A9 TV Canlı Yayın

26 Aralık 2010 Pazar

Sivrisinekler Su Üzerinde Yürümeyi Nasıl Başarırlar?

Bazı insanlar tarafından sıradan birer canlı olarak değerlendirilen sivrisinekler, aslında incelenmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken birçok özelliğe sahiptirler. Çünkü evrendeki diğer tüm canlı-cansız varlıklar gibi sivrisinekler de kendilerini Yaratan Rabbimiz’in güç, bilgi ve sanatının birer tecellileridir. Nitekim Yüce Allah bir Kuran ayetinde bu gerçeği şöyle haber verir:

“Şüphesiz Allah, bir (dişi) sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, 'Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?' derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz.” (Bakara Suresi, 26)

Kusursuz bir yaratılışa sahip olan bu canlıların tavan, duvar ve su gibi farklı yüzeylerde nasıl tutunabildiği ve yürüyebildiği, günümüzde pek çok araştırmaya konu olmaktadır. Araştırmalar sonucunda keşfedilen özellikler, Yüce Allah’ın üstün aklını, detay sanatını ve gücünün sınırsızlığını bir kere daha ortaya koymuştur.

Sivrisinek Ayaklarındaki Mükemmel Detaylar: Tüyler ve Oluklar

Sinekler ve bazı böcekler ustalıkla duvarlara ve tavan gibi yüzeylere tırmanıp yürüyebilirler, fakat suda yürüyemezler. Suda yürüyebilen bazı böcekler ise gölün üzerinde kolaylıkla yürürken, duvara tırmanmayı deneyecek olurlarsa yere düşerler. Fakat sivrisinek her iki yüzeyde de durabilmeyi başaran bir canlıdır. Düşmanlarından kaçarken duvarlara ya da tavanlara tırmanabilir, yumurtalarını ise göl ya da benzeri sulara bırakabilirler. İşte sivrisineklerin bu kadar geniş hareket etme imkanı bulmalarının nedeni yaratılış özelliklerindeki detaylardan kaynaklanır. Bu detaylar ayaklarındaki tüyler ve oluklardır.

Peki, Bu Tüy Ve Olukların Sivrisineğin Yürümesi Üzerindeki Katkısı Nedir?

  • Sivrisineklerin su yüzeyinde durmalarında, önceleri, ayaklarından salgılanan yapışkan bir sıvının yüzey gerilimi ile kombine olmasının etken olduğu sanılıyordu. Fakat yeni araştırmalar bu canlıların ayaklarındaki mikroskobik tüylerin minik hava kabarcıklarını tuttuğunu ve bu şekilde bir bot gibi suyun üstünde kolayca yüzmelerini sağladığını ortaya koymuştur. İşte sivrisineklerin dikey yüzeylere ve tavanlara kolayca yapışmalarını da sağlayan “setae” veya “mikrosetae” adı verilen bu tüycüklerdir.

  • Çıplak gözle görülmeyen setae adlı mikroskobik tüycükler, Yüce Allah’ın üstün aklının delili olan detaylarla donatılmıştır. Tek bir yöne doğru olmaları, iğne biçiminde bir şekle sahip olmaları, insan saçının bir telinden (insan saçının bir teli 80–100 mikrometre çapında) ortalama 30 kez daha ince olan 3 mikrometreden küçük çapları ve gözle görülemeyecek kadar ince olmalarına rağmen birkaç tabakadan oluşmaları bu detaylardan yalnızca birkaçıdır.

  • Sivrisineğin ayaklarındaki detaylar sadece tüylerle de sınırlı değildir. Bu tüyler ayrıca bir metrenin milyarda biri kadar olan yani nanometre ile ölçülebilen oluklara sahiptir. Sivrisineklerin bacaklarının tümünü kaplayan ve hava keselerinden oluşan bu küçük oluklar suyun yüzey gerilimini arttırır ve suyun bu oluklardan içeri sızmasını zorlaştırarak ayaklarının kuru bir şekilde su üstünde kalmasını sağlar. Oluklar küçüldükçe suyun araya girmesi de zorlaşır. Bu oluklar sivrisinek için hayati bir önem taşır. Çünkü kürek çeker gibi yüzerken suyun ayaklara nüfuz etmesi ve sineğin suya düşmesi durumunda yüzeye ulaşmak için kendi vücut ağırlığının 10 katı kadar bir güç kullanması gerekir.

    Sivrisinek, Yüce Allah’ın yarattığı diğer tüm canlılar gibi O’nun üstün aklının eserlerinden sadece biridir.

Tüycükler Ve Oluklar, Su Üzerinde Durmayı Nasıl Sağlar?

Hava Yastıkları: Suyun üzerindeki hava kabarcıkları mikrosetae’lar ve nano oluklar arasında tutulur. Bu şekilde hayvanın ayaklarının ıslanmasını önleyen hava yastıkları oluşur. Böylece sivrisinek su üzerinde durma ve yürüme özelliği kazanmış olur. Ördeklerin tüyleri de su geçirmezliği açısından aynı özelliğe sahiptir, ancak suda yürüyebilen hayvanların suda oluşturduğu itme gücü gibi etkili değildir. Bilim adamları bu tüylü ayakları süper hidrofoblar (su geçirmezler) olarak tanımlarlar.

Su yüzeyinde duran sivrisineğin bir tek bacağı kendi ağırlığının 23 katını taşır.

Su Çukurları: Sivrisineğin su üzerinde durmasında etkili olan bir başka detay, ayaklarının su yüzeyinde oluşturdukları çukurlardır. Oluşan çukurların içindeki suyun yüzey gerilimi onları su yüzeyinde tutar. Bu çukur, suyun hava ile temas eden yüzeyini küçültmeye çalışır ve bir trambolin (sıçrama brandası) gibi aşağı doğru kıvrılarak böceğin ağırlığını taşımasını sağlar. Ancak aynı prensip daha büyük canlılar ve insanlar için mümkün değildir. Çünkü suyun yüzeyi daha büyük bir cisim ya da canlının ağırlığı karşısında küçülür. Böylece ağırlığı taşıyabilecek yüzey gerilimi avantajından yararlanılabilecek yüzey alanı azalır. İşte bu yüzden su ağırlığı taşıyamaz. Eğer su üzerinde durmak için ihtiyacımız olan ayağın ölçüsünü hesaplayacak olursak, bunun yaklaşık bir kilometre kadar olması gerekirdi.

Sonuç

Sivrisineklerin hem duvarlar hem de suyun üzerinde yürüyebilmesi kuşkusuz olağanüstü bir durumdur ve hayati bir önem taşır. Çünkü suyun altında doğan ve bir larva süreci olan sivrisinekler yumurtalarını suyun yüzeyine bırakmak zorundadırlar. Bu işlem için sivrisineklerin su üzerinde durabilmelerini sağlayacak ayaklara sahip olmaları gerekir. Bu nedenle sivrisinekler su üstünde durmaya uygun çok kompleks özel ayak yastıklarına sahip olarak yaratılmışlardır. Bu özel hava yastıkları; ayaklar üzerinde bulunan mikro ölçekteki tüyler, bu tüyler üzerindeki nano ölçekteki oluklar ve suyun yüzey gerilimi sayesinde oluşur.

Sivrisinek, birkaç milimetre büyüklüğünde akıl ve bilinci olmayan bir canlıdır. Onu böyle hayranlık verici bir sisteme sahip kılan ise, insanı da sivrisineği de yaratan,"göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbi" (Meryem Suresi, 65) olan Yüce Allah'tır.

Gizli Bir Tehlike: Hipertansiyon

Kan, taşıyıcı ve denetleyici işlevleri nedeniyle bedenin içinde sürekli olarak dolaşır ve bu yolculuğu esnasında her an mutlaka yapacağı bir görevi vardır. Ancak kanın görevlerini yerine getirebilmesi ve kan dolaşımının sağlanması için basınç gereklidir. Bu kan basıncına ise "tansiyon" adı verilir. Kalbin kasılması sırasında ölçülen kan basıncı büyük tansiyon, kalbin gevşemesi esnasında ölçülen kan basıncı ise küçük tansiyondur. Hem büyük tansiyon hem de küçük tansiyonun normalden yüksek olmasına “hipertansiyon”, diğer adıyla “yüksek tansiyon” denir. Genel olarak, büyük tansiyonun 14 cm Hg ve küçük tansiyonun 9 cm Hg'dan yüksek olması hipertansiyon olarak kabul edilir.

Yüksek Tansiyonun Sebebi Nedir?

Yüksek tansiyonun nedeni hastaların %90-95'inde bilinmemektedir. Hastalığın oluşumunda kalıtım, sigara içilmesi, aşırı alkol tüketimi, obezite (şişmanlık) gibi bazı etkenler saptanmıştır. %5-10 hastada ise hipertansiyon başka bir hastalığa (böbrek, hormonal, vb.) bağlıdır.

Yüksek Tansiyonun Belirtileri Nelerdir?

Yüksek tansiyonun başlıca belirtileri; zaman zaman ense kökünde şiddetli zonklayıcı tarzda baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, yorgunluk, burun kanaması, yol yürüme ve merdiven çıkmada zorlanma, bazen çok sık idrara çıkma, kulak çınlaması, bulanık görme ve bacaklarda şişliktir. Ancak hastaların önemli bir kısmında hiçbir belirti yoktur. Bu hastalarda yüksek tansiyon tanısı, sadece tansiyon ölçümü ile mümkündür. Bu nedenle, özellikle ailesinde yüksek tansiyonlu yakınları olanlar, 40 yaşından yaşlılar, obez (şişman) kişiler, şeker hastaları ve gebelerin daha sık aralıklarla ölçüm yaptırmaları gerekir.

Hipertansiyon Pek Çok Hastalık İçin Bir Risk Faktörüdür

Ülkemizde önemli halk sağlığı sorunlarından biri olan hipertansiyon, pek çok hastalık için önemli bir risk faktörüdür. Hipertansiyon tedavi edilmediğinde; kalp yetmezliği, kalp krizi, damarların daralması, beyin kanaması, felç gibi hayati hastalıklara neden olabilir. Ayrıca yüksek tansiyon,
  • Kalbin genişlemesine dolayısıyla kalp bozukluklarına,
  • Özellikle ana kalp damarı (aort), beyin damarları, bacaklar, bağırsaklar ve dalağa giden damarlarda patlamaya hazır küçük şişliklerin (anevrizma) oluşmasına,
  • Böbreklerdeki damarların hasar görmesine ve böbrek bozukluklarına,
  • Vücuttaki damarların, özellikle kalp, beyin,böbrek ve bacak damarlarının, daha çabuk sertleşmesine ve bu yüzden kalp krizlerine, felce ve böbrek yetmezliğine,
  • Göz damarlarında çatlamalara, kanamalara ve buna bağı görme bozukluklarına yol açabilir.

Hipertansiyondan Korunmak İçin Neler Yapılmalıdır?

İnsan, sağlığı için büyük önem taşıyan, vücudundaki kolesterol, lipid gibi bazı değerleri çeşitli tedbirlerle korumazsa önemli hastalıklara yakalanabilir. Kan basıncı seviyesi de dikkat edilmesi gereken bu hassas dengelerden biridir. Unutmamak gerekir ki bizler hiç farkında değilken her an korunan kan basıncı seviyemiz Yüce Rabbimiz'in çok büyük bir rahmetidir. Bu basınç oranını normal seviyede tutmak ise sağlıklı bir ömür geçirebilmek için oldukça önemlidir.

Hipertansiyon, kendi başına öldürücü değildir; fakat tedavi edilmediğinde hipertansiyonun sonuçları öldürücü olabilir. Yüksek tansiyonu önlemede dikkat edilmesi gereken noktalar şunlardır:
  • Düzenli sağlık kontrolleri yaptırın. İdeal kilonuzu öğrenin ve koruyun.
  • Daha fazla fiziksel aktivitede bulunun. Düzenli spor yapın. Bol bol yürüyün.
  • Sigara içiyorsanız mutlaka bırakın. Alkolden uzak durun.
  • Tuz oranı az besinlerle beslenin.
  • Stresle baş etmeyi bilin, sakin ve tevekküllü olun.
  • Huzurlu ve mutlu bir ortamda yaşamaya gayret edin.

23 Aralık 2010 Perşembe

Topraktan Çıkan Mucize: Lezzet

Allah'ın yarattığı her varlık kusursuz tasarımlara sahiptir. Örneğin bir meyve ağacında ya da herhangi bir bitkide, insanoğlunun şu anki teknoloji ile ulaşamayacağı kadar yüksek bir akıl, bilgi ve teknoloji vardır.

Bir tohumun içinde gizlenmiş olan bilginin, oluşturacağı bitkiyle ilgili herşeyi, şeklini, yapısını, yapraklarının özelliklerini, renklerini ya da sayısını, meyve verecekse bu meyvelerin tüm özelliklerini ve yapısını içermesi hayranlık uyandırıcıdır.

Tat ve kokularındaki çeşitliliğin yanısıra meyveler estetik olarak da başlı başına birer mucizedir. İnsanın damak zevkine uygun oluşları, içerdikleri vitaminler ile insan bedeninin ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri meyvelerde yaratılış hikmetlerinden sadece birkaçıdır. Kendine has bir lezzete ve kokuya sahip olan her meyve ayrıca son derece estetik bir görünüme ve çekici renklere de sahiptir.

Birçok insanın yalnızca meyve kabuğu olarak değerlendirebildiği mandalina, portakal ya da muz gibi meyvelerin "ambalaj"ları ise son derece güzel ve soyulması kolay özelliklere sahiptirler.

Meyvelerin tadları ve kokuları da dikkat çekicidir. Örneğin portakalın tadı son derece acı olabilirdi ya da bildiğimiz güzel tada sahip olurdu, ama çok kötü bir kokusu olabilirdi. Rengi de çamur rengi olabilirdi. Oysa her meyve olabilecek en güzel tat ve kokuya sahiptir ve bu tat ve kokuları topraktan elde ettikleri maddelerle üretmektedirler. Oysa toprak tüm meyvelerden çok daha farklı bir kokuya sahiptir, tadı ise kötüdür. Ancak ağaç, bu çamur yığını içinden kendisine gerekli olan maddeleri özümsemekte, bunları kimyasal işlemlerden geçirerek tat ve kokular üretmektedir.

Ağaçlardaki Koku ve Tat Bilgisi

Tüm bunların dışında hayranlık uyandıran başka bir mucize daha vardır. Gerçekte oldukça karmaşık olan bu mucize ise, meyve ağaçlarının bu lezzetleri ve kokuları nereden bildiğidir. Çünkü "iyi koku" veya "iyi tat" gibi kavramlar insana ait kavramlardır ve ağaç kendi başına bir tat ya da kokunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilemez. Bunu bilmesi için, insanın sahip olduğu damak zevki, güzel koku gibi estetik kavramlara sahip olması gerekmektedir. İnsanın hangi karışımdan lezzet aldığını, hangi tadı beğendiğini, nasıl bir dil yapısına sahip olduğunu öğrenmesi gerekir. Bunları öğrendikten sonra ise, az önce söylediğimiz işi yapacak, yani çamurların içinden topladığı maddelerle mükemmel bir kimya olayı gerçekleştirecektir.

Ağacın kusursuz yeteneği yalnızca koku, tat ya da renkle de sınırlı değildir. Bu tahta parçası görünümlü ağaçlar, insan vücudunun hangi vitaminlere ihtiyaç duyduğunu da bilir ve onları ürettiği meyvenin içine koyarlar. Hatta dikkatli olarak incelediğimizde bir de bu vitamin takviyesinin mevsimlere göre ayarlandığını görürüz: Kış aylarında ürün veren; portakal, mandalina, greyfurt gibi meyve türleri, yaz meyvelerine göre çok daha fazla C vitamini içerirler. Amaç, kışın soğuğuna karşı insanın ihtiyacı olan C vitamini açığını kapatmaktır.

Peki Nasıl Olur da Dışarıdan Bakıldığında Tahta Parçası Görünümü Olan Ağaç, Bütün Bunları Bilir?

Ağacın yaptıklarını yapay bir şekilde elde etmeye çalışırsak, oldukça uzun bir çaba içine girmemiz gerekir. Bir kere, ağacın ürettiği tadı üretmek mümkün değildir; dünyada topraktan meyve çıkaran bir makina henüz icat edilememiştir. Günümüz teknolojisi ile elde edebileceğimiz tek şey kokudur. Gelişmiş bir laboratuvarda uzun işlemler sonucunda bir meyvenin kokusuna ulaşabiliriz. Nitekim parfümler bu şekilde elde edilir. Ancak parfümler de aslında tümüyle yapay değildirler; tüm parfümler çeşitli güzel kokulu bitkilerin özlerinden yararlanılarak yapılır. İnsanoğlu, elindeki tüm akıl ve teknolojiye karşın, bitkilerin ya da ağaçların sahip olduğu güzel koku üretme yeteneğine sahip değildir. Dolayısıyla, bir meyve ağacında ya da herhangi bir bitkide, insanoğlunun ulaşamayacağı kadar yüksek bir akıl, bilgi ve teknoloji vardır.

Bu durumun ise tek bir açıklaması vardır: Ağaçları, mükemmel ve üstün bir akıl, sonsuz bilgi ve yetenek sahibi olan Allah özel olarak tasarlamıştır. Ağaçların birçok görevinden biri insanlara meyve sunmaktır ve bu zor işi Allah'ın yarattığı ilk andan bu yana büyük bir başarı ile yerine getirmektedirler. Kötü bir tadı olan, kahverengi toprağın içinden dünyanın en lezzetli ve güzel kokulu yiyeceklerini çıkarır. Çünkü Allah, ağaçları o iş için yaratmıştır. Allah ayetlerde şöyle buyurmultur:

"Ölü toprak kendileri için bir ayettir; Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle ondan yemektedirler. Biz, orada hurmalıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için. Yine de şükretmiyorlar mı?" (Yasin Suresi, 33-35)

Evrimciler Ağaçların Ürettikleri Lezzetleri Açıklayamazlar

Bazı insanlar doğadaki tüm canlıları evrim teorisi ile açıklamaya çalışırlar. Bir evrimciye nasıl olup da ağaçların böylesine bir akla ve yeteneğe sahip olduklarını, neden insanlar için besin ürettiklerini sorarsanız, size yalnızca "tesadüfen böyle olmuş" cevabını verecektir. Çünkü tesadüf dışında kabul edecekleri her fikir, Allah'ın yaratma sanatının da kabul edilmesi anlamına gelecektir.

Unutulmamalıdır ki evrimcilerin savundukları hiçbir tesadüf lezzet kavramını ve insanın hoşuna gidecek lezzetlerin ne olduğunu bilemez, insanın hoşuna giden kokuları üretemez. Hiçbir tesadüf insan vücuduna mevsimlere uygun vitamin vermeyi düşünemez, bunu sağlayacak sistemleri ayarlayamaz.

Tesadüfler her zaman hata ve karmaşa doğurur. Güzellik, estetik ve temizlik gibi kavramlar kendiliğinden oluşmazlar. Ancak bir akıl sayesinde oluşurlar; özel olarak var edilmeleri gerekir. Bu ise ancak yüce Allah'ın dilemesi ile mümkündür.

En Kusursuz Sistemler Bütünü: İnsan Vücudu

Farklı bir açıdan düşünüldüğünde eğer tüm besinler bizim tam istediğimiz gibi olsa, ancaksindirim sistemimiz "tesadüfen" oluşmuş olsaydı, yine büyük bir sıkıntı içinde yaşayacaktık. Örneğin "tesadüfen" oluşan bir dilin tat alma özelliği olmayacaktı ve hiçbir tat alamadığımız için yediğimiz yemeklerin otomobilin benzin yakmasından farkı kalmayacak ve yediğimiz her şey yalnızca hayatın devamlılığını sağlar hale gelecekti. Ancak Allah'ın hayranlık uyandıran yaratışı sayesinde yiyecekler ve sindirim sistemimiz mükemmel bir uyuma sahiptirler. Bu kusursuzluk ise Allah'ın rahmetinin ve şefkatinin delillerindendir.

Evrenin Genişlemesi

Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)

Yukarıdaki ayette geçen "sema (gök)" kelimesi Kuran'ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Nitekim burada da bu anlamda kullanılmıştır ve evrenin genişleyici olduğu bildirilmiştir. Türkçeye "Şüphesiz Biz genişleticiyiz (genişleteniz/genişletmekte olanız)" olarak çevrilen Arapça "inna le musiune" ifadesindeki "musi'une" kelimesi, "genişletmek" anlamına gelen "evsea" fiilinden türemiştir. "Le" ön-eki de takip ettiği isim ya da sıfata vurgu ekleyerek "çok fazla" anlamı katmaktadır. Dolayısıyla bu ifade "Biz göğü veya evreni çok fazla genişletiyoruz" anlamı taşımaktadır. Bilimin bugün varmış olduğu sonuç da Kuran'da bize bildirilenle aynıdır.

20. yüzyılın başlarına dek bilim dünyasında hakim olan görüş, "evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği" şeklindeydi. Ancak, günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak "genişlediğini" ortaya koydu.

Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, 20. yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar.

Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Bu buluş astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden biri sayılmaktadır. Hubble bu incelemeler sırasında yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Kısacası yıldızlar sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar. Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Herşeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli "genişleyen" bir evren anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı.

515 Milyon Yaşındaki Optik Tasarım

ABD'nin ünlü bilim dergilerinden New Scientist'te yayınlanan bir makalede, bir bilim adamının bir müzeyi ziyareti sırasında, 515 milyon yıldır bir kehribar içinde korunarak günümüze kadar gelmiş bir sinek fosilini inceleme fırsatı bulduğundan bahsedilmektedir. Bu bilim adamı, sineğin gözlerindeki bal peteğine benzer yapıları ve bu yapılar sayesinde, özellikle eğik gelen açılardaki ışığı çok daha iyi algıladıklarını fark etmiştir. Nitekim daha sonraları yapılan araştırmalarda bu hipotez doğrulanmıştır.

Bilim adamları bugün bu bulgular sayesinde, uydularda enerji sağlamak için kullanılan güneş panellerinden çok daha fazla verim elde etme imkanı sağlamışlardır. Çünkü güneş panellerinde en çok verim, paneller ısı ve ışık dalgalarını hiç yansıtmadığında alınabilmektedir. Sineğin korneasını inceleyen bilim adamları yeni bir anti-reflektör maddenin varlığını da keşfetmişlerdir. Işığın yansımasını engelleyen bu madde, güneş panelleri için çok uygun yapıya sahiptir ve üstelik bu panelleri sürekli olarak güneşe doğru çevirmeye yarayan pahalı ekipmanların da gerekliliğini ortadan kaldırmıştır.

Uzay teknolojisi bu tasarımı daha yeni keşfedip kopyalarken, sinek bu özelliğe milyonlarca yıldır sahiptir. Çok keskin, renkli görmeyi sağlayan bu benzersiz yapı, sineğin ne derece üstün bir yaratılış örneği olduğunu gösterir. Fakat bu örnekler sadece, aklını kullanabilen ve yaratılan her varlığın Allah'ın kontrolünde olduğunu anlayabilen yani iman eden insanlar için anlaşılırdır.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Bulutlar Gibi Sürüklenen Dağlar

Dağların yen kabuğu üzerinde hareket ettiğini Allah Kuran’da “sürüklenme” ifadesiyle haber vermektedir. Günümüzde debilim adamları dağların hareketlerini “kıtasal sürüklenme” terimi ile tanımlamaktadırlar.

“Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık?” (Nebe Suresi, 6-7)

Bilimin henüz keşfettiği dağların mucizevi görevlerine ilişkin bazı gerçekleri Allah bundan 1400 yıl önce Kuran’da bildirmiştir. Bu durum Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunu kanıtlayan delillerdendir.

Dağlar, yeryüzü kabuğunu oluşturan çok büyük tabakaların hareketleri ve çarpışmaları sonucunda meydana gelmiştir. İki tabaka çarpıştığı zaman daha dayanıklı olan ötekinin altına gimiştir. Üstte kalan tabaka kıvrılarak yükselmiş ve dağları meydana getirmiştir. Dağ kökü adı verilen ve altta kalan tabaka ise yer altında ilerleyerek kimi zaman kendi boyunun 10-15 katı büyüklüğü kadar derin bir uzantı meydana getirir. Bu özellikleriyle dağlar, tıpkı bir çivinin ya da kazığın çadırı sıkıca yere bağlamasına benzer bir role sahiptirler. Örneğin yüksekliği yaklaşık 9 km olan Everest Dağı'nın yeryüzüne saplanmış 125 km’den fazla kökü vardır.

Kuran'da dağların bu jeolojik işlevine ise şöyle dikkat çekilmektedir:“Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yarattık...” (Enbiya Suresi, 31)

Dikkat ederseniz, dağların yeryüzündeki sarsıntıları önleyici bir özelliğinin olduğu haber verilmektedir. Kuran'ın indirildiği dönemde hiçbir insan tarafından bilinmeyen bu gerçek, günümüzde modern jeolojinin bulguları sonucunda ortaya çıkarılmıştır.

Sürüklenen Plakaların Çivisi: Dağlar

Halen Amerikan Bilim Akademisi Başkanı olan Frank Press'in dünyada pek çok üniversitede okutulan Earth (Dünya) adlı kitabında, dağların kazık şeklinde oldukları ve yeryüzüne derinlemesine gömülü oldukları ifade edilmektedir. (F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986)

Kuran ayetlerinde de, dağların bu işlevine, "kazık" benzetmesi yapılarak şöyle işaret edilir: “Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık?“ (Nebe Suresi, 6-7)

Yine bir başka ayette Allah, "Dağları dikip-oturttu" (Naziat Suresi, 32) şeklinde bildirmektedir. Bu ayette geçen "ersayha" kelimesi "köklü kıldı, sabit yaptı, demirledi, yere çaktı" anlamlarına gelmektedir. Dağlar bu özellikleri sayesinde yeryüzü tabakalarının birleşim noktalarında yer üstüne ve yer altına doğru uzanarak bu tabakaları birbirine perçinlerler. Bu şekilde, yer kabuğunu sabitleyerek magma tabakası üzerinde ve kendi tabakaları arasında kaymasını engellemiş olurlar. Kısacası dağları, tahtaları bir arada tutan çivilere benzetebiliriz.

Bugün biliyoruz ki, yeryüzünün dış katmanı derin faylarla kırılmıştır ve parçalanmış plakalar, erimiş magma üzerinde yüzmektedir. Eğer dağların sabitleştirici etkisi olmasaydı, Dünya'nın kendi ekseni çevresindeki dönüş hızının çok yüksek olmasından ötürü, yüzen plakalar hareket halinde olacaklardı. Bu durumda yeryüzünde toprak birikemez, toprakta su depolanamaz, hiçbir bitki filizlenemez, hiçbir yol, ev inşa edilemezdi; kısacası Dünya üzerinde hayat mümkün olmazdı. Ancak Allah'ın bir rahmeti olarak, dağlar, kıtasal kütleleri okyanus tabakalarına doğru tutmakta ve onların hareketini durdurmaktadır.

Görüldüğü gibi, modern jeolojik ve sismik araştırmalar sonucunda dağların keşfedilen bu hayati işlevini, Allah bundan 1400 yıl önce indirmiş olduğu Kuran ile insanlara bildirmiştir.

Allah bir ayette dağların bu özelliğini şöyle haber vermektedir: “... Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı...“ (Lokman Suresi, 10)

Yüzen Dağlar

Bir başka ayette ise dağların sabit olmadığı, sürekli hareket halinde bulunduğu şöyle bildirilmektedir: “Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler...” (Neml Suresi, 88)

Yer kabuğu kendisinden daha yoğun olan manto tabakası üzerinde adeta yüzer gibi hareket etmektedir. İlk olarak 20. yüzyılın başlarında Alman bir bilim adamı olan Alfred Wegener yeryüzündeki kıtaların Dünya'nın ilk dönemlerinde birarada bulunduklarını, daha sonra farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarını öne sürmüştür. Ancak jeologlar, Wegener'in haklı olduğunu onun ölümünden 50 yıl sonra yani 1980'li yıllarda anlayabilmişlerdir.

Yer Kabuğu 100 km Kalınlığındadır

Yer kabuğunun bu hareketi bilimsel kaynaklarda şöyle açıklanmaktadır: “Yer kabuğu ve üst mantodan oluşan 100 km kalınlığındaki Dünya yüzeyi "tabaka" adı verilen parçalardan oluşmuştur. Dünya yüzeyini oluşturan altı büyük tabaka ve sayısız küçük tabaka vardır. "Tabaka tektoniği" denen teoriye göre bu tabakalar kıtaları ve okyanus tabanını da beraberinde taşıyarak Dünya üzerinde hareket ederler. Bu kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe Dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir. Örneğin, Atlantik Okyanusu her sene biraz daha genişlemektedir. (Carolyn Sheets, Robert Gardner, Samuel F. Howe; General Science, Allyn and Bacon Inc. Newton, Massachusetts, 1985, s.305)

Burada belirtilmesi gereken ö-nemli bir nokta da şudur: Allah dağların hareketi için Kuran'da "sürüklenme" ifadesini kullanmıştır. Nitekim bilim adamlarının bugün bu hareket için kullandıkları İngilizce terim de "continental drift" yani "kıtasal sürüklenme"dir.

Kıtaların kayması Kuran'ın indirildiği dönemde gözlemlenemeyecek bir bilgidir ve Allah "dağları görürsün de, donmuş sanırsın" (Neml Suresi, 88) ayeti ile bu konuyu insanlara bildirmiştir.

Zehir Oku Fırlatan Kurbağa

Güney Amerika'da yaşayan zehir oku fırlatan kurbağa, saldırıya uğradığında, çok küçük zerresi bile bir insanı öldürmeye yeterli olan oldukça güçlü bir zehir yaymaya başlar. Bunun yanı sıra diğer pek çok canlıda olduğu gibi, bu canlının gözalıcı parlaklıktaki renkleri de düşmanları uyarma özelliğini taşır. Kurbağa bu şekilde kendini savunur. Bu canlının vücudundaki mükemmel sistemleri yaratan, tüm alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır.

O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O'nun "Ol" dediği gün (herşey) oluverir, O'nun sözü haktır. Sur'a üfürüldüğü gün, mülk O'nundur. O, gaybı ve müşahede edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 73)

19 Aralık 2010 Pazar

Parmaksız Pençeleriyle Midye Kıran Su Samurları

Vücut ağırlığının üçte biri kadar besin ihtiyacı olan su samuru zamanının büyük bir kısmını beslenerek geçirir. Yiyecekleri arasında omurgasız deniz hayvanları, deniz kabukluları, deniz kestaneleri ve zaman zaman da balık bulunur. Bunların içinde onu belki de en fazla uğraştıran midyedir. Çünkü parmaksız pençeleriyle midyeyi kırmayı başarması gerekir. Ancak su samuru akılcı bir planla bu işin üstesinden gelir. Bu iş için bir alete ihtiyacı vardır. Önce denizin dibine dalar ve kendisine gerekli olan aleti yani orta boy bir taşı çıkarır. Sonra suyun üstünde sırt üstü uzanıp, taşı göğsünün üstüne yerleştirir. Ardından pençeleriyle tuttuğu midyeyi kırılana kadar göğsündeki taşa vurur. Sonunda yiyeceği hazırdır. Ancak gününün büyük kısmını beslenerek geçiren su samurunun işi henüz bitmemiştir. Yeni midyeler aramaya çıkan su samuru kullandığı aleti yani taşı yüzgecinin altına saklar. Böylece her midye bulduğunda denizin dibinden yeni taş çıkarmasına gerek kalmaz.

Taşı bir örs gibi kullanan su samurunun bu akıl gösterisi, Allah'ın canlılarda yarattığı mükemmel detaylardan yalnızca biridir. Derin düşünebilenler için Allah'ın yaratma sanatındaki harikalıklar her yerdedir. Allah Kuran'da şöyle bildirir:

"O, biri diğeriyle 'tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. " (Mülk Suresi, 3-4)

13 Aralık 2010 Pazartesi

Kutup Tilkisi Değişen İklim Şartlarına Nasıl Uyum Sağlar?


Kutup koşullarına uygun olarak yaratılmış hayvanlardan biri de kutup tilkisidir. Değişen iklim şartlarına ve çevreye göre bu tilkinin kürkü de değişerek en uygun hale gelir. Yazın eriyen buzla ortaya çıkan toprak, tilkinin saklanması ve avına usulca yaklaşması için bir problem oluşturmaz. Çünkü kürkü, artık üzerinde dolaştığı toprakla aynı renkte, kahverengidir. Kışın kar ve buz her yeri kapladığında ise tilki yine bir sorun yaşamaz. Kürkünün rengi değişir ve bembeyaz olur. Bu beyaz dünyada onu çevreden ayırt etmek yine imkansız gibidir. Kısacası her iki durumda da tilki ortama en uygun kamuflaj giysisi içinde, kendini diğer hayvanlara sezdirmeden dolaşmaya devam eder. Elbette tilki diğer canlıların onu nasıl gördüğünü bilemez. Bilse bile kendi kürkünün rengine asla karar veremez. Açıktır ki, onu her şeyi bilen Yüce Allah bu özelliklerle birlikte yaratmıştır. Allah tilkiyi de her koşulda yaşayabilecek, besinini kolayca elde edebilecek özelliklerle donatmıştır.

"Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. " (Casiye Suresi, 4)

Kod Adı: Şifre Çözücü

Pankreas yediğimiz tüm yiyeceklerin özelliklerini analiz eder ve sindirim sistemimize yardımcı olmak için, bu yiyecekleri eritecek enzimler üretir. Bir organdan çok bir şifre çözücü gibi çalışan pankreas, bu işlem sırasında yiyeceklerin yapısına uygun formülleri milyonlarca bilginin arasından analiz eder.

Vücudumuzdaki sindirim işleminin başladığını anlayan pankreas, aynı zamanda yediğimiz yiyeceklerin çeşitlerini de ayırt edebilir. Sindirim işlemi başladığı anda ise yediğiniz farklı yiyeceklere göre, farklı sindirim enzimleri üretebilir. Örneğin makarna, ekmek gibi karbonhidratlı besinler yediğiniz zaman pankreasın salgıladığı enzim, karbonhidrat parçalayıcı özelliğe sahiptir. Bu besinler on iki parmak bağırsağına ulaştığında, pankreas karbonhidrat parçalayıcı özellikteki "amilaz" isimli enzimi üretir.

Eğer kırmızı et, balık ve tavuk gibi besinler yerseniz, pankreas, proteinli yiyecek yediğinizi hemen anlar. Yine bu besinler on iki parmak bağırsağına ulaştığında bu sefer proteinleri parçalayacak farklı enzimler olarak "tripsin, kimotripsin, karboksipeptidaz, ribonükleaz ve deoksiribonükleaz" üretir ve bu enzimler protein moleküllerine saldırır. Eğer yemeğinizin yağ oranı fazlaysa bu enzimlerle beraber "lipaz" isimli, yağları sindiren bir enzim daha devreye girer.

Görüldüğü gibi bir organ, yediğiniz yemeğin nelerden oluştuğunu anlayıp, daha sonra bu besinlerin sindirilmesi için gerekli olan kimyasal sıvıları ayrı ayrı üretmekte ve bunları sadece gerektiği anlarda salgılamaktadır. Pankreas, karbonhidrat molekülü için protein parçalayıcı veya yağ molekülü için karbonhidrat parçalayıcı sıvı salgılamaz. Ürettiği karmaşık sıvıların kimyasal formüllerini unutmaz. Karışımı oluşturan herhangi bir maddeyi kazara eksik tutmaz. Sağlıklı insanlarda, pankreas ömür boyu doğru şekilde hizmet eder durur.

Şimdi gerçekleşen bu olayı mikro düzeyde tekrar inceleyerek karşımızdaki mucizenin boyutlarını daha iyi görelim.

Hücrelerin Mektuplaşması

Midede sindirim devam ederken mide hücreleri boş durmazlar. Bu hücrelerden bazıları midede sindirilen besinin bir süre sonra onikiparmak bağırsağına ulaşacağını bilmektedirler. Bu hücreler hayatlarını besinlerin insan için en iyi şekilde sindirilmesine adamışlardır. İçlerindeki sorumluluk duygusu ile harekete geçen mide hücreleri pankreas hücrelerine mektup yazmaya (hormon salgılamaya) ve bu hücreleri yardıma çağırmaya karar verirler. Ardından yazdıkları mektupları kan yolu ile pankreasa gönderirler.

Kana bırakılan mektup vücut içinde yolculuk eder. Bu yolculuk sırasında pankreasa gelindiği zaman, pankreas hücreleri mektubu tanır ve hemen açarlar. Burada ilginç bir nokta kan yoluyla hemen hemen bütün vücudu dolaştığı halde- mektubun diğer organların hücreleri tarafından açılmaması ve özellikle okunmamasıdır. Bütün hücreler bu mektubun pankreas için yazıldığını, kendilerini muhatap almadığını bilirler. Çünkü mektubun üzerinde pankreasın adresi vardır. Mektubun moleküler yapısı yalnızca pankreas hücrelerinin zarında bulunan algılayıcı moleküllerle etkileşecek şekilde özel olarak dizayn edilmiştir. Yani mide hücresi şuurlu ve bilinçli bir şekilde ürettiği hormonun üzerine gerçekten bir adres yazmıştır. Üstelik vücuttaki milyarlarca farklı adres içinden pankreas hücresinin adresini doğru bir şekilde yazmıştır. Bu adresin doğru şekilde yazılabilmesi için mide hücresinin pankreas hücresinin bütün özelliklerini bilmesi gerekir.

Mucize yalnızca adresin doğru yazılması ile sınırlı değildir. Mide hücresinin gönderdiği mektubun içinde bir de mesaj vardır. İnsan vücudunun derinliklerinde, birbirlerinden çok uzakta bulunan iki küçük canlı (hücre) mektuplaşmakta ve haberleşmektedir. Birbirlerini hiç görmedikleri halde birbirlerinin hangi dilden anladıklarını bilmektedirler. Dahası bu haberleşme bir amaç uğrunadır. İki hücre birlik olmuş ve yediğiniz besinlerin sindirilmesi için plan yapmaktadırlar. Şüphesiz bu gerçek bir mucizedir.

Kendisine ulaşan mektubu (kolesistokinin hormonunu) okuyan pankreas hiç beklemeden bu mektuptaki emre itaat eder. Hemen besinlerin sindirilmesi için gerekli enzimleri salgılamaya başlar. Eğer on iki parmak bağırsağına ulaşan besin protein ise protein parçalayan bir enzim üretir. Eğer besin karbonhidrat ağırlıklı ise bu sefer karbonhidrat parçalayan bir enzim üretir ve bu enzimi onikiparmak bağırsağına gönderir. (Harun Yahya, İnsan Mucizesi)

Şimdi önünüze bir kara tahta koyulduğunu ve bu kara tahtanın üzerine sırayla bir protein molekülünün, bir yağ molekülünün ve bir karbonhidrat molekülünün formüllerinin yazıldığını ve bu moleküllerin atomik dizilimlerini gösteren şekillerin çizildiğini düşünelim. Ardından sizden bu üç farklı moleküler yapının her birini parçalayacak en uygun moleküler yapıya sahip enzimlerin formüllerini üretmeniz ve bu formülleri tahtaya yazmanız istensin.

Eğer kimya konusunda bir eğitim almadıysanız, size 1 milyon yıl süre verilse dahi uygun formülü tahmin ederek bulamazsınız. Bu molekülleri parçalayacak enzimlerin formüllerini ancak kimya konusunda uzman bir kişi yazabilir. Bu kişi de uygun formülü kendi hayal gücüne dayanarak yazmaz. Ancak almış olduğu eğitim ve daha önce kendisine öğretilen bilgiler doğrultusunda bu formülü yazabilir.

Durum böyle iken, pankreas hücrelerinin ürettikleri enzimlerin kimyasal yapılarını nasıl bilebildikleri sorusu son derece önem kazanmaktadır. Her pankreas hücresi doğuştan söz konusu formüllerin bilgilerine sahiptir. Bu bilgiye sahip olmakla kalmaz, bildiklerini en doğru şekilde kullanır ve insana yorulmaksızın hizmet ederler. Pankreas hücreleri kimya konusunda insanlardan çok daha zeki ve başarılıdırlar. Çünkü insanın bu formülleri üretebilmesi için eğitime ihtiyacı varken, küçücük bir hücre söz konusu formülleri doğuştan ezbere bilmektedir.

Kuşkusuz hiçbir tesadüf, hücrelere böylesine üstün bir akıl, böylesine özel bir bilgi ve böylesine üstün bir sorumluluk anlayışı kazandıramaz. Hiçbir tesadüf, hücrelerin birbirleri ile haberleşecekleri, birbirlerinden yardım isteyecekleri bir sistem kuramaz. Hiçbir tesadüf, tek bir pankreas hücresine tek bir kimyasal formülü öğretemez. Hiçbir tesadüf, hücreye elindeki bilgiyi doğru zamanda kullanma yeteneği veremez.

Bu sistemleri yoktan var eden ve insana hizmet ettiren güç, alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." De ki: "Öyleyse, O'nu bırakıp kendilerine bile yarar da, zarar da sağlamaya güç yetiremeyen birtakım veliler mi (tanrılar) edindiniz?" De ki: "Hiç görmeyen (a'ma) ile gören (basiret sahibi) eşit olabilir mi? Veya karanlıklarla nur eşit olabilir mi?" Yoksa Allah'a, O'nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: "Allah, herşeyin yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır." (Rad Suresi, 16)

9 Aralık 2010 Perşembe

İlkel Fotosentez Masalı

Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinin 4 Şubat 2006 sayısında “Milyarlarca Yıl Önce Fotosentez” başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde Stanford Üniversitesi'nden Michael Tice ve Donald Lowe'un milyarlarca yıl önce yaşamış bakterilerin kalıntılarından yola çıkarak geliştirdikleri tahminlere yer veriliyordu. Buna göre Tice ve Lowe, edindikleri bazı bulguları fotosentezin bu dönemde -günümüzden farklı olarak- hidrojen ve karbondioksit ürettiği yönünde yorumluyorlardı. Cumhuriyet Bilim Teknik, bu iddiayı “bilim çevrelerinde tartışılmakta olan bir tahmin” olarak aktarıyordu.

Haberde fotosentezin “tahmin edilen” bu hayali versiyonundan ilkel fotosentez olarak sözedilmekte, bu ifadeyle fotosentezin evrimsel bir süreçten geçtiği izlenimi verilmektedir. Oysa fotosentezin kompleksliği, bu mükemmel mekanizmanın iddia edilen evrimsel kökenini, hayal dahi edilmesi mümkün olmayan bir masala indirgemektedir.

Konuyu biraz daha detaylı olarak incelemek, fotosentezin evrim adına büyük bir çıkmaz olduğunu kabul etmeyi de beraberinde gerektirir. Bu açık gerçeği evrimciler de kabullenmek zorunda kalmaktadırlar. Örneğin Prof. Ali Demirsoy bu konuda şu itirafta bulunur:

"Fotosentez oldukça karmaşık bir olaydır ve bir hücrenin içerisindeki organelde ortaya çıkması olanaksız görülmektedir. Çünkü tüm kademelerin birden oluşması olanaksız, tek tek ortaya çıkması da anlamsızdır." (Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, 1984, s.8)

CBT’ye bilim haberlerini aktarırken hayal dahi edilmesi mümkün olmayan senaryoları körükörüne kabullenmiş bir üslup kullanılmamasını tavsiye ediyoruz.

(Not. Fotosentezin evrim açmazı hakkında bkz.http://www.netcevap.org/propaganda_fotosentez.html)

Cichild Balıklarının Bakımı

Dişi ve erkek Cichlid balıkları yumurtaları ve yavrularıyla yakından ilgilenirler. Balıklardan biri, yumurtaların bulunduğu yerin yukarısında durur ve devamlı olarak kuyruk ve yüzgeçleriyle onları yelpazeler. Dişiyle erkek birkaç dakikada bir nöbet değiştirirler. Yelpazelemenin amacı yumurtaların iyi gelişebilmeleri için daha fazla oksijen sağlamaktır. Bu çalışma ayrıca mantar sporlarının yumurtaların üzerine yerleşerek gelişmelerini de önler.

Cichlidlerin yumurtalarıyla ilgilenmelerinin temelinde yumurtaların temizliğinin sağlanması vardır. Bunun için döllenmemiş yumurtaları da yiyerek geriye kalan sağlıklı yumurtaların hastalanmasını önlerler. Daha sonraki evrede ise yumurtaları bulundukları yerlerinden alarak kumda kazdıkları oyuklardan birine götürürler. Taşıma işlemini ise her seferinde ağızlarına birkaç yumurta alarak yaparlar. Biri çukura giderken, diğeri nöbet bekler. Daha sonra yine aynı işlem tekrarlanır. Yavrular yumurtadan çıktıkları zaman dişiyle erkek onları dikkatle korur. Genellikle yumurtadan yeni çıkan yavrular hep birarada kalırlar, gruptan biri ayrıldığında dişi ya da erkek bu yavruyu ağzına alarak tekrar diğerlerinin yanına götürür. Cichlid balıklarının yavruları için en korunaklı yer annelerinin ağzıdır.

7 Aralık 2010 Salı

Tüm Algılarımızı Yaşayan ve Yaşatan Kimdir?

Ruhumuza, tüm görüntüleri gösteren, tüm sesleri duyuran, ruhumuzun zevk alması için tüm tatları ve kokuları yaratan, tüm alemlerin Rabbi ve herşeyin Yaratıcısı olan Allah'tır.

Duyu organlarımız kendi sınırlı kapasiteleriyle dış dünyadan veriler alırlar. Bu veriler daha sonra elektrik sinyaline çevrilir ve beyinde toplanır. Algılamanın gerçekleştiği yer beynimizdir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Rüya, hipnoz gibi örnekler herhangi bir duyu organı olmadan beyinde direkt algılamanın meydana geldiğini ispatlamaktadır. Bu bize gerçekte algılamanın duyu organlarımızdan bağımsız olduğunu gösterir. Bu noktada, biraz dikkatli düşünen bir insanın soracağı çok önemli bir soru ile karşılaşırız. Acaba tüm algılarımızı hisseden beynimizin kendisi midir?

Tüm Algılarımızı Yaşayan Kimdir?

Beynin içinde oluşan tüm görüntüleri, bir televizyon ekranından izler gibi izleyen, izledikleri ile sevinen, üzülen, heyecanlanan, hoşnutluk duyan, telaşlanan, merak eden kimdir? Tüm gördüklerini ve hissettiklerini yorumlayacak bilinç kime aittir? (Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı: Madde)

Hayatı boyunca, kapkaranlık, sessiz kafatasının içinde kendisine gösterilen görüntüleri izleyen, düşünen, sonuç çıkaran, karar veren bilinç sahibi varlık kimdir?

Bütün bunları algılayan varlığın, şuursuz atomların oluşturduğu, su, yağ, protein gibi maddelerden meydana gelen beyin olamayacağı açıktır. Beynin ötesinde, çok üstün bir varlık vardır, Rabbimiz olan Allah. Daniel Dennet, bir materyalist olmasına rağmen, kitabında bu soruyu şöyle ifade eder:

"Benim bilinçli düşüncelerim ve deneyimlerim olan olaylar, beyin olayları olamayacakmış gibi görünüyor, fakat başka bir şey olmalı, şüphesiz beyin olaylarının sebep olduğu ya da bunlar tarafından üretilen, fakat buna ek olarak farklı maddeden oluşan farklı bir mekana yerleştirilmiş bir şey. Evet, neden olmasın?" (Daniel C. Dennett, Consciousness Explained, Little, Brown and Company)

R. L. Gregory ise, beynin gerisinde bulunan ve bütün bu görüntüleri gören üstün varlığı şöyle ifade eder:

"Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir. Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte bir göz daha olması gerekir, fakat bu gözün resmini görebilmek için bir göze daha ihtiyaç olacaktır... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması anlamına gelir..." (R. L. Gregory, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, s. 9)

Maddeden başka bir varlığı kabul etmeyen materyalistlerin içinden çıkamadıkları asıl nokta işte burasıdır. Gören, gördüğünü algılayan ve tepki veren "içteki göz" kime aittir?

Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa şöyle dikkat çekmiştir:

"Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan" vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. "Ben" -yani beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim? Assisili Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur. (Karl Pribram, David Bohm, Marilyn Ferguson, Fritjof Capra, Holografik Evren I, Kural Dışı Yayınları)

Pek çok insan, bu konuyu düşünerek gerçeğin kıyısına kadar geldiği halde "gören kim?" sorusunun cevabını vermekte, ancak düşüncede bundan daha ileriye gitmekte tereddüt etmektedirler. Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi benliğimizi meydana getiren varlık için kimileri "küçük insan", kimileri "makinenin içindeki hayalet", bazıları "beyni kullanan varlık", bazıları ise "içteki göz" tabirini kullanmışlardır. Tüm bu tabirler, beynin ötesinde bilinç sahibi olan varlığı tanımlayabilmek ve ona ulaşabilmek için yapılmıştır. Ancak bu insanlar materyalist görüşleri nedeniyle gerçekten görenin, duyanın kim olduğunu dile getirememişlerdir. Bu gerçeğin cevabını bize veren yegane kaynak, dindir. Allah Kuran'da insanı önce bedenen yarattığını, sonra da ona "ruhundan üfürdüğünü" bildirmektedir:

“Hani Rabbin meleklere demişti: Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın.”(Hicr Suresi, 28–29)

Yani insanın, bedeni dışında bir başka varlığı daha vardır. Beyninin içindeki görüntüyü "görüyorum" diyen, beyninin içinde duyduğu sesleri "duyuyorum" diyen, kendi varlığının şuurunda olan ve "ben benim" diyen bu varlık, Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur.

Akıl ve vicdan sahibi her insan, hayatı boyunca yaşadığı her olayı beyninin içindeki ekranda izleyen varlığın aslında ruhu olduğunu hemen anlayacaktır. Her insan göze ihtiyaç duymadan görebilen, kulağa ihtiyaç duymadan duyabilen, beyne ihtiyaç duymadan düşünebilen bir ruha sahiptir.

Tek mutlak varlığın madde olduğunu iddia eden, insan bilincinin de yalnızca beyindeki kimyasal olayların bir sonucu olduğunu zanneden materyalist düşünce ise bu konuda çıkmaz içindedir. Bunu görmek için, herhangi bir materyaliste şu soruları sorabilirsiniz:

Görüntü beynimizde oluşuyor, ama bu görüntüyü beynimizde kim seyrediyor?

Şu anda yanınızda bulunmayan komşunuzu gözünüzün önüne getirin. Onu bütün netliği ile görüyorsunuz. Kıyafetinin detayları, yüzündeki çizgiler, saçlarındaki beyazlar, sesinin tonu, konuşma üslubu, yürüyüşü ile hayalinizde çok net olarak canlandırdığınız bu insanı kim izliyor?

İşte bu ve benzeri soruları materyalistlere sorduğunuzda hiçbir cevap alamazsınız. Çünkü bu soruların tek cevabı, tüm bunları seyredenin Allah'ın insana vermiş olduğu ruh olduğudur. İşte bu nedenle bu olağanüstü gerçek, Allah'ın varlığını inkar eden materyalist düşünceye en büyük darbeyi vuran, materyalistlerin düşünmekten ve konuşmaktan en çok çekindikleri konudur.

Bir Konferansı Dinleyen Ruhumuzdur

Büyük bir salonda can kulağıyla bir konuşmayı dinleyen kişilerin tümü, konuşmacının ağzından çıkan her sesi duyduklarını zannederler. Konuşmacı da aynı eminlikte düşüncelerini anlatır ve dinleyicilerin kendisini duyduklarını zanneder. Oysa gerçek çok farklıdır ve o anda salondaki hiç kimsenin farkında olmadığı, olağanüstü bir mucize gerçekleşmektedir.

Konuşmayı yapan kişi, beynindeki dinleyicilere bir şeyler anlatmakta, aynı şekilde dinleyiciler de anlatılanları beyinlerinde dinlemektedirler. O anda salonun içinde olduklarından son derece emin olan yüzlerce kişi, bütün bunları aslında beyinlerinde yaşamaktadır. Ve salondaki dinleyicilerin her birinin beyninde, bir kulağa ihtiyaç olmadan elektrik akımlarını konuşmacının sesi olarak duyan bir varlık vardır. Bu varlık herşeyi o kadar gerçekçi yaşar ki, hiç kimse duyduğu sesin aslı ile muhatap olmadığını fark edemez. Bu varlık, Allah'ın benzersiz bir ilimle yarattığı RUH'tur. Beynin içindeki derin sessizliğe rağmen ruh, herşeyi kusursuz bir netlikte ve gerçeğinin aynısı olarak duyar.

Bu Görüntüleri Ruhumuza İzlettiren Kimdir?

Bu aşamada sorulması gereken bir soru daha vardır: Ruhumuz, beynimizde oluşan görüntüleri izlemektedir. Peki, bu görüntüleri oluşturan kimdir? Kapkaranlık beynimizin içinde, ışıklı, rengarenk, aydınlık, gölgeli görüntüleri oluşturan, elektrik sinyallerinden, küçücük bir mekanda koskoca bir dünyayı meydana getiren beyin olabilir mi? Beyin, ıslak, yumuşak, kıvrımlı bir et parçasıdır. Böyle bir et parçası, en ileri teknoloji ile üretilmiş televizyonlardan daha net, hiçbir kayması veya karlanması olmayan, renkleri son derece canlı olan pussuz bir görüntü oluşturabilir mi? Bir et parçasının üzerinde bu kalitede bir görüntü meydana gelebilir mi? Veya bu ıslak et parçası, en gelişmiş müzik setinden daha kaliteli, daha net, cızırtısız, stereo bir ses meydana getirebilir mi? Beyin gibi yaklaşık 1,5 kilo ağırlığındaki bir et parçasının bu kadar kusursuz algılar oluşturabilmesi elbette imkansızdır.

Bu noktada bir gerçekle daha karşılaşırız. Çevremizde gördüğümüz herşeyle birlikte, sahip olduğumuz bedenimiz, elimiz, kolumuz, yüzümüz bir mutlak varlık olmadığına, sadece bir gölge varlık olduğuna göre, beynimiz de bir gölge varlıktır. Öyle ise görüntü olan bir varlığın görüntü meydana getirdiğini söyleyemeyiz.

Bertrant Russel Rölativite'nin Alfabesi isimli eserinde, "Kuşku yok ki, madde genel olarak bir oluşlar grubu olarak yorumlanacaksa, bunu göze, optik sinire ve beyine de uygulamak gerekir. (Bertrand Russell, Rölativite'nin Alfabesi, Onur Yay. 1974, s. 160–161) diyerek bu gerçeğe dikkat çekmektedir.

Bu gerçeğin farkına varan ünlü felsefeci Bergson ise, Madde ve Bellek isimli kitabında, “dünya imgelerden yapılmıştır, bu imgeler ancak bizim bilincimizde vardır; beynin kendisi de bu imgelerden birisidir” (George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, İstanbul, Sosyal Yay., 1989, s. 196) der.

O zaman ruhumuza bu görüntüleri gösteren, ona gerçeğiyle aynı netlikte görüntü ve algılarla bir hayat yaşatan, üstelik bu görüntüleri kesintisiz olarak devam ettiren kimdir?

Ruhumuza, tüm görüntüleri gösteren, tüm sesleri duyuran, ruhumuzun zevk alması için tüm tatları ve kokuları yaratan, tüm alemlerin Rabbi ve herşeyin Yaratıcısı olan Allah'tır.

Uykunun Hayatımızdaki Önemi

Her insan, ömrünün üçte birini uyuyarak geçirir. Her gün yaşadığımız ve gerçekte büyük bir mucize olan uyku genellikle bilinenin aksine tüm vücut sistemlerinin pasifleştiği bir dinlenme süresi değildir. Çünkü uyku esnasında vücut aktif bir yenilenme sürecine girer. Şimdi uykuda insan vücudunun nasıl bir yenilenme sürecinde olduğuna göz atalım.

Uyku insan hayatının vazgeçilmez ihtiyaçları arasında yer alır. Vücudumuzun suya, oksijene ve gıdalara ihtiyacı olduğu ölçüde uykuya da ihtiyacı vardır. Hayatımızın yaklaşık 1/3'ü uykuda geçtiğinden, dengeli bir hayat sürmek için dinlendirici uyku hayati bir önem taşır. Uyku, pasif bir dinlenme hali değildir. Uyku esnasında gün boyunca zihni meşgul eden aktiviteler, gerginlikler ve hafızaya alınan bilgiler adeta bir bilgisayarın belleğinin ayıklanması gibi ayıklanır. Uykuda hormon düzeyi dengelenir, sindirim sistemi çalışır, bağışıklık sistemi devreye girer, deri yeniden yapılandırılır. Hücre bölünmesi uykuda yoğun bir şekilde devam eder.

Uykuda Neler Yenileniyor

Cildimizin pürüzsüz kalabilmesi her gün 10 gram ölü deri hücresinin katılmasıyla sağlanır. Bunun gerçekleşebilmesi için, her akşam derimizin en üst tabakasındaki hücreler bölünmeye başlar. Uyku esnasında ise büyüme hormonunun artmasıyla birlikte bu reaksiyon hızlanır. Gecenin sessizliği bunun için en ideal ortamdır. Çünkü gece ne güneş, ne rüzgar, ne de hareket hücre bölünmesini engelleyemez. İşte bu yenilenme saatlerinde cildin, başta oksijen olmak üzere, bir dizi besin maddesine ihtiyacı vardır. Alınan her solukta cilt, ihtiyacı olan oksijeni depolar. Bu nedenle uzmanlar akşamları yatmadan önce yatak odasının iyice havalandırılmasını tavsiye ederler. Uyurken, özellikle de rüya gördüğümüz saatlerde vücut ısısının 2 derece artmasıyla birlikte, organizma bol miktarda sıvı üretir. İşte bu nedenle sabahları uyandığımızda saçlarımız nemlenmiş, şekilleri bozulmuştur. Yağ bezleri geceleri yenilendiğinden, uyku sırasında yağ salgılaması genelde azdır. Bu nedenle, cildi kuru olanların sabah iyice kurumuş bir ciltle uyandıkları görülür. Uyku uzmanları, kanımızdaki büyüme hormonu düzeyinin uykuya dalar dalmaz ani bir yükseliş gösterdiğini saptamışlardır. Bu nedenle yeterli miktardaki her uykudan sonra vücut olarak tazelenmiş bir şekilde uyanırız.

Ne Zaman Ne Kadar Uyumalıyız?

Günlük uyku süresi kişiye ve yaşa bağlı olarak değişir. Genellikle yaş ilerledikçe uyuma süresi azalmaktadır. Ancak günlük ortalama 6 ila 8 saat arası uyku bir yetişkin için yeterlidir. Sık sık yeterince derin uyku uyuyamayan kişiler, hastalıklara karşı daha dayanıksız olmaktadırlar. Böyle durumlarda vücudun ritmi kontrolden çıkar. Bu dengesizlik cilde yansır: cilt kurur, pul pul kalkar, çatlar, hücre bölünmesi düzenli gerçekleşemediği için cilt giderek incelir. Kuru cilt daha da kururken, pürüzlü cilt de iyice bozulur.

Uzmanlar uyku zamanı olarak ise en ideal olan vaktin gece uykusu olduğunu belirtmektedirler. Her türlü uyku bozukluğunda dahi gündüz uykusu ile takviye yapmayı tavsiye etmemekte, gece uyumanın önemi üzerinde durmaktadırlar. Ancak hücre yenilenmesi ve hormonal reaksiyonlar sadece geceleri meydana geldiği için, bilinenin aksine öğle uykusunun büyük bir katkısı yoktur. Çünkü beynimizin salgıladığı melatonin hormonu hava karardıktan sonra üretilir. Cildin yenilenme işlemini işte bu hormon başlatır. Nitekim Rabbimiz olan Yüce Allah Kuran’da bu duruma şöyle dikkat çekmiştir:

“O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır.” (Furkan Suresi, 47)

Uykusuzluk

Vücudumuzda günlük uyku-uyanıklık döngüsünü kontrol eden bir mekanizma vardır. Sirkadyen ritim adı verilen bu mekanizma vücutta bulunan ve yaklaşık 24 saatlik dilime göre ayarlı olan biyolojik saat tarafından kontrol edilir. Genel olarak çevresel ve içten gelen etkenler nedeniyle bu ritim bozularak uykusuzluk baş gösterir. Bunun yanı sıra; düzensiz uyku alışkanlıkları, psikolojik nedenler, nörolojik rahatsızlıklar, hormonal bozukluklar, fizyolojik ve kalıtsal faktörler de uykusuzluğa sebep olabilir. Uykusuzluk, diğer adıyla “insomnia” ağrıdan sonra toplumda en çok bildirilen ikinci şikayettir. Amerikan toplumunda bu rahatsızlık; tıbbi gider, kaza kayıpları, işe gelmeme kaybı ve üretimde düşme zararları olarak yılda yaklaşık 100 milyar dolar kayba neden olmaktadır.

Uykusuzluk toplam uyuma saati olarak değil yeterli süre ve kalitede uyku alamayarak sabaha dinlenmiş kalkamama şeklinde tarif edilir. Örneğin günlük uyku ihtiyacı 5 saat olan ve 5 saat uykudan sonra sabah dinlenmiş olarak kalkan birisi uykusuzluk çekmemektedir.

Farklı Uyku Bozukluğu

Uyku bozukluğu denince en sık karşılaşılan durumlar; uyuyamama, uykuya dalamama, uyku bölünmesi ya da sabah erken bir saatte uyanıp tekrar dalamama olarak özetlenebilir. Ancak fazla uyuma ya da yastığı görür görmez uykuya dalma da bir tür uyku bozukluğudur. Uykusuzluğun en sık görülen tipi psikofizyolojik olanıdır. Bütün uyku hastalıklarının bir belirtisi olarak ortaya çıkabilir. Ayrıca dahili, psikiyatrik ve ilaçlarla bağlantılı bir durum da olabilir. Psikofizyolojik uykusuzluk tipik olarak stres gibi faktörler devrede iken oluşur. Psikofizyolojik uykusuzlukta bütün dikkat uyuyamama üzerinde toplanır. İdiopatik uykusuzluk durumu ise kronik ve ciddi bir uyuyamama ve uykuyu devam ettirememe halidir. Yatağa gidince uykuya dalma süresi çok uzun olabilir ve uyku uyanmalarla parçalanmıştır. Buna sebep olan nörolojik bozukluk hafif ile şi! ddetli derecelerde olduğu gibi uyuyamama da hafif veya ağır ve hatta dayanılmaz olabilir. Bu tür uykusuzlukta psikolojik fonksiyonlar dikkati çekecek şekilde normaldir. İleri vakalarda hastalar iş yapamaz hale gelirler. Bunun yanı sıra; uyurgezerlik, uykuda korku gibi uyku bozuklukları da yaygın olarak görülür.

Uykusuzluk çok sık görülen ve tedavi edilebilen bir rahatsızlıktır. Tedavi edilmeyince, önemli hastalıklara ve hatta ölüme yol açabilir, depresyonun gelişmesinde bir risk faktörü olabilir.

Narkolepsi ve Toplum Sağlığı

Narkolepsi, gün içinde ani uyuyakalma nöbetleri şeklinde nükseden rahatsızlıktır. Bu aşırı uyku halinin sonuçları arasında; kazalar, ekonomik kayıplar, toplum sağlığının tehdit edilmesi, okul veya işyerinde verimsizlik, psikososyal fonksiyonların bozulması yer alır. Örnek verecek olursak büyük endüstriyel kazalardan Çernobil, Three Mile İsland, Bhopal ve ciddi kazalardan olan Uzay mekiği Challenger, Exxon Valdez resmi raporlarla iş yerindeki uykulu kişilerin kararsızlıkları sonucu gerçekleştiği bildirilmiş facialardır. ABD'de her yıl 100.000 trafik kazası yolda uyumaya bağlı olarak meydana gelmekte ve 1500 kişi de hayatını kaybetmektedir.

Allah Kuran’da insanların uykuda canlarını aldığını, ancak daha sonra zamanı belirlenmiş ölüm vakitleri gelinceye kadar tekrar geri verdiğini şöyle bildirmektedir:

“Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n ruhunu) tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (Zümer Suresi, 42)

Apne Hali ve Uykuda Ruhun Alınması


Uykuda soluk kesilmesi olarak tarif edilen apne, yaşamı tehdit edebilecek uzun vadeli ciddi sağlık sorunlarına sebep olmaktadır. İlk kez 1965 yılında tanı konulan apne kelime olarak Yunancada ‘soluk arzusu’ anlamına gelmektedir. İki tür uyku apnesi tanımlanır; birinde beyin soluk alma kaslarına solunumu başlatan doğru sinyalleri gönderemez, diğerinde ise hava solunum yollarında tıkanır. Apne sırasında soluk almak için aşırı bir çaba harcandığı için damarlar ve kalp bir dirence karşı çalışır. O sırada kandaki oksijen yoğunluğu azalır. Kalpte de birtakım ritim bozuklukları baş gösterir. Uykuda ani ölümler en başta sayabileceğimiz, hipertansiyon, kalp hastalıkları, enfaktüs ve inmeler uzun dönemde sebep olabileceği rahatsızlıklardır.

Görüldüğü gibi uyku esnasında insan yaşamı birçok tehditle karşı karşıyadır. O halde her sabah sağlıklı bir şekilde uykudan uyanmak şükredilmesi gereken mucizevi bir durumdur. Uyku süresi boyunca insan, bilincini ve dışarıyı algılama yeteneklerini kısmen yitirir. "Ölüm benzeri" olarak belirtilen uykudan şuurlu ve bir gün önceki haline kavuşmuş bir şekilde uyanmak, kusursuz bir şekilde görebilmek, duymak ve hissetmek, üzerinde düşünülmesi gereken mucizevi olaylardır. Gece uyumak için yatağına yatan insan bu eşsiz nimetlerin sabah kendisine yeniden verileceğinden emin olamaz. Ayrıca insan herhangi bir felaketle karşılaşmadan veya sağlık sorunu olmaksızın uyanacağından da asla emin olamaz. (Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı: Madde)

5 Aralık 2010 Pazar

En Sert Organik Maddeden Oluşan Dişlerimiz

Yemeği ağzınıza götürmenizle beraber sindirim sistemi harekete geçer. Ağza alınan yiyecek dişler tarafından parçalanır ve öğütülür. Dişler bu işlem için özel olarak tasarlanmışlardır. Bilinen en sert organik madde olan -diş minesi- ile kaplanmışlardır ve aynı zamanda da kimyasal maddelere karşı da çok dayanıklıdırlar.

Her diş görevine uygun bir şekle sahiptir. Örneğin ön dişler keskindir, yiyeceği koparır. Köpek dişleri sivridir, besini yırtar, parçalar. Azı dişleri ise besini öğütebilecek şekilde tasarlanmıştır. Eğer ağzımızdaki dişlerin hepsi aynı cins olsaydı, örneğin 32 köpek dişi veya 32 kesici dişe sahip olsaydık yemek yememiz hemen hemen imkansız hale gelirdi.

Birbirinden bağımsız olan üst ve alt dişler arasında da kusursuz bir uyum vardır. Her iki bölgedeki dişler, çene kemiği kapandığı zaman tam olarak birbirlerinin üzerine oturacak şekilde tasarlanmıştır. Örneğin tek bir azı dişiniz diğer dişlerden daha uzun olsa veya üzerinde fazladan bir çıkıntı bulunsa, ağzınızı kapayamazdınız. Bu durumda konuşma ve yemek yeme gibi çok basit ihtiyaçlarınızı dahi karşılayamaz duruma gelirdiniz.

Yeni doğmuş bebeklerin ağızlarında ise diş yoktur. İlk günlerinde tek besinleri anne sütü olduğu için buna ihtiyaçları da yoktur. Fakat zamanla katı besinlerle beslenme çağı geldikçe, bebeklerin ağızlarındaki yumuşak damağın içinde bazı değişiklikler olur. Burada bulunan bazı hücreler bir sinyal almış gibi aniden kalsiyum depolamaya başlar. Daha sonra bu milyonlarca hücre biraraya gelerek bir düzen içinde, ne yapmaları gerektiğini biliyorcasına üst üste ve yan yana dizilirler. Çok fazla kalsiyum depolayan hücreler bir süre sonra ölürler. İşte bu ölü hücreler dişlerin gövdesini oluşturacaktır.

Milyonlarca hücre önce kalsiyum depolayıp ardından yan yana gelerek büyük bir blok oluşturur. Bu bloğun şeklini de yine bloğu inşa eden hücreler belirlerler. Bu noktada yine büyük bir yaratılış mucizesi görülmektedir. Örneğin alt damakta bulunan hücreler, kendilerinden uzakta bulunan üst damaktaki hücrelerin nasıl bir şekil inşa ettiklerini çok iyi bilirler. Her iki hücre grubu da ürettiği dev bloğu, kendisine karşı gelecek blokla birbirlerine en uygun şekilde üretirler. Böylece çene kemiği kapandığı zaman üst damakta bulunan bir azı dişi ile alt damakta bulunan bir azı dişi birbirlerine en uygun şekilde otururlar. Bu şekilde herhangi bir uyumsuzluk olması insan için rahatsızlık verici durumlar oluşturur. Ancak damağın içinde bulunan hücrelerin gösterdikleri akılalmaz şuur sayesinde 32 kalsiyum bloğu birbirlerine en uygun şekilde inşa edilir.

Hücrelerin şuurlu hareketlerinin ise tek nedeni vardır. Vücuttaki bütün hücrelere olduğu gibi dişleri oluşturan hücrelere de sahip oldukları özellikleri veren üstün güç sahibi Allah'tır.

Bitkilerdeki Serinleme Mekanizması

Bitkilerin sahip oldukları serinleme mekanizmaları olmasaydı, güneş altındaki birkaç saat bile bitkiler için ölümcül olurdu. Bir nevi su mühendisliği olarak nitelendirilebilecek olan bu bitki faaliyetleri Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gösterir.

Aynı yerde bulunan bitki ve bir taş parçası, eşit miktarda güneş enerjisi almalarına rağmen aynı derecede ısınmazlar. Güneş altında kalan her canlıda mutlaka olumsuz bir etki oluşur. Öyleyse bitkilerin sıcaktan minimum derecede etkilenmelerini sağlayan nedir? Bitkiler bunu nasıl başarırlar? Muazzam bir sıcaklıkta, bütün yaz boyunca yaprakları güneşin altında kavrulmasına rağmen, bitkilere neden hiçbir şey olmamaktadır? Ayrıca bitkiler kendi bünyelerindeki ısınmanın haricinde, dışarıdan da ısı alarak dünyadaki ısı dengesini de sağlarlar. Bu ısı tutma işlemini yaparken kendileri de bu sıcağa maruz kalırlar. Peki, gittikçe artan bu sıcaktan etkilenmek yerine, bitkiler nasıl olup da dışarının da ısısını almaya devam edebilmektedirler?

Yapıları itibariyle sürekli güneş altında olan bitkiler, doğal olarak diğer canlılara oranla daha fazla miktarda suya ihtiyaç duyarlar. Bitkiler aynı zamanda yapraklarında oluşan terleme vasıtasıyla da sürekli su kaybederler. Daha önceki bölümlerde de değinildiği gibi, bu su kaybını önlemek için, yaprakların güneşe dönük olan üst yüzleri çoğunlukla "kütiküla" adı verilen bir tür su geçirmez, koruyucu cilayla örtülüdür. Bu sayede yaprakların üst yüzeylerindeki su kaybı önlenmiş olur.

Peki ya alt yüzleri? Bitki bu bölümden de su kaybettiği için, gaz alış-verişini sağlamakla görevli özel deri hücreleri olan gözenekler genellikle yaprağın alt yüzünde bulunurlar. Gözeneklerin açılıp kapanması bitki tarafından karbondioksit alıp oksijen vermeye yetecek, ancak su kaybına yol açmayacak biçimde denetlenecektir.

Bitkilerde Isı Dağıtım Sistemi

Bunların yanı sıra bitkiler ısıyı farklı şekillerde dağıtırlar. Bitkilerde iki önemli ısı dağıtım sistemi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, yaprağın ısısı eğer çevrenin ısısından daha fazlaysa, hava dolaşımının yapraktan dış ortama doğru olmasıdır. Isı naklinden kaynaklanan hava değişimi, sıcak havanın soğuk havadan daha az yoğun olması nedeniyle, havanın yükselmesine dayanır. Bu yüzden yaprakların yüzeyinde ısınan hava yükselir ve yüzeyden ayrılır. Soğuk hava daha yoğun olduğu için yaprağın yüzeyine doğru iner. Böylece sıcaklık azaltılmış ve yaprak serinlemiş olur. Bu işlem yaprağın yüzey ısısı çevredeki ısıdan yüksek olduğu müddetçe devam eder. Çok kuru koşullarda, yani çöllerde dahi bu durum değişmez.

Bitkilerdeki ısı dağıtım sistemlerinden diğeri de yapraklardan su buharı verilerek terlemenin sağlanmasıdır. Bu terleme sayesinde su buharlaşırken bitkinin serinlemesi de sağlanmış olur.

Bu dağıtım sistemleri bitkilerin yaşadıkları ortamın şartlarına uygun olacak şekilde ayarlanmıştır. Her bitki, neye ihtiyacı varsa, o sisteme sahiptir. Son derece karmaşık bir yapısı olan bu sistemin dağılımı tesadüfen gerçekleşmiş olabilir mi? Bu sorunun cevabını verebilmek için çöl bitkilerini ele alalım. Çöllerdeki bitkilerin yaprakları genelde çok kalındır. Suyu buharlaştırmaktan daha çok, muhafaza etme yönünde dizayn edilmişlerdir. Bu bitkiler için ısı dağıtma işlemini buharlaşma ile gerçekleştirmek ölümcül bir sonuç getirecektir. Çünkü çöl ortamında kaybedilen suyun telafisi mümkün değildir. Görüldüğü gibi, bu bitkiler ısılarını her iki yolla da dağıtabilecekken, sadece bu yollardan birini, üstelik de yaşamaları için tek geçerli olan yolu kullanmaktadırlar. Çünkü tasarımları çöl ortamına göre yapılmıştır. Bunun tesadüflerle açıklanması ise mümkün değildir.

Bitkilerde Serinleme Mekanizması

Bitkilerin sahip oldukları bu serinleme mekanizmaları olmasaydı, güneş altındaki birkaç saat bile bitkiler için ölümcül olurdu. Öğle saatlerinde bir dakika kadar direkt olarak alınan güneş ışığı, bir santimetrekarelik yaprak yüzeyinin ısısını 37oC'ye kadar yükseltebilir. Bitki hücreleriyse, bünyelerindeki sıcaklık 50–60oC'ye çıktığında ölmeye başlarlar. Yani bitkinin ölmesi için öğle vakti 3 dakika kadar güneş ışığı alması yeterlidir. İşte bitkiler öldürücü sıcaklıklardan bu iki mekanizma sayesinde korunabilirler. Bitkilerin ısı dağıtımında kullandıkları buharlaşma olayı, aynı zamanda atmosferdeki su buharı dengesi açısından da büyük bir önem taşır. Çünkü bitkilerdeki bu buharlaşma, yüksek miktarlardaki suyun düzenli olarak atmosfere ulaştırılmasını sağlar. Bitkilerin bu faaliyetleri bir nevi su mühendisliği olarak da nitelendirilebilir. 1000 metrekarelik ormanlık bir alandaki ağaçlar 7,5 ton suyu rahatlıkla havaya verebilirler. Bu özellikleriyle bitkiler topraktaki suyu vücutlarından geçirerek atmosfere ulaştıran dev su pompaları gibidirler. Bu son derece önemli bir görevdir. Eğer bu özellikleri olmasaydı, suyun yer ile gök arasındaki çevrimi bugünkü gibi gerçekleşemeyecekti ki bu da yeryüzündeki dengelerin bozulmasına neden olacaktı. (Harun Yahya, Yeşil Mucize Fotosentez)

Dış yüzeyleri odunsu ve kuru bir maddeyle kaplı olmasına rağmen, bitkiler bünyelerinden tonlarca su geçirirler. Bu suyu topraktan alırlar ve ileri teknolojiyle çalıştırdıkları kendi fabrikalarında birtakım yerlerde kullandıktan sonra, aldıkları suyun büyük bir bölümünü arıtılmış su olarak doğaya verirler. Başka bir deyişle trilyonlarca tonluk suyu otomasyon düzenleriyle kontrollü olarak topraktan alıp, arıttıktan sonra kendilerine özgü sistemleriyle doğaya adeta pompalarlar. Bunu yaparken aynı zamanda aldıkları suyun bir kısmını da, besin üretiminde hidrojeni kullanmak amacıyla parçalarlar.

Bizim yapraklardaki terleme ya da ağaçların bulunduğu ortamdaki nemlilik olarak nitelendirdiğimiz olaylar, aslında yeryüzünde yaşamın devamlılığı açısından hayati önem taşıyan bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşir.

Bitkilerin bu işlemlerinde karşımıza çıkan, tek bir parçası çekilip alınsa anında felç olacak ve çalışamayacak mükemmellikte yaratılmış bir sistemin mucizevi yapısıdır. Hiç kuşkusuz ki bu düzeni tasarlayan ve eksiksiz biçimde bitkilere yerleştiren Rahman ve Rahim olan, her türlü yaratmayı bilen Allah'tır.

''O Allah ki, Yaratan'dır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir.'' (Haşr Suresi, 24)

3 Aralık 2010 Cuma

İpekten Hafif Çelikten Dayanıklı: Aerojel

Genel olarak karışmayan iki veya daha fazla katının bileşimlerine kompozit malzeme denir. Doğadaki mekanizmaların çoğu kompozit olarak adlandırılan, bileşik yapılı maddelerden oluşur. Bu karışımın özellikleri, kendini oluşturan maddelerin özelliklerinden çok daha üstündür.

Hepimizin bildiği fiberglas yapay bir kompozittir ve gemi gövdesi, olta değneği, yay ve ok gibi birçok spor malzemesinin yapımında kullanılır. Fiberglas, polimer adı verilen, jölemsi plastik bir maddenin içine karıştırılan cam liflerinden elde edilir. Polimerin sertleşmesi sonucunda oluşan kompozit malzeme hafif, sağlam ve aynı zamanda da esnektir. Karışımda kullanılan liflerin ya da plastik maddenin nitelikleri değiştirilecek olursa, kompozit malzemenin özellikleri de değişir.

Fiberglas tekniği, teknolojide 20. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır, oysa bu malzeme birçok canlıda yaratıldıkları ilk günden beri mevcuttur. Örneğin timsahın derisi de fiberglasa benzer bir malzemedir. Ancak insanlar tarafından üretilen kompozitlerin, canlılarda var olan doğal kompozitlere oranla çok daha kaba ve acemice olduğu tartışmasız bir gerçektir.

İnsan bedeninde ve hayvanlarda kolajen adı verilen ve lifli proteinlerden oluşan kompozit bir malzeme vardır. Canlıların vücudundaki bu kolajen maddesi deriye, bağırsak, kıkırdak, tendon, kemik ve dişlere (diş minesi dışında) sağlam bir yapı kazandırır. Bir araştırmaya göre kolajen, bilinen en ileri yapısal özelliklere sahip kompozit olarak tanımlanmıştır.

Bilim adamları okun, bıçağın ve hatta bazı kurşunların bile işlemediği timsah derisini bu kadar sağlam kılan sebebi yakın zamanda keşfetmişlerdir: Timsahın sırt derisinde özel bir doku bulunmaktadır. Bu dokuya sağlamlığını veren ise, içinde kullanılan kolajen proteini lifleridir. Bu liflerin özelliği dokuların içerisine eklenerek, dokunun yapısını güçlendirmeleridir. Kuşkusuz bu malzeme (kolajen) bunca ayrıntıya ve özelliğe, uzun yıllar sonunda meydana gelen tesadüflerle sahip olmamıştır. Yüce Allah bu maddeyi gerektiği şekilde ve özellikte yaratmıştır.

Bunun gibi doğadaki daha birçok modelden örnekler alınmakta ve çeşitli kompozitler üretilmektedir ancak bunlar doğal kompozitlere oranla çok daha az verimli olabilmektedir.

Tüm bu karşılaştırmalar bizlere üstün bir Yaratıcı olan Allah ' ın yaratmasındaki benzersizlik ve mükemmeliyeti göstermektedir. Allah Kuran ' da şöyle buyurmuştur:

"Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah bağışlayandır." (Nahl Suresi, 17–18)

Ateşi Yalıtan Mucize

Uzay teknolojisinde kullanılan aerojel, silika esaslı bir katı malzemedir. Milyonlarca ufak delikten oluşan yüzeyi süngeri andırmaktadır. %99.8'i havadan oluşmaktadır. Işığı geçirgen ve narin yapısı ona donmuş duman adı verilmesine sebep olmuştur. En gelişmiş fiber-glas yalıtım malzemesinden 39 kat daha fazla yalıtım kabiliyetine sahiptir. Aerojeller bir başka silika (kum) esaslı madde olan camla kıyaslandığında 1000 kat daha az yoğunluğa sahiptir. Bu çok çok ince delikli yapısı nanometrelerle ölçülebilecek büyüklükteki malzemelerin bir ağ etrafında kompozit bir yapıda birleşmelerinden kaynaklanmaktadır. Uzayda dolaşan toz zerrelerini yakalayabilmek amacıyla gönderilecek olan spacedust (uzay tozu) gemisine aerojelden oluşan bir panel eklendi. Uzayda yüksek hızla dolaşan toz zerreleri bu sayede hiçbir hasara uğramadan dünyaya getirilebilecek.

Aerojel, bilinen köpüklerden ve diğer yalıtım maddelerinden çok üstün özelliklere sahiptir. Öyle ki oksijen kaynağıyla direkt verilen ateşi bile yalıtabilmektedir.

Aerojel Nasıl Elde Edilir?

Aerojeller silika esaslı sıvı bir jelin yüksek ısı ve basınç altında daha önceden belirlenmiş kritik bir noktaya kadar kurutulması ile elde ediliyor. NASA' ya ait Jet Propulsion Laboratuvarlarında üretilen aerojeller neredeyse havanın yoğunluğuna yaklaşmış durumda.

Aerojeller üzerinde, masrafları Amerikan hükümeti tarafından karşılanan bir proje yürütülmektedir. Berkeley laboratuvarlarında devam etmekte olan bu projede, aerojelleri günlük kullanıma sunmaya yönelik araştırma faaliyetleri yürütülmektedir. Aerojelin doğaya zarar vermeyen yapısı bu konuda cesaretlendirici bir rol oynamaktadır. Parçalanan bir aerojel parçasından geriye sadece doğada her an bulunabilen %100 doğal bir malzeme kalmaktadır. Kum

Kurşunu Bile Durduran Güç

Aerojellerin kinetik enerjiyi emen yapısı, bu maddenin önümüzdeki yıllarda güvenlik ve yalıtım konularında kullanılacağına dair güçlü sinyaller vermektedir. Geleceğin arabalarında, kazaların etkilerini önleyici aerojelleri görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Yakın bir gelecekte dizüstü bilgisayarlar, elektronik uçak kontrol mekanizmaları gibi değerli malzemelerin yapımında aerojeller önemli yer tutacaktır.

Bugün pek çok bilim adamı doğadaki muhteşem yapının farkına varmış ve doğadaki tasarımları kendine rehber edinmiştir. Bu sayede bundan 50 yıl önce ancak bilim kurgu filmlerinde görülebilecek malzemeler bugün günlük yaşamda yerlerini almaktadırlar. Yüce Rabbimiz yeryüzünü sonsuz sanatının örnekleriyle donatmıştır. Görmesini bilen bir göz için her yer Rabbimiz'in sonsuz aklının, sonsuz bilgisinin delilleri ile doludur. (Harun Yahya, Doğadaki Tasarım)

Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir.

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, herşeye güç yetirendir. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru."(Al-i İmran Suresi,189–191)

Kompozit Yapılar Doğadaki Pek Çok Canlıda Mevcuttur
  1. Balina yağı yüzyıllardır kullanılan bir maddedir. Ancak bu yağın bir ağ gibi birbirine geçen kolajen liflerden oluştuğu yakın zamanda keşfedilebilmiştir.

  2. Süper-dayanıklı jet motorlarının pervaneleri için malzeme geliştirilmesinde, inciyi oluşturan sedefin yapısı taklit edilmektedir. Pek çok yumuşakçanın kabuğunun iç katmanlarındaki sedefin %95 ' i tebeşirdir; fakat sedef tebeşirden 3000 kat daha dayanıklıdır. Sedef bu sağlamlığını kompozit yapısına borçludur. Yapısı incelendiğinde 8 mikron (1 mikron: 10-6 metre) eninde ve 0,5 mikron kalınlığındaki mikroskobik plakaların tabakalar şeklinde düzenlendiği görülür. Bu plakalar kalsiyum karbonatın yoğun ve kristal gibi parlak bir şeklidir.

  3. Örümcek ipliği de sağlamlığını ve esnekliğini kompozit yapısına borçludur. Örümceklerin ürettiği ve çapı bir milimetrenin binde birinden daha küçük olan ipek ipliği, aynı kalınlıktaki çelik telden beş kat daha sağlamdır. Kendi uzunluğunun dört katı kadar esneyebilir. İpek aynı zamanda son derece hafiftir. Bu hafifliği şöyle bir örnekle de tarif edebiliriz. Dünyanın çevresi boyunca uzatılacak bir ipek ipliğinin ağırlığı sadece 320 gram gelir.

  4. Grafit ve karbon liflerden oluşan kompozitler son 25 yılda insanoğlunun gerçekleştirdiği en iyi 10 mühendislik keşfi içinde yer almaktadır. Bununla beraber yeni uçaklar, uzay mekiği parçaları, spor malzemeleri, Formula-1 yarış arabaları ve yelkenliler için hafif yapıda kompozit malzemeler tasarlanmakta ve yeni buluşlar hızla ilerlemektedir.

Hiç Susamasaydınız Neler Olurdu?


Yüce Allah,tüm bedensel ihtiyaçlarımızı mükemmel sistemlerle var etmiştir. Bu sayfada okuyacağınız iki örnek bunun en güzel kanıtlarındandır...

"Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?" (Vakıa Suresi, 68-70)

İnsan besinsiz 1-2 hafta kadar yaşayabildiği halde su içmeksizin 3-4 günden daha fazla yaşayamaz. Yüzde 55 ile 75'i sudan oluşan insan vücudunda, terleme ve solunum benzeri aktivitelerle günde 2-3 litre su kaybedilir. Kaybedilen su, susama duygusunun ardından içilen su ile telafi edilir.

Peki Ya Hiç Susamasaydınız Neler Olurdu?

Su, tüm canlılar için olduğu gibi insanlar için de en önemli yaşam kaynağıdır. Vücut sıcaklığının ayarlanması, besin maddeleri ve oksijenin taşınması, atık maddelerin hücrelerden uzaklaştırılması ve sindirimin kolaylaştırılması gibi insan vücudunda gerçekleşen hemen hemen her fonksiyonda yer alır. Ayrıca organ ve dokuların korunmasını sağlar. Örneğin hücrelerimizi çevreleyen suyun sadece yüzde ikisini kaybettiğimizde yaklaşık %20'lik bir enerji kaybına uğrar ve bitkinleşiriz. Sadece bu bile suyun insan yaşamında ne kadar önemli olduğunu anlamak için yeterlidir. (Harun Yahya, İnsan Mucizesi)

Su Dedektifi Hipotalamus

İnsan vücudu için bu denli önemli olan suyun miktarında gün içinde gerçekleşen en ufak değişimleri dahi algılayan sistemler vardır. Bunların başında, beynimizin bir bezelye tanesi büyüklüğünde olan hipotalamus denen bölümü gelir. Hipotalamus, kanda su oranı azaldığında bunu hemen algılar. Ve buna yönelik bir önlem olarak hipotalamusun hemen altında yer alan 1 cm büyüklüğündeki hipofiz adlı bez, "ADH" isimli bir hormon salgılar.

Bu hormon kan dolaşımı yolu ile uzun bir yolculuğa çıkar ve böbreklere ulaşır. Böbreklerde aynen bir kilidin bir anahtara uygunluğu gibi tam bu hormona uygun özel alıcılar vardır. Hormonlar bu alıcılara ulaştıkları anda böbreklerde hemen su tasarrufu düzenine geçilir ve su atılımı çok az bir düzeye indirilir.

Eğer hipofiz hormonu ve bu hormonun getirdiği "su tüketimini azaltın" emrini anlayıp uygulayan böbrek hücreleri olmasaydı, susuzluktan ölmemek için günde 15-20 litre su içmek zorunda kalırdık. Bu suyu sürekli olarak da dışarı atmamız gerekeceğinden, uyumamız veya bir yerde uzun süre oturmamız mümkün olmazdı.

Susama Hissi

Hipotalamus, hipofiz ve ADH'nin oluşturduğu bu mükemmel sistemin eksiksiz çalışması hayatta kalmamız için yeterli değildir. Bizim su içmemiz -dahası ne kadar su içmemiz- gerektiğini bilmemiz gerekir. Allah bunun için insanı susama hissi ile birlikte yaratmıştır. Vücudumuzda herşeyin eksiksiz olduğunu ama sadece susamadığımızı varsayalım. Doğduktan çok kısa bir süre sonra susuz kalıp ölürdük. Susama hissimiz olmadığı için neden krize girip ölüme doğru gittiğimizi de anlamazdık. Oysa bir insan, doğduğu andan itibaren su içmesi gerektiğini üstelik ne kadar içmesi gerektiğini bilir, çünkü tam gerektiği oranda susarız. Kusursuz olarak yaratılmış olan bu hayati sistem sayesinde vücudumuzdaki su dengesi korunmuş olur.

Tüm bunların yanında vücudun bu isteğine uygun olarak yaratılan su da, Allah'ın sonsuz yaratışının delillerinden sadece bir tanesidir.

Uykunun Hafıza Üzerindeki Mucizevi Etkisi

Allah uykuyu insanlar için birçok hikmetle özel olarak yaratmıştır.

Nitekim, Yüce Allah Kuran'da bu durumu şu şekilde bildirmektedir: "O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır." (Furkan Suresi, 47)

Çok iyi bilinen bir yerin, bir kişinin adının ya da bir tarihin ilk anda akla gelmemesi hemen her insanın karşılaştığı bir durumdur. Bazen ne kadar düşünseniz de, hiçbir şekilde unuttuğunuz isim aklınıza gelmez, başka şeylerle uğraşmaya başlarsınız ve birden sorunuzun cevabı aklınıza gelir.

İnsan Zihninin Sırları

Unutulan birşeyin aniden hatırlanması, sanki uzun süredir kayıp olan bir görüntünün geri gelmesi için arşivciden talepte bulunmaya benzer. Bilim, insan zihninin sırlarını keşfettikçe, insan hafızasının ne kadar geniş bir kapasiteye sahip olduğu da daha iyi anlaşılıyor. Her algının bir ömür boyu saklandığını düşünecek olursak insan hafızasının depolama kapasitesinin ne denli büyük olduğu da açığa çıkacaktır. Bilim adamları bu mucizevi sistemleri -kısmen de olsa- keşfetmeye başlamışlardır.

Siz uykudayken, zihniniz gün içindeki görüntüleri kalıcı depoya yığmakla meşguldür. Bu yüzden, bilim adamlarının da belirttiği gibi uyku, zaman kaybı değil önemli bir süreçtir.

Dünyanın önde gelen bilimsel yayınlarından biri olan Science News'ta yayımlanan bir araştırmaya göre, iyi uyunan bir gecenin ardından bazı şeyler daha iyi hatırlanıyor. Buna göre; siz uyurken hafıza adeta uyumadan önce öğrenilen bilgileri depolamakla meşgul oluyor. Hafızanın sırlarının yavaş yavaş aydınlandığı günümüzde, uykunun pasif bir dinlenme olmadığı, vücut içinde gerçekleşen yalnızca onarım ve yenilenme aktiviteleriyle değil yoğun zihinsel aktivitelerin varlığı ile de kanıtlanıyor.

Uyku ve Hafıza Arasındaki İlişki

McNill Üniversitesi nörobiyologları tarafından öğrenciler üzerinde yapılan deneylerde yeni bir konu öğrenildikten hemen sonra uyuyan grubun daha iyi performans gösterdiği ispatlanmıştır. Nature dergisindeki bu konuda bir makalesi yer alan Karim Nader'e göre hafıza statik değildir ve tekrar tekrar saklanabilir (Karim Nader, "Neuroscience: Re-recording human memories," Nature 425, 571 - 572 (09 October 2003); doi:10.1038/425571a.) . Nader makalesinde sözlerine Fenn'den aldığı bir alıntıyla şöyle devam ediyor: "Eğitimin hemen ardından yapılan tanımlama performansta önemli bir gelişmeye işaret etmektedir, ama elde edilen bu ilerleme gün içinde azalmakta, uykunun ardından ise eski haline gelmektedir. Yani uyku gün içinde herhangi bir zamanda iyi bir şekilde öğrenilen bilgilerin akılda kalkmasına yardımcı oluyor. Performansın düzelmesi bize genel bilgilerle birlikte verilen sunum ve haritalandırmanın da uyku sırasında arıtılıp sağlamlaştırıldığını göstermektedir (Fenn et al., "Consolidation during sleep of perceptual learning of spoken language," Nature 425, 614 - 616 (09 October 2003); doi:10.1038/nature01951.) ."

Bilgisayar Ağlarında Kullanılan Benzer Prensip

Araştırmacı Walker, insan hafızası ve uyku arasındaki ilişki ile ilgili olarak şunları eklemektedir: "Uyuyarak yeniden harekete geçmek daha önceden pekiştirilen hafızayı tekrardan pekiştirmek gereken bir duruma sokabilir (Walker et al., "Dissociable stages of human memory consolidation and reconsolidation," Nature 425, 616 - 620 (09 October 2003); doi:10.1038/nature01930.) ."

Günümüzde bilgisayar ağlarında da insan zihnindekine benzer bir prensip kullanılıyor. Gelişmiş bilgisayar ağları artık bilgileri tek yerde yedeklemiyorlar. Bunun yerine biraraya getirilmiş kaynak disk ve teyplerinden oluşturulmuş saklama alanı ağlarını (SAN -Storage Area Network) kullanıyorlar. Bunlar aktif olarak görüntüyü yedekleyen akıllı yazılımlar tarafından yapılıyor. Bir görüntü hemen yedeklenebiliyor ama kalıcı saklama yerine sonradan gönderiliyor; mesela gece bilgisayarlar uyurken.

2 Aralık 2010 Perşembe

Taş Devri Hiç Yaşanmadı: Chauvet Mağarasındaki Olağanüstü Resimler


Chauvet Mağarası 1994 yılında keşfedildi ve bulunan resimler, bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. Bundan önce Ardeche'deki sanat eserleri, Lascaux'daki 20 bin yıllık resimler ya da İspanya Altamira'daki 17 bin yıllık eserler de ilgi çekmişti ama Chauvet'deki eserler çok daha eski bir zamana aitti. (evrimbilim.com)

Karbon-14 yöntemiyle yapılan tarihlendirme çalışmaları sonucunda, bu resimlerin yaklaşık 35 bin yıllık olduğu ortaya çıktı. National Geographic dergisinde Chauvet'deki eserlerle ilgili şu yorum yapılmaktaydı:

"Mağaranın ilk fotoğrafları uzmanlar kadar kamuoyunu da büyüledi. On yıllar boyunca akademisyenler sanatın ilkel çizimlerden canlı, natüralist resimlere doğru kademeli olarak ilerlediği kuramını ortaya koymuşlardı... Daha ünlü mağaralarda yer alan resimlerin yaklaşık iki katı yaşında olan Chauvet'deki resimler, sadece tarih öncesine ait sanatın bulunduğu en yüksek noktayı değil, aynı zamanda sanatın bilinen en eski başlangıcını temsil ediyordu."

Chauvet Mağarası'ndaki "Atlar Paneli", yaklaşık 6 metre uzunluğunda bir duvar tablosudur. Saldırı halindeki gergedanlar, gür yeleli atlar, bizonlar, aslanlar ve uzun boynuzlu bir tür sığır sürüsünün resmedildiği bu tablo, hayranlık uyandırıcı bir estetiğe sahiptir. Evrimcilerin ilkel çizimler bekledikleri bir dönemde sanatın bu derece gelişmiş olması, Darwinist iddialara göre açıklanması mümkün olmayan bir durumdur.