendisine gelen mesajın anlamını bilir. 


Eğer büyümesi gerekiyorsa büyür, bölünerek çoğalması gerekiyorsa çoğalır. Örneğin yeni doğmuş bir bebeğin kalbi yetişkin halinin yaklaşık olarak 16'da biri kadardır. Buna karşın toplam hücre sayısı yetişkin kalbindekilerle aynıdır. Büyüme hormonu gelişme döneminde kalp hücrelerine teker teker etki eder. Her hücre, büyüme hormonunun kendisine emrettiği kadar gelişme gösterir. Böylece kalp büyüyerek yetişkin bir insan kalbi haline gelir.
 
Vücutta bulunan diğer hücreler -örneğin kas ve kemik hücreleri- gelişme dönemi boyunca bölünerek çoğalırlar. Bu hücrelere ne kadar bölünmeleri gerektiğini bildiren yine büyüme hormonudur. Bu, son derece mucizevi bir olaydır. Çünkü hipofiz isimli, nohut büyüklüğünde bir et parçası, vücutta bulunan bütün hücrelere hükmetmekte ve bu hücrelerin hacim olarak genişleyerek veya bölünerek büyümelerini sağlamaktadır.



 Bu kusursuz düzen bize Allah'ın yaratmasındaki mükemmelliği bir kez daha göstermektedir. Bu hücrelerin insan bedenini dışarıdan görmelerine, bedenin ne kadar büyümesi ve ne aşamaya geldiğinde durması gerektiğini bilmelerine imkan yoktur. Allah'ın yarattığı kusursuz sistem ile, büyümenin ve bu hormonun salgılanmasının her aşaması kontrol altındadır. Bu da insan vücudunun her noktasının yaratılışındaki ilim ve kudreti bir kez daha ispatlar.

14 Aralık 2011 Çarşamba

Yılda 50.000 Göktaşı Atmosferde Nasıl Eriyor?


Evrende her an hareket halinde olan irili ufaklı milyonlarca göktaşı (meteor) vardır. Bunların bir gezegen ya da yıldıza çarpması sonucunda oluşabilecek etkiyse, göktaşının büyüklüğüne göre değişmektedir. Bilim adamlarının araştırmalarına göre, her yıl bu göktaşlarından ortalama 50.000 tanesi Dünya’nın atmosferine girmektedir.

Yalnızca Dünya'ya özgü olan atmosfer tabakası, içerdiği oksijen sayesinde göktaşlarının sürtünmeyle alevlenmesini ve bu şekilde yere çarpıncaya kadar büyük kütle kayıplarına uğramasını sağlamaktadır. Bir başka deyişle atmosferin koruyucu etkisi sayesinde Dünya her gün yaşanması olası felaketlerden korunmaktadır.

Atmosferin bu koruyucu özelliği, yeryüzünde insanların ve diğer tüm canlıların yaşamını mümkün kılan çok hassas dengelere sahip yaratılış delillerinden biridir. Ancak bu koruyucu özellik, onu dev göktaşlarına karşı aşılmaz bir engel kılmamaktadır. Bu durum, aslında insanın ne denli aciz olduğunu ve Rabbimiz’in muazzam koruması olmasa Dünya üzerinde her an bir felaket yaşanabileceğini gözler önüne sermektedir.

Dünya’ya Düşen Göktaşlarına Örnekler…

- Daha önce Dünya'ya düşen bazı göktaşlarının Dünya'nın jeolojik ve ekolojik yapısında, önemli değişikliklere neden olduğu bilinmektedir. Bunlardan biri 20. yüzyıl başında 30 Haziran 1908 tarihinde Sibirya'nın Tunguska bölgesine düşen 60 km. çapında olduğu tahmin edilen göktaşıdır. Bu göktaşı 2000 km2'lik ormanı yok etmiş ve Hiroşima'ya atılan atom bombasının bin katı büyüklüğünde bir patlamaya neden olmuştur. Söz konusu bölgede hiç kimsenin yaşamaması mutlak bir felaketi engellemiştir. Tahminlere göre aynı taş, örneğin Eyfel Kulesinin tepesine düşmüş olsaydı, tam on milyon kişinin yok olmasına neden olacaktı.

- Bir başka ünlü meteor, ABD'nin Arizona Eyaletindeki Barringer Meteor Krateridir. 1.2 kilometre çapındaki 50.000 yıllık kraterin, çapı 30 ila 100 metre arasında bir göktaşının eseri olduğu düşünülmektedir. Patlamada açığa çıkan enerjinin ise 3,5 milyon ton TNT'ye (patlayıcı türü) denk olduğu hesaplanmıştır. Bir göktaşı ne kadar çok metal içeriyorsa yıkıcılığı da o kadar fazla olmaktadır. Bu nedenle Arizona Eyaletine düşen göktaşının -ebat olarak çok büyük olmamasına karşın- böyle bir patlama meydana getirebilmesi büyük ölçüde içerdiği metal elementlerden kaynaklanmaktadır.

Dünyanın Yakınından Geçen Göktaşları


- 8 Mart 2002'de dünyaya 450.000 kilometre uzaklıktan 50 ila 100 metre çaplı bir asteroid geçmiştir. Bu uzaklık, Dünya'nın Ay'a olan uzaklığının sadece 1,2 katıdır. Asteroid eğer Dünya'ya çarpmış olsaydı kuvvetli bir nükleer bomba etkisinde patlama meydana getirecekti.

- 22 Haziran 2002'de ise bir futbol sahası büyüklüğünde bir asteroid çok daha yakından, yalnızca 120.000 kilometre uzaklıktan ve saatte 37.000 kilometre hızla geçmiştir. Lincoln gözlemevi başkanı Grant Stokes "Bu çok ama çok yakın bir geçişti... Göktaşı istatistikleri ele alınacak olursa, belki de senede 50 kez, 100 metre çapında göktaşları Dünya ile Ay arasında bir noktadan geçiyor." dedi.

Teknoloji Göktaşlarını Engellemede Yetersiz Kalıyor

Örnek olarak verdiğimiz iki asteroid de Güneş'in bulunduğu açıdan gelmiş ve parlaklık yüzünden ancak birkaç gün sonra fark edilebilmiştir. Kör nokta olarak tabir edilen bu açıdan Dünya'ya çarpacak bir göktaşını önceden haber alma imkanı kesinlikle bulunmamaktadır. Ayrıca muhtemel bir çarpışmanın şekli ve zamanı doğru olarak belirlense bile günümüz teknolojisi bunu engellemede tamamen yetersiz kalmaktadır.

Dünya Yüce Allah’ın Koruması Altındadır

Galaksimizde trilyonlarca asteroid (küçük gezegen), gezegen ve kuyruklu yıldız gezinmektedir. Böyle bir ortam içinde her an bir göktaşı düşüp Dünya'ya zarar verebilecekken Dünya’nın özel bir atmosferle korunması çok büyük bir mucizedir. Bu Allah'ın kulları üzerindeki korumasının ve şefkatinin bir tecellisidir. Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:

 
"Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar." (Enbiya Suresi, 32)
 
Unutmamak gerekir ki; yeryüzünde veya uzayda meydana gelebilecek her türlü olay, şüphesiz Yüce Allah'ın dilemesiyle gerçekleşmektedir ve atmosferi sebep kılarak Dünyamızı koruyan Rabbimiz, bu gibi tehlikelerden bizleri her an korumaktadır. Bu önemli gerçek, Kuran’da şöyle bildirilmektedir:
 
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi’nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır.” (Fatır Suresi, 41)
Dinozorlar Nasıl Yok Oldu?
 

Göktaşları iklimde önemli değişiklikler meydana getirerek canlılar üzerinde önemli rol oynar. Dinozor soyunun günümüzden 65 milyon yıl önce aniden yok olmasına, dev bir göktaşı çarpışmasının ve bunun ardından yaşanan iklim değişikliklerinin sebep olduğu düşünülmektedir. Bu teoriyi desteklediği söylenen en önemli bulgu, 1990 yılında gerçekleşmiştir. Meksika'da Yucatan yarımadasında 180 kilometre çapında bir krater bulunmasının ardından yapılan araştırmalarda, bu krateri oluşturan göktaşının 10 kilometre çapında olduğu tahmin edilmiştir. Son yapılan bilgisayar hesaplamalarına göre çarpışma anında tam 18.000 kilometreküp kaya ve toprak bir anda erimiş ve dinozorlar da dahil olmak üzere canlı türlerinin % 70'i bu dönemde ortadan kalkmıştır.


 

11 Aralık 2011 Pazar

Uzaydaki Mesafeler Allah'ın İlmiyle Ölçülendirilmiştir


Gök cisimlerinin uzaydaki dağılımı ve aralarındaki devasa boşluklar Dünya'da canlı hayatının var olabilmesi için zorunludur. Gök cisimleri arasındaki mesafeler Dünya'daki yaşamı destekleyecek biçimde pek çok evrensel güçle uyumlu bir hesap içinde düzenlenmiştir.

Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi'nin bir parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta küçüklükte bir yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir.

Önce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım. Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya'yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş'in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi'nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir.

Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisine oranla oldukça mütevazıdır. Çünkü Samanyolu galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş'e en yakın olanı Alpha Centauri'dir. Eğer Alpha Centauri'yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya'nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya'nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek, onu Güneş'in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!

Modeli biraz daha küçültelim. Dünya'yı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak ve Dünya'ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri'yi ise Güneş'ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir. Samanyolu galaksisi, işte aralarında bu denli inanılmaz mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.
Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar! Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır.

Gök cisimlerinin birbirlerine olan uzaklıklarındaki mucize

Gök cisimlerinin uzaydaki dağılımı ve aralarındaki bu devasa boşluklar Dünya'da canlı hayatının var olabilmesi için zorunludur.(www.Allahvar.com) Bu mesafeler gezegenlerin yörüngelerini hatta varlıklarını doğrudan etkiler. Mesafeler biraz daha az olsaydı, yıldızlar arası kütle çekim güçleri gezegenlerin yörüngelerini kararsız hale getirecekti. Bu kararsızlık ise gezegenlerde çok uç sıcaklık değişimlerine yol açacaktı. Eğer uzaklıklar biraz daha fazla olsaydı, süpernovalarla uzaya fırlatılan ağır elementlerin dağılımı çok seyrek olacak ve Dünya gibi dağlık gezegenler oluşamayacaktı. Yıldızlar arasındaki şu an var olan boşluklar bizimki gibi bir gezegen sisteminin var olabilmesi için en ideal mesafeye sahiptir. (www.evreninyaratilisi.com)
Ünlü biyokimya profesörü Michael Denton da, "Nature's Destiny" (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle yazar:

Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır.

Prof. George Greenstein da bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar:

    Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.(www.harunyahya.org)

Greenstein bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur.

Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken ölçülerdedir. Dev boşluklar, rastgele ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar. (www.imanhakikatleri.com)
Sonsuz hikmet sahibi olan Allah, Kuran'da, göklerin ve yerin bir amaçla yaratıldığını pek çok ayetle bildirmiştir:

Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakilerini hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de yaklaşarak-gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel davranışlarla davran. (Hicr Suresi, 85)
Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye yaratmadık. Biz onları yalnızca hak ile yarattık. Ancak onların çoğu bilmezler. (Duhan Suresi, 38-39)
 

10 Aralık 2011 Cumartesi

Hücre İçi İstihbarat Birimleri


Hücre içinde gerçekleşen bilgi transferi dünyanın en iyi istihbarat servislerinden bile daha hızlı ve daha verimli çalışmaktadır. Teknolojik açıdan hiçbir şekilde taklit edilemeyen bu sistemin en önemli özelliği dokusal organizmalardan oluşmasıdır.
 
“Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir  bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz öğrenmeniz için.” (Talak Suresi  12)
 
Birçoğumuz yüksek haberleşme kuleleri ile karşılaşmışızdır ya da haberleri seyrederken yeni açılan benzer bir tesisin görüntüleri gözümüze çarpmıştır. Bunların bizlerde bıraktığı ilk izlenim  muhtemelen çeşitli gelişmiş antenler ve karmaşık elektronik cihazlarla dolu yapılar olduklarıdır.

Aslında böyle bir görüş hatalı da sayılmaz çünkü bu tesislerdeki teknolojik aletleri iyice tanımak için elektronik ve haberleşme alanında belirli bir uzmanlık veya mühendislik bilgisine sahip olmak gerekir. Bunun yanında hemen hemen hepimizin ortak bir kanaati daha vardır: Dünyanın dört bir yanındaki insanlarla iletişim kurmamıza olanak sağlayan bu tesisler artık insanlık için "olmazsa olmaz" bir konumdadır. Şöyle bir düşünelim: Tüm dünyadaki haberleşme kuleleri santralleri ve istasyonları kısa bir süre için devre dışı kalsa neler olurdu? Açıktır ki böyle bir durum büyük bir kaos ve kargaşaya yol açardı. Ancak meydana gelen zarar maddi olarak ne denli büyük olursa olsun yine de telafii edilebilirdi.

Oysa 100 trilyon hücremizin kendi aralarındaki ve her bir hücrenin kendi içindeki haberleşmenin saniyelerle ölçülecek kadar kısa bir zaman zarfında bile devre dışı kalması ve hücresel mesajların yerine ulaşamaması ölümle sonuçlanmaktadır. Günümüzdeki haberleşme sistemleri en ileri teknolojiye sahip elektronik ve mekanik aygıtlar kullanılarak kurulmuştur.

Oysa insanın sırlarını dahi çözemeyeceği kadar ileri teknolojiye sahip hücre içi haberleşme sistemleri protein yapılı aygıtlar kullanılarak kurulmuştur. Proteinlerin içinde ise modern aygıtlarda olduğu gibi elektronik devreler yarı iletkenler değil; bunların yerine karbon hidrojen oksijen ve azot atomları bulunmaktadır. Hemen belirtelim vücudumuzda 30 bin civarında farklı protein olduğu tahmin edilmektedir ve henüz bunların sadece %2'sinin vücuttaki görevi tam anlamıyla çözülebilmiştir. Birçok proteinin yaptığı görev insanoğlu için halen bir bilinmeyendir.

9 Aralık 2011 Cuma

Görünen Işık Mucizesi


Herşeyi mükemmel bir uyum içerisinde ve insanın yaşamına ve canlılığın devamına uygun olarak var eden Allah'tır. İlginç olan bunu göremeyen ve şaşırtıcı bulan insanların durumlarıdır.

Evrendeki yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi değişik boyda ışın yayarlar. Bu farklı ışınlar, dalga boyuna göre sınıflandırılır. Farklı dalga boyları geniş bir yelpaze oluşturur. En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile, en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 1025lik (onüzeriyirmibeş) bir fark vardır. Buradaki mucizevi yön ise, Güneş'in yaydığı ışınların tamamına yakınının, bu 1025'lik yelpazenin tek bir birimine sıkıştırılmış olmasıdır. Bu daracık alanda, yaşam için gerekli olan yegane ışınlar bulunmaktadır.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dalga boylarının olağanüstü derecede geniş bir yelpazede dağılmış olmalarıdır. En kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025 kat daha küçüktür. 1025, 1 rakamının yanına 25 tane sıfır eklenmesiyle oluşan bir sayıdır:

10, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000, 000 şeklinde yazabileceğimiz bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için bazı karşılaştırmalar yapmak yerinde olur. Eğer 1025 tane iskambil kağıdını üst üste dizsek, Samanyolu Galaksis'inin çok dışına çıkıp gözlemlenebilir evrenin yaklaşık yarısı kadar bir mesafe gitmemiz icap eder.

1025'te 1 ihtimal hiç bir tesadüfle açıklanamaz. Bu kadar hassas bir dengeyi, Güneş'i ve tüm canlıları birbirleriyle uyum halinde yaratan, üstün akıl sahibi olan Allah kurmuştur.

Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Güneş ışınları, bu geniş yelpazenin çok dar bir aralığına sıkıştırılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boylarının % 70'i, 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve biraz da yakın morötesi ışınlar.

Peki acaba neden Güneş'in ışınları bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır?
Cevap son derece önemlidir: Güneş ışığı bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır, çünkü Dünya üzerindeki yaşamı destekleyecek olan ışınlar, sadece bu ışınlardır.

İngiliz fizikçi Ian Campbell, Energy and the Atmosphere" (Enerji ve Atmosfer) adlı kitabında bu konuya değinmekte ve "Güneş'ten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması gerçekten çok olağanüstü bir durumdur" demektedir. Campbell'e göre bu durum, "inanılmaz derecede şaşırtıcı"dır

Herşeyi mükemmel bir uyum içinde ve insanın yaşamına ve canlılığın devamına uygun olarak var eden Allah'tır. İlginç olan bunu göremeyen ve şaşırtıcı bulan insanların durumlarıdır. Bu ışık aralığı aslında çok küçük ve üzerinde fazla düşünülmeyen bir mucizedir ve tek başına bile Allah'ın bir delilidir. Oysa evren, galaksiler, Güneş Sistemi, Dünya, denizler, atmosfer ve tüm canlıların hepsi birer Yaratılış delilidir. 

Allah herşeyin bir uyum içinde olduğunu ve bunların üzerinde düşünülmesini bize bir ayetinde şöyle bildirmektedir:

"Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır." (Bakara Suresi, 164)