A9 TV Canlı Yayın

29 Ekim 2010 Cuma

Büyük Kedilerin Sosyal Yaşamları

Neden her leoparın ve jaguarın postundaki desen birbirinden farklıdır?
Büyük kedilerin postları yazın nasıl bir avantaj sağlar?
Özel bıyıkları karanlıkta hareket etmelerini nasıl kolaylaştırır?
Kedilerin kuyruklarının işlevi nedir?

"Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır." (Casiye Suresi, 4) ayetiyle bildirildiği üzere Yüce Allah, yeryüzünde var olan tüm canlıları duyu organlarından korunmalarına, beslenme şekillerinden kamuflajlarına kadar birçok üstün özellikle yaratmıştır. Doğadaki en vahşi canlılar olarak tanımlanan kedigiller de bu canlılardandır.

Büyük kedilerin en önemli özelliklerinden biri, fiziksel özelliklerinin ve davranışlarının birbirleriyle ve yaşadıkları ortamla tam bir uyum içerisinde yaratılmış olmasıdır. Hiç şüphesiz, muhteşem özelliklere sahip olan büyük kediler, Rabbimiz'in şanını gerektiği gibi tanıyıp takdir etmeye vesile olacak yaratılış delillerinden sadece birkaçıdır. Rabbimiz’in uyumlu yaratma sanatı Kuran’da şöyle haber verilmiştir:

"O, biri diğeriyle 'tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi, 3-4)

Duyu Organları Büyük Kedilere Nasıl Bir Üstünlük Sağlar?

Görme Duyusu: Kedilerin görme duyusu çok komplekstir. Bu sayede geceleri avlanırken avlarının yerini kolayca tespit edebilirler. Kedilerin gözlerinde az ışığa adapte olmak için retinanın arkasında tapetum lucidum adında özel bir tabaka bulunur. Bu özel hücre tabakası, göze gelen ışığı alıp büyüterek retinaya yansıtır. Aynı zamanda kornea ve merceğin kıvrımları, retinanın duyarlılığını artıracak şekilde daha keskindir.

Retina, rod ve kon adı verilen hücrelerden oluşur. Rodlar az ışığa, konlardan daha duyarlıdır. Kedilerde normalden fazla sayıda rod vardır. Kedilerin gözleri birbirine diğer türlere kıyasla daha yakındır bu da onların görme gücünü artırır.

İşitme Duyusu: Kediler 200 kHz ile 100 kHz değerleri arasındaki sesleri duyabilirler. Bu da onların çok küçük sesleri dahi duyabilmeleri anlamına gelir; örneğin bir farenin ayak seslerini. Hassas kulakları aynı zamanda sesin kaynağını da tam olarak tespit edebilmelerini sağlar.

Koklama Duyusu: Kediler ağızlarının hemen üzerinde vomeronasal organ adı verilen bir yapıyla havadaki kimyasalları belirlerler. Bunu flemen duruşu denilen yüz buruşturmaya benzer bir şekilde ağızlarını açarak yaparlar. Kediler, bu teknikle genelde kendi türlerinden olan başka bir kedinin kokusunu belirlerler.

Postun İşlevi Nedir?

Kedilerin postlarının iki önemli işlevi vardır. Birincisi hayvanı soğuk, sıcak gibi çevresel etkilerden korur. İkincisi ise kamuflaj görevi görerek diğer hayvanlardan gizlenmelerini sağlar. Yalnızca soğuk bölgelerde yaşayan değil çölde yaşayan kedilerin de yerdeki ısıyı izole eden uzun postları vardır.

Kediler Özel Bıyıkları ile Yollarını Nasıl Bulurlar?

Kedilerin, “vibrissae” olarak da bilinen ve çoğunlukla yüzlerinde ve gözlerinin üzerinde bulunan bıyıkları çok hassastır. Bu hassas bıyıklar, karanlıkta veya iyi göremediklerinde yollarını bulmalarını sağlar. Kediler bunlarla havadaki titreşimleri hissederler. Bunun için bazen ayaklarındaki tüyleri de kullanarak yerden gelen titreşimleri hissederler.

Gırtlak Yapıları… Büyük kedilerin gırtlağı, çoğu yeri kemik yerine kıkırdak olduğu için daha esnektir. Bu sayede kükreyebilirler.

Omurga Kemikleri… Tüm kedilerin omurga kemikleri çok esnektir. Bu nedenle her yönde kıvrılabilirler. Bu, düştüklerinde iç organlarının daha az zarar görmesini sağlar.

En Sosyal Büyük Kedi: Aslan

Sosyal gruplar halinde yaşayan aslanlar 'en sosyal büyük kedi' olarak tanımlanır. Onların bu sosyal gruplarına ise "pride" adı verilir. Bir pride içinde çoğunluğu dişi olan yaklaşık 30-40 kadar aslan bulunur. Yani aslanlar büyük aileler halinde yaşarlar. Diğer sosyal hayvanların aksine dişiler arasında hiyerarşi yoktur.

Gündüzleri genellikle, hep birlikte uyuyan aslanlar, havanın serinlediği saatlerde ise avlanma hazırlıklarına başlar. Her biri tek tek, ava farklı yönden yaklaşır. Avlanmayı genellikle yelesiz oluşlarıyla ayırt edilebilen dişiler yapar.

Hiçbir aslan tok olunca avlanmaz ve aynı anda birden fazla hayvan avlamaz. Yani bu tok gözlü hayvanlar, sadece gerektiği zaman ve yeterince avlanırlar.

Mükemmel bir gece görüşüne sahip olan aslanlar, bu sayede geceleri rahatlıkla avlarını görebilirler. Karanlıkta dolaşan aslanların ışığı mümkün olduğu kadar fazla toplayabilmeleri için gözlerinde özel bir sistem vardır. Diğer canlılara göre daha büyük olan gözbebekleri ve göz mercekleri aslanları iyi birer avcı yapan en önemli özelliklerdendir.

Aslanlar iletişim için işaret bırakma yöntemini kullanırlar. Topraklarının sınırlarını üre bırakarak belirlerler. Bu diğer aslanlara karşı “Burada başka bir pride yaşıyor, girmeyin! ' anlamında bir uyarıdır.

Güney Amerika’da Yaşayan Tek Büyük Kedi Türü: Jaguar

Genelde leoparlarla karıştırılsalar da onları ayırt etmenin en iyi yolu; postlarındaki yonca şeklinin merkezinde bir siyah noktacığın bulunması ve daha kısa olan kuyruklarıdır.

Ormanda yaşayan jaguarların postu daha koyu renklidir. Bu onlara ışığın süzülerek geldiği loş ormanda avlanırken daha iyi kamufle olma imkanı tanır.

Diğer büyük kedilerin aksine jaguarın hiç düşmanı yoktur. Bu güçlü kediyi avlamaya çalışan başka bir hayvan bulunmaz.

Çok iyi yüzücü oldukları gibi çok da iyi tırmanıcıdırlar. Usta bir balıkçı olan jaguarlar, karada avladıkları hayvanları ağaçlara çıkıp yerler.

Diğer büyük kedilere kıyasla çok güçlü bir çeneye sahip olan jaguar, avını tek bir ısırıkta avlayabilir.

Leoparların Desenleri Birbirinden Farklıdır

Afrika ve Güneydoğu Asya'da yaşayan leoparlar postlarındaki özel desenden kolayca tanınırlar. Yalnız bu özel desen, yeryüzündeki her leopar için farklıdır.

Postlarının rengi yaşadıkları yere göre değişiklik gösterir. Düzlüklerde altın rengi ile sarı arasında, çölde sarı krem rengi arasında değişir. Dağlık ve ormanlık bölgelerde ise koyu altın renginde olurlar. Siyah olanları ise kara panter olarak bilinir.

Son derece güçlü boyun kaslarına sahip olan leopar, kendi vücut ağırlığının 3 katı ağırlığında bir avı taşıyabilir. Avlarını da tıpkı jaguarlar gibi ağaçta yerler.

Genellikle yalnızdırlar fakat bulundukları toprağı sahiplenirler.

En Güçlü Kedi: Puma

Puma, en saldırgan kedi türlerinden biri olarak bilinir. Oturdukları yerden 12 metre yükseğe kadar sıçrayabilen pumalar ağaca tırmanma uzmanıdırlar.

Kendi ağırlıklarının 8-9 katı bir hayvanla kolaylıkla mücadele edebilen pumalar, dünyanın en kuvvetli kedisi olarak kabul edilirler.

Doğduklarında mavi olan gözleri giderek sarı-yeşile döner. Diğer kedi türleri gibi kükreyemezler.

Dünyanın En Hızlı Koşan Kara Hayvanı: Çita

Çitalar, kısa mesafeleri çok büyük bir hızla aşabilirler. Saniyeler süren bir zaman içinde hızlarını 72 km.'ye kadar çıkarabilirler. Bazı çıtalar 600 m.'den daha uzunca bir mesafeyi saatte 113 km. gibi inanılmaz bir hızla aşabilmektedirler.

Kaplanlar

Asya'da yaşayan kaplanlar, postlarının üzerindeki yatay kesik çizgilerle diğer büyük kedilerden kolayca ayırt edilirler. Bu desenler, tıpkı insanlardaki parmak izleri gibi yeryüzündeki her bir kaplanda farklıdır ve vücutlarının her iki yanında bulunur.

Yalnız avlanırlar ancak avı aileleri ile birlikte yerler.
Kaplanın postundaki çizgiler özellikle çimenlik bölgelerde, çimenlerin yere düşen gölgesi gibi görünerek avına karşı bir kamuflaj görevi görür.

Kuyrukları, hızla koştuklarında bir denge unsurudur.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Devasa Ateş Topu Güneş

Dev bir nükleer reaktör olan Güneş'in içindeki reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. İnsan hayatının devamı için temel kaynak olan Güneş'te meydana gelen bu reaksiyonlarda oluşabilecek en ufak bir sapma Güneş'in sönmesine ya da birkaç saniye içinde havaya uçmasına neden olacaktır. Böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi Güneş'teki bu işlemlerin mucizevi bir hassasiyetle tasarlanmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Güneş'i ve Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengede saklıdır. Güneş büyük çekim gücü ile tüm gezegenleri çeker, gezegenlerin dönmesinden kaynaklanan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimin etkisi azalır ve muhteşem bir denge oluşur. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Ama bunların hiçbiri olmaz ve tüm gezegenler kendi yörüngelerinde yol alırlar. Çünkü Allah'ın ayette bildirdiği gibi,

"Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler." (Yasin Suresi, 40)
Güneş'teki Muhteşem Denge

Güneş, dev bir nükleer reaktördür. Güneş'in içinde sürekli olarak hidrojen atomları helyuma dönüştürülür ve bu işlemler neticesinde ısı ve ışık açığa çıkar. Güneş'teki bu nükleer reaksiyon, insan hayatı için zorunludur. Dünya�ya ulaşan ısı ve ışığın açığa çıkması içinse dört hidrojenin birleşip bir hidrojene dönüşmesi gerekir.
Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem, dört hidrojenin birleşmesiyle bir helyum elementinin oluşmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)
Ancak, dört hidrojen atomunun biraraya gelip bir anda helyuma dönüşmesi mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir ve bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana gelir. Bu ara formüle "dötron" adı verilir. Sonra da iki dötronun birleşmesiyle bir helyum çekirdeği oluşur.

En Güçlü Nükleer Kuvvet

Şimdi asıl soruyu sorabiliriz. Peki, iki ayrı atom çekirdeğini birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvete "güçlü nükleer kuvvet" denir. Güçlü nükleer kuvvet, evrendeki en büyük nükleer kuvvettir. Bu kuvvet yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu güç sayesinde iki hidrojen çekirdeği birbirine yapışabilmektedir.

Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmak için tam gereken miktardadır. Güçlü nükleer kuvvet eğer şu anda sahip olduğu değerinden biraz bile daha zayıf olsaydı, iki hidrojen çekirdeği birleşemezdi. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini iter, böylece Güneş'teki nükleer reaksiyon başlamadan biterdi. Yani Güneş hiç var olmazdı. Ünlü bilimadamı George Greenstein, bu gerçeği "eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı" diye açıklar.

Güneş'teki Dengeli Reaksiyon

Peki acaba güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olurdu? O zaman da bir proton ve bir nötrondan oluşan dötron değil, iki protonlu di-proton meydana gelirdi. Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelirdi. Bu öyle bir yakıt olurdu ki, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçardı. Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğar birkaç saniye içinde kömür haline gelirdi. Ama yüce Yaratıcımız olan Allah'ın rahmeti sayesinde güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gereken düzeydedir ve Güneş dengeli bir reaksiyon gerçekleştirir yani "yavaş yavaş" yanar.

Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir sapma olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Allah, Güneş'i insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır ve bunu Kuran'daki "Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) ifadesiyle bizlere bildirmiştir.

Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen tek güç alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratmış sonra da ona belli bir düzen vermiştir. Evrendeki cisimlerin mucizevi dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gösteren delillerden biridir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, "Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da, O'nun ayetlerindendir".(Rum Suresi, 25)

Şelalerin Arkasında Yaşayan Bulut Kırlangıçları

Güney Amerika'da yaşayan bulut kırlangıçları yuvalarını şelalelerin arkasındaki kayalıklarda kurarlar. Ancak şelalenin arkasına geçmek bir kuş için neredeyse imkansızdır. Örneğin yırtıcı kuşlar, balıkçıllar, martı veya karga gibi kuşlar şelaleyi yararak arka tarafına geçemezler. Aslında, hızla akan tonlarca suyun içinden geçmeye çalışan bir kuşun havada parçalanması beklenir. Ancak, bu kırlangıçlar çok küçüktürler ve o kadar hızlı uçarlar ki, şelaleyi bir ok gibi keserek arka tarafına geçebilirler. Burası, bu kuşlar ve yumurtaları için son derece güvenlikli bir yerdir, çünkü onlardan başka hiçbir canlı şelalenin arka tarafına geçmeye çalışmaz. Ancak bu kırlangıçların yuvaları için malzeme toplama konusunda bir sorunları vardır. Ayakları o kadar küçüktür ki, diğer kuşlar gibi yere konup ayakları ile malzemeleri kavrayamazlar. Kırlangıçlar bunun yerine havada uçan tüy, kuru ot gibi bazı malzemeleri yakalarlar ve bunları yapışkan salyaları ile kayaların üzerine yapıştırırlar. Bulut kırlangıçları da diğer tüm varlıklar gibi Allah'ın ilhamıyla hareket ederler. Allah tüm yarattıklarını kollayıp, gözetleyendir.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Koalaya Tıbbi Bilimleri Kim Öğretti ?

Avustralya'da Okaliptüs ağacının 600'den fazla türü olmasına karşı, koalalar bunların sadece 35 kadarını kullanırlar. Okaliptüs ağacı bir koala için yalnız barınak değil, aynı zamanda önemli bir besin kaynağıdır. Hatta okaliptüs yapraklarının koalanın yegane gıdası olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Okaliptüs yaprakları koalalar için hem bir besin hem de iyi bir ilaçtır:

Okaliptüs yaprakları bir dizi tıbbi etkiye sahiptir. Yapraklar eterik yağ içeririler. Bu yağ birçok hayvan için öldürücü nitelik taşıyan kimyasallar taşır. Buna karşın koalanın karaciğeri bu maddenin zehrini tesirsiz hale getirir. Koalaların sahip oldukları karakteristik kokunun da kaynağı bu yağdır. Tüm vücuda sürülen yağın bir kısmı uçmakta bir kısmı ise vücut içine girmektedir. Böylece hayvanın vücuduna musallat olan parazit haşereler kürk içerisinden yere dökülür. Fakat Koalanın şaşırtıcı özellikleri bu kadarla kalmaz. Eğer vücut sıcaklığını düzenlemesi gerekiyorsa o zamanda bitkinin hangi yapraklarını tercih etmesi gerektiğini biliyormuşçasına hareket eder: Vücut sıcaklığı düşükse, yani üşüyorsa o zaman "phellandren" yağı içeren yaprağı; bunun tersinde ise ateşi varsa "cineol" içeriği yüksek yaprakları çiğ- neyerek vücudunun serinlemesini sağlar. Bunun dışında okaliptüs yapraklarında bulunan diğer yağlarda kan basıncını düşürür ve kaslarının dinlenmesine neden olur. 1 Okaliptüs yapraklarının barındırdığı kimyasal maddeler ağaçtan ağaca değiş- mektedir. Hatta bir okaliptüs ağacında, iki farklı tipte yaprak mevcuttur. Koala bir tıbbi eğitim almış olamayacağına göre, İhtiyacı duyduğu maddenin, hangi tür okaliptüs ağacında olduğunu nasıl anlayabilmektedir?

[1] http://www.enchantedlearning.com/subjects/ sharks/species/Greatwhite.shtml


Tünel mühendisi Köstebek

Ördek köstebeği olarak adlandırılan Ornitorenkler'in ilginç özelliklerinden biri dişilerinin 7.5-10.5 m. uzunluğunda, dönemeçli yuvalar kazmalarıdır. Hayvan tünelin ucuna bir yuva odacığı kazar ve bu bölmeyi öncelikle ıslak ot ve yapraklarla astarlar. Dişi, ot ve yaprak yığınlarını kuyruğu ile taşır. Islak otlar yumuşak kabuklu yumurtaların kurumasını engellemeye yarayacaktır. Çiftleştikten iki hafta sonra, dişi Ornitorenk yumurtlamak için yuvaya çekilirken, tünele yer yer toprak engeller yapar. Kalınlığı 20 cm. kadar olan bu engelleri kuyruğuyla bastırarak sağlamlaştırır. 7 ila 10 gün süren kuluçka döneminde yuvasından ender çıkar; her çıkışında toprak engelleri yeniden yapar. Bu engeller Ornitorenkler için bir savunma aracıdır.

Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.173-174


22 Ekim 2010 Cuma

Dünya'nın En Kuvvetli Yapıştırıcısı

Nehirlerde, su kaynaklarında ve su kanallarında yaşayan Caulobacter crescentus isimli tatlı su bakterisi, bulunduğu yerde kalabilmek için doğadaki en kuvvetli yapıştırıcıyı kullanır.
Bakterinin tutunmak için salgıladığı yapışkan sıvı, en güçlü endüstriyel yapıştırıcılardan dahi üç kat güçlüdür.




Caulobacter crescentus isimli tatlı su bakterisi,Bilim adamları bu bakterilerden birini yapıştığı yerden ayırabilmek için 1 mikronewtonluk bir kuvvet uygulanması gerektiğini buldular. Bakterinin bu yapışma kuvveti, YTL büyüklüğündeki bir bozuk paranın üstüne üç ya da dört araba koyulduğunda elde edilen etkiye eşdeğerdir. Çok daha şaşırtıcı olan ise bu yapışkanın ıslak zeminlerde bile etkili olmasıdır.(1)

Indiana Bloomington Üniversitesi’nde bu bakteri üzerine araştırmalar yapan bakteriyolog Yves Brun, “bu yapıştırıcı kendiliğinden eriyebilen cerrahi yapıştırıcı olarak kullanılabilir.”(2) diyor.

Bilim adamları şimdi, Allah'ın doğada yarattığı bu mucizevi yapıştırıcıyı inceleyip ondan aldıkları ilhamla geliştirilecek yeni yapıştırıcıları nasıl kullanabileceklerini düşünüyorlar. Yves Brun de yapışkanın ameliyatlarda yaraları kapatmada ya da dişçilikte geniş bir kullanım alanı bulacağı görüşünde.

Bu bakteri kendisini kayalara ve cam pipetlerin iç yüzeylerine ince uzun sapından yapıştırıyor. Bakterinin sapında, üzeri zincir şeklindeki şeker molekülleri ile kaplı bir tutunma aleti var. Bakterinin kuvvetli bir şekilde yapışmasını bu şeker moleküller sağlıyor. Caulobacter her türde zemine yapışmak için özel bir vantuzlu tutunma aleti ile yaratılmış.

Bilim adamları şimdi bu yapıştırıcıyı üretebilmek için çalışıyorlar. Bunu yaparken hiçbir yere değmemesine dikkat etmeleri gerekiyor, çünkü yapıştırıcı tazyikli sudan bile etkilenmediği için, yıkayarak temizlemek mümkün olmuyor.

Bakteride bulunan bu yapıştırıcıyı taklit etme girişimi, bugün evrim teorisini savunan bilim adamları için de çok büyük bir hezimet anlamına gelir. Çünkü, sözde evrim basamağının en gelişmiş canlısı olarak kabul ettikleri insanın, sözde en basit yapılı canlılardan biri olarak kabul ettikleri bakteriyi taklit etmeye çalışması; ondan ilham alması evrimciler açısından kabul edilemez bir durumdur.


Birçok kabuklu deniz canlısı yaşamaları için ihtiyaç duydukları doğal yapıştırıcıyı üretecek biçimde yaratılmıştır. Bu yapıştırıcılar bazen resimdeki midyenin sadece altı noktadan kendisini asmasını sağlayacak kadar güçlü olabilmektedir. Ancak midyenin yapıştırıcısı bile tatlı su bakterisininkinin yanında oldukça zayıf kalmaktadır.



Evrim teorisini savunanlar, aslında bu canlıların basit bir yapılarının olmadığını çok iyi bilirler. Bu nedenle, söz konusu mükemmel canlıların özelliklerine değinirken, sahip oldukları mekanizmaları açıklamaya çalışırken sürekli olarak bir çıkmaz ve tereddüt içindedirler. Mikroskobik bir canlının varlığını açıklamaktan aciz olan evrim gibi bir teorinin karşılaşmaktan çekindiği en büyük gerçeklerden biri işte budur. 21. yüzyılın gelişen bilim ve teknolojisi evrim teorisi yalanını bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Bu canlılarda karşılaştığımız her özellik, Allah'ın gözle görünmeyen bir canlıda nasıl kusursuz bir sanat meydana getirdiğini keşfedebilmek ve bunu takdir edebilmek için bir yol olacaktır.

Darwinistler: ''Tekrar özür diliyoruz, Ardi konusunda da yanılmışız''



Darwinistler, 150 yıl boyunca sürekli olarak insanlardan özür dilemek zorunda kaldılar; “pardon sahteymiş” dediler, “yanlışlık olmuş, insan değil domuz dişiymiş” dediler, “kusura bakmayın; güveler ağaç kabuklarına kasten yapıştırılmış”, “kafatası eyelenmiş,” “dinozora elle tüy eklenmiş”, “meğer bu canlı hala yaşıyormuş ve ara fosil değilmiş,” “ilk atmosfer böyle değilmiş...” dediler. “Embriyolar böyle değilmiş, çizimler sahteymiş” dediler. “İnsanın atası demiştik ama meğer sıradan bir maymunmuş” dediler. Sürekli özür dilediler ve tüm iddialarını geri aldılar. Fosilleri alelacele müzelerden çıkardılar. Dergilerinin bir sayısında ara fosil ilan ederken ikinci sayısında özür dilediler. Bu, günümüze kadar aynı şekilde devam etti.

Bunun sebebi şudur: DARWİNİZM YALNIZCA SAPKIN BİR İDEOLOJİDİR, BİLİMSELLİKLE HİÇBİR İLGİSİ YOKTUR. TEK BİR BİLİMSEL DELİLLE BİLE DESTEKLENMEMİŞTİR. İşte bu yüzden Darwinistler sürekli olarak sahte delil üretirler. Sahtekarlığın ömrü ise elbette çok kısadır.

Sahtekarlık ortaya çıkınca Darwinistler de kamuoyunun karşısına çıkıp özür dilemek zorunda kalırlar. Piltdown Adamı, Nebraska Adamı, Sanayi Devrimi kelebekleri, Haeckel’in embriyo çizimleri, Coelacanth, Lucy, Archaeoraptor, atın evrimi serisi, insanın hayali evrimine delil gösterilmeye çalışılan kafatasları, Archaeopteryx ve son olarak Ida gelmiş geçmiş en büyük sahtekarlık örnekleri olarak tarihe geçmiştir. Tüm dünyada adeta bir şov şeklinde sunulan Ida, bunun son örneği olmuş, “insanın hayali atası” denilerek hakkında belgesel filmler çekilen, basın toplantıları düzenlenen ve dünyanın en tanınmış TV kanallarından birinde “hayali evrime en büyük delil” olarak tanıtılan bu fosilin, sıradan bir lemur fosilinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. Darwinistler, başlattıkları büyük yaygaranın sonrasında ise her zamanki gibi özür dilemek zorunda kalmışlardır. (Konu hakkında detaylı bilgiyi buradan okuyabilirsiniz.)


Şimdilerde ise ARDİ, BU SAHTE YAYGARANIN YENİ BİR PARÇASIDIR. Darwinistler, sıradan bir maymun fosilini almış ve onun tamamen parçalanmış, hatta milimetrik parçaları da ufalanmakta olan leğen kemiğini “dik yürüyebilecek şekilde” yeni baştan inşa etmişlerdir. Zaten söz konusu fosilin hayali insanın evrimi senaryosuna en büyük aday olarak seçilmesinin tek sebebi, leğen kemiğinin Darwinist bilim adamları tarafından yeniden ve “istedikleri gibi” inşa ediliyor olmasıdır. Darwinistler tarafından Darwinizm adına gereken yapılmış ve Ardi, tüm dünyaya pervasızca, “dik yürüyen maymun” adı altında tanıtılmıştır. Hiç çekinmeksizin, insanın hayali evriminin en büyük delili olarak sunulmuştur. Fakat bu yaygara da diğerleri gibi çok uzun ömürlü olmamış, Darwinist sahtekarlık, kısa süre içinde ortaya çıkarılmıştır. Hem de doğrudan Darwinist bilim adamlarının açıklamalarıyla.



Şimdi ise sıra, ARDİ KONUSUNDA ÖZÜR DİLEMEYE GELMİŞTİR.

Long Island, Stony Brook Üniversitesi Tıp Merkezi’nde anatomik bilimler bölümü şefi olan Darwinist William Jungers, Ardi hakkındaki “insanın atası” iddialarıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:


Bu kişilerin (Ardi hakkında) söyledikleri şeylerin bazılarının yalnızca etki uyandırmak için olabileceğini düşünüyorum.1

Ardi üzerinde incelemeler yapan ve Ardi’nin insanın hayali evriminde kayıp halka olduğunu öne süren California Üniversitesi’nden Darwinist Tim White ve çalışma arkadaşları da şu itirafı yapmak zorunda kalmışlardır:

Ardipithecus ramidus’un (Ardi), Australopitecusların atası olduğu çıkarımını yeterli derecede haklı çıkaracak, görünürde hiçbir özellik bulunmamaktadır.2

Tamamen bir kırıntı yığını şeklindeki leğen kemiği ve çevresinin, yalnızca Darwinist bilim adamlarının yorumlarına göre yeniden yapılandırıldığı gerçeği de, yine Darwinist bilim adamları tarafından açıkça ifade edilmiştir. Jungers, bu konu hakkında şunları söylemektedir:

Belki de parçalar güzel bir şekilde bir araya getirilmiştir, ama gerçek şu ki oldukça hasarlı bir örnek üzerinde çalışmaya başladılar ve Australopitecine’lere (Lucy’nin dahil edildiği hayali bir insansı grubu) oldukça benzer bir şey ile bitirdiler. Eğer elinizde imkan varsa, bu parçaları, zihninizde olan şeye benzetmeme ihtimaliniz oldukça zor... Ardi, oldukça fazla tahmin gerektiriyor.3

Jungers, fosili inceledikten sonra ise, “elde edilen veriler kasıtlı olarak ihmal edilmediği veya bunlar tamamen uydurma olmadığı sürece, böyle bir hayvanın arka bacakları üzerinde sürekli yürüyemeyeceğini” açıkça belirtmiştir.4 Bu açıklama ile Tim White ve ekibinin, Darwinizm adına yepyeni bir aldatmacaya imza atmış oldukları açıklanmış bulunmaktadır.

Ardi hakkındaki iddiaları yalanlayan yalnızca leğen kemiği ile ilgili bulgular değildir. Science dergisinde yayınlanan bir yazıda, Ardi’nin ayak anatomisinin, onun bir tırmanıcı olduğunu ortaya koyduğu belirtilmiştir. Scientific American dergisinden Katherine Harmon tarafından kaleme alınan “How Humanlike Was Ardi?” (Ardi ne kadar insana benziyordu?) başlıklı yazıda ise, ayaklardaki tek bir parçanın bile, hayvanın ayakta durduğunu göstermediği açıkça ifade edilmiştir. Ayaklar ve özellikle ayaklardaki büyük başparmak, tamamen günümüzdeki şempanzelerde de halihazırda var olan ve tırmanmaya yarayan özellikler göstermektedir. Jungers bu durumu şöyle özetler:
(Ardi) Hiçbir şekilde iki ayaklılığa doğru bir adaptasyon göstermemektedir.5

Ellerinde iddialarını doğrulayacak delil kalmayan Darwinistler, son olarak bu canlıyı insanın hayali atası olarak gösterebilmek için şu aldatmacaya başvurmaktadırlar: “Dişleri küçük, çünkü erkekler avlanırken dişi olan çocuklara bakıyordu”. Bu aciz iddia aslında Darwinistlerin düştüğü çaresiz durumun önemli bir kanıtıdır. Elde kanıt olmadığından, artık açıkça, hiç çekinmeden demagojiye başvurmaktadırlar. Böyle bir iddia ile bir bilim adamının ortaya çıkması ve buna dayanarak tam anlamıyla mükemmel bir bonobo maymununu insanın atası ilan etmesi, o bilim adamı açısından utanç vericidir. Fakat Darwinistler, utanılacak duruma da düşseler, sapkın Darwinist ideoloji uğruna, bu aciz iddiaları tekrarlamak zorunda kalırlar.

Böyle bir iddianın bilimsel anlamda dikkate alınıp cevaplanması bile oldukça gereksizdir. Fakat yine de bu iddiayı ortaya atanların düştüğü aciz durumu göstermek açısından şunu belirtmek yerinde olacaktır: Bir işbölümü dahilinde aile yaşantısı yaşayan canlılar yalnızca insanlar değildir. Doğada pek çok canlı bir aile olarak varlığını sürdürür ve bu aile içinde erkeğin de dişinin de üzerine düşen özel görevler vardır. Pek çoğunda avlanan erkek, dişilerin bakımını üstlenen ise dişidir. Dolayısıyla bir canlının dişisinin avlanmayıp çocuklarına bakıyor olması, ONU ELBETTE Kİ İNSAN YAPMAZ. Bu saçma iddia, Darwinist mantığın dayandığı aldatmacayı çok açık şekilde göstermektedir.

Sonuç:

Darwinist diktatörlük artık çaresizlik içindedir. Ölmüş Darwin’i ve onun fikirlerini nasıl dirilteceklerini bilememektedirler. Çaresizlik ve panik içinde durumu kurtarmaya çalışmaktadırlar. Bu uğurda birbirinden saçma iddiaları savunmayı, küçük duruma düşmeyi göze almışlardır. İşte 21. yüzyılda Darwinistlerin yıkım ve yenilgisi böyle olmuştur. Son olarak Ardi bu büyük yıkım ve yenilgiyi daha açık şekilde ortaya çıkarmıştır. Ardi konusunda tüm iddialarını geri almak zorunda kalan Darwinistler, geçmişte olduğu gibi insanları aldatamayacaklarını anlamışlardır. Eskiden 40 yıl müzelerde sergilenen sahte fosiller, günümüzde artık hemen deşifre edilmekte, sahtekarlık ömürleri birkaç günü, hatta birkaç saati geçmemektedir. Darwinistlerin sahte fosillerle evrimi canlandırmaya çalışmaları beyhude bir çabadır. Bunu Darwinistler de artık açıkça görmekte ve itiraf etmektedirler.

19 Ekim 2010 Salı

Bilim; Anti-Darwinist, Anti-Ateisttir

BİLİM DARWİNİZM'İN DÜŞMANIDIR. BİLİM, ATEİZMİN KARŞISINDADIR. BİLİM ANTİ-KOMÜNİSTTİR, ANTİ-MARKSİSTİR. BİLİM; MARKSİST, ATEİST VE DARWİNİST DÜŞÜNCEYİ PARAMPARÇA EDEN BİR YAPIDIR. Bilim ile Darwinist aldatmaca yıkılmıştır. Bilim ile Darwinist propaganda en büyük darbesini almıştır. Bilim, kitlelere yıllarca telkin edilen evrim sahtekarlığını bozguna uğratmıştır. Bilim, ateist felsefenin temellerini yıkmıştır. Bilim, nereye gitse, nerede gündeme gelse, nerede kendini gösterse Darwinizm'i parçalar, yok eder. Dolayısıyla BİLİM, ANTİ-PAGANDIR. Bilim; putperest düşünceleri, batıl dinleri, sahte ideolojileri ortadan kaldırır. İşte bu nedenle BİLİM, DARWİNİSTLERİN EN BÜYÜK ACILARINDAN BİRİDİR.

Darwinizm'i bilim gibi göstermek, tüm dünya üzerinde oynanan çirkin bir oyunun bir parçasıdır. Allah inancını yeryüzünden kaldırabilmek için (Allah'ı tenzih ederiz) yeni bir dine ihtiyaç duyan deccali sistem, yıllar önce en etkili hipnoz yöntemini tespit etmiş ve hemen bilime sarılmıştır. Bilimi kullanarak insanları aldatabileceğini, tüm dünyaya ulaşabileceğini ve en kilit yerleri eline geçirebileceğini, bilim adı altında tüm sahtekarlıkları rahatça gerçekleştirebileceğini fark etmiştir.
Deccal sisteminin dünya çapında gerçekleştirdiği kitle hipnozu bilim adı altında yaygınlaştırılmıştır.

Dost bildikleri bilim Darwinistleri yıkıp darmadağın etmiştir

Darwinistler, bilimsellik sahtekarlığını pervasızca uygularken, bilimin kendilerine bu kadar büyük acılar çektireceğini hiç tahmin etmemişlerdi. Bilimin yalnızca dine hizmet ettiğini görünce şoka girdiler. Tarihin en büyük bilim adamlarının Allah'a iman ettikleri tüm dünyaya ilan edilince dehşete kapıldılar. Bilimsellik safsatasına tekrar sarılmaya çalıştılar fakat tutunamadılar. Çaresizce, seslerini iyice kıstılar. Bilimin ateizmi, Darwinizm'i, Marksizm'i, komünizmi, materyalizmi ve diğer tüm batıl ideolojileri boğup yerle bir ettiğini kendi gözleriyle gördüler. Darwinistler, bilim karşısında en büyük yenilgilerini aldılar. Dost bildikleri bilim, onları yıkıp darmadağın etti.

Bilimin gelişmesi ile 21. yüzyılda ortaya çıkan en büyük gerçeklerden biri şudur: Bilim Allah'a iman edenler içindir. Bilim samimi dindarlara fayda getirir. Allah Kuran'da sivrisineğe (Bakara Suresi, 26), bal arısına (Nahl Suresi, 68) dikkat çeker. Bir yörünge üzerinde hareket eden yıldızlara (Zariyat Suresi, 7), suyun yüzünde gezen gemilere (Hac Suresi, 65) dikkat çeker. Allah Kuran'da, yeşeren yapraklara (Enam Suresi, 59), yedi kat gökyüzüne (İsra Suresi, 44) dikkat çeker. Allah, Kuran'da iman edenlerin bu iman delillerine karşı dikkatli olmalarını ister. İnsan, bilim ile araştırdıkça bu dikkat çeken yapıların derinliklerini keşfeder. Bir sivrisineğin borusunu nasıl bir anestezi yöntemi ile yerleştirdiğini, o lokal anestezinin meydana geldiği yerdeki maddenin moleküler yapısını bize bilim verir. Yeşil yaprağın gerçekleştirdiği fotosentez mucizesi, gemileri yüzdüren sularda var olan fizik kanunları, gökte asılı duran ve -Allah'ın dilemesi dışında- asla dengesini bozmayan devasa gök cisimleri bilimin bize gösterdiği gerçeklerdir. Kuran'da haber verilen her şeyi bilim bize kanıtlar. Dolayısıyla vicdanıyla ve aklıyla düşünebilen bir insan, Kuran'daki tek bir örnekten, Allah'ın Yüce Varlığını hemen kavrar. İşte bu sebeple Kuran'da örnek verilen tek bir sivrisinek, Yüce Rabbimiz'e iman etmek için yeterlidir. Allah ayetlerinde şöyle bildirir:

"Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkar edenler ise, "Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?" derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz." (Bakara Suresi, 26)

"Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de." (Hac Suresi, 73)

İman hakikatleri, bilimin bize gösterdiği hediyelerdir. Allah'ın muhteşem bir nimetidir. Allah, üstünlüğünü, büyüklüğünü, yüceliğini göstermek için bilimi vesile eder. Bilimi de, bilimin keşfettiklerini de yaratan alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

Darwinistler şu anda dehşet içindeler. Bilimin anti-pagan, anti-Darwinist olduğunu hayretle fark ettiler. Bu acı, Darwinistlerin 150 yıldır yaşadığı en büyük acıların başındadır. Bilimi anlayanların, bilimin içinde olanların Darwinizm'i kitleler halinde terk etmesi bu acıyı artırmıştır. Bilimin İslam'a hizmet etmesi, bu acıyı katlamıştır. Öyle ki Darwinistler utanç içinde uzaylıları kurtarıcı ilan etmişlerdir. İşte, 150 yıldır kitle hipnozu yapan deccal sisteminin son olarak düştüğü durum budur.

Bilim, her dalıyla Allah'ın Yüce Varlığını göstermektedir. 21. Yüzyıl bu keşfin ve dehşetli Darwinist yenilginin yüzyılı olacaktır.

KUŞ TÜYLERİNİN YAPISI

Kuşların sürüngenlerden evrimleştiğini iddia eden evrim teorisi, bu iki ayrı canlı sınıfı arasındaki dev farkları asla açıklayamamaktadır. Kuşlar; içi boş hafif kemiklerden oluşan iskelet yapıları, kendilerine özgü akciğer sistemleri, sıcakkanlı metabolizmaları gibi özellikleriyle sürüngenlerden çok farklıdır. Kuşlarla sürüngenlerin arasına aşılmaz bir uçurum koyan bir başka özellik ise, tamamen kuşlara has bir yapı olan tüylerdir.

Tüyler kuşları bu kadar ilginç kılan estetik unsurlardan en önemlisidir. "Tüy gibi hafif" sözü tüyün o zarif yapısındaki mükemmelliği açıklar niteliktedir.

Temelde protein yapısına sahip olan tüyler keratin adı verilen bir maddeden yapılmıştır. Keratin, derinin alt tabakalarındaki yaşlı hücrelerin besin ve oksijen kaynaklarından uzaklaşarak ölmesi ve yerlerini genç hücrelere terk etmesi sonucu oluşan sert ve dayanıklı bir maddedir.

Kuş tüylerindeki tasarım hiçbir evrimsel süreçle açıklanamayacak kadar komplekstir. Ünlü kuş bilimci Alan Feduccia, "tüylerin her özelliği aerodinamik fonksiyona sahiptir. Hafiftirler, kaldırma kuvvetleri vardır ve kolaylıkla eski biçimlerine dönebilirler" der. Feduccia, evrim teorisinin çaresizliğini ise şöyle kabul eder:

Uçmak için böylesine tasarlanmış bir organın, nasıl olup da ilk başta başka bir amaca yönelik olarak ortaya çıktığını anlayamıyorum. 1

Tüylerdeki bu tasarım, Charles Darwin'i de çok düşündürmüş, hatta tavus kuşu tüylerindeki mükemmel estetik kendi ifadesiyle Darwin'i "hasta etmiş"ti. Darwin, arkadaşı Asa Gray'e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektupta "gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu. Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım" dedikten sonra şöyle devam ediyordu:

Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavus kuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor. 2


1. Douglas Palmer, "Learning to Fly" (Review of The Origin of and Evolution of Birds by Alan Feduccia, Yale University Press, 1996), New Scientist, sayı 153, Mart 1997, s. 44
2. Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston, Gambit, 1971, s. 101.

Su Bitkisi Vallisnerya : Uzay Teknolojisi ile Boy Ölçüşüyor!

Vallisnerya bir su bitkisidir. Erkek vallisnerya'nın çiçekleri, bitkinin su içinde kalan bölümlerinde oluşur.

Su içindeyken, taç yaprakları portakal kabuğu gibi çiçeğin etrafını sarar. Bu sayede suyun içeri girerek polenleri bozması önlenmiş

olur. Çiçekler yüzeye çıktığında kapalı olan taç yapraklar açılarak su yüzeyine yayılır. Polenleri taşıyan erkek organlar taç yaprakların üzerinde yükselerek adeta bir bir yelken işlevi görürler.

Dişi bitkinin çiçekleri ise, farklı bir yerde uzun bir sapın ucunda ve su yüzeyinde yer alırlar. Dişi çiçeğin yaprakları, su yüzeyinde ve suda hafif bir çöküntü yaratacak biçimde açılmıştır. Bu çöküntü erkek çiçeğin kendisine yaklaşmasını sağlayan bir çekim oluşturur. Erkek çiçek dişi çiçeğin yanından geçerken bu çekime kapılır. Böylece çiçekler birleşir, polenler dişi çiçeğin üreme organına ulaşır ve döllenme gerçekleşir.

Yeryüzündeki ilk vallisnerya'nın tek şansı vardır ve ancak ilk denemede tam anlamıyla başarılı olursa, bu özelliklerini bir sonraki nesle aktarabilir. Bu üreme sisteminin eksik çalışması durumunda erkek çiçek dişi çiçeği dölleyemeyecek, bu bitki yer yüzünden yok olup gidecekti. Bundan dolayı evrimcilerin iddia ettiği gibi bu döllenme sisteminin aşamalı olarak ortaya çıkması imkansızdır.

Bu bitki, Allah'ın sonsuz aklını ve örneksiz yaratma gücünü göstermektedir. Bu düşünen ve akleden için bir insan büyük bir delildir.

Uzay mekiğinin, uzay istasyonu ile kenetlenmesi, Vallisnerya'nın erkek çiçeklerinin dişileriyle buluşması ile kıyaslanabilir. Hatta Vallisnerya'nın sisteminin daha üstün olduğu bile söylenebilir. Uzay mekiğinin kenetleneceği noktaya kadar kontrol edilmesi gerektiği halde, erkek vallisnerya'nın dişisinin yanına yakınlaşması yetmektedir


18 Ekim 2010 Pazartesi

Develerin Klima Görevi Üstlenen Burunları


Burnun solunum sistemi ile ilgili olarak, nefes alındığında havanın ısıtılması ve nemlendirilmesi gibi iki önemli görevi vardır. Burnun iç yüzeyini kaplayan mukus tabaka, su buharı salgılayarak giren havayı nemlendirir. Mukus tabakanın hemen altında yer alan çok sayıdaki kılcal damar da geçiş sırasında havanın ısınmasını sağlar. Böylece hava, akciğerlerin hassas yapısı için en uygun hale gelir. Normal iklim koşullarında burun bu çalışma mekanizmasında herhangi bir sorunla karşılaşmazken çöl gibi sıcak ve kuru bir ortamda ciğerlere gidecek havanın ısısını ve nemini çok iyi kontrol etmesi gerekir. İşte deve burnu da bu zor koşullarda tıpkı binaların sıcaklık ve nem ortamını düzenleyen gelişmiş bir klima sistemi gibi çalışarak, bu canlının solunumu için gerekli havayı düzenler.
Devenin burnu çok sayıda köklere ayrılmış kanallardan oluşur. Yaşadığı sıcak bölgelerde havadaki nem miktarı oldukça azdır. Bu nedenle soluduğu havadaki suyu kaybetmemesi gerekir. İşte bu nedenle devenin burnu çok büyük, kıvrımlı, süngerimsi bir dokuyla kaplıdır. Deve kıvrımlı süngerimsi burun mukozası sayesinde, havadaki nemin % 66'sını tutabilmektedir. Burnun nemi emme özelliği sayesinde nefes aldığında çölün 40
oC'yi aşan ısısını, 20oC'ye düşürerek akciğerlere yollamaktadır.

Deve burnunun bir diğer özelliği ise şiddetli kum fırtınalarına karşı kum girmesini engellemek için tıpkı gözlerini kapatır gibi burun deliklerini de kapatabilmesidir. Yüce Allah burnu gibi daha pek çok olağanüstü özellikleriyle birlikte yarattığı bu hayvana
"Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratıldı?" (Gaşiye Suresi, 17) ayeti ile dikkat çekmiştir.

17 Ekim 2010 Pazar

Macaw Papağanlarının Kimya Bilgileri Nereden Geliyor?


Güney Amerika'da yaşayan bir çeşit papağan türü, zehirli olan tohumlarla beslenmeyi başarır. Papağanın bu davranışı çok hayret vericidir. Çünkü diğer canlılar söz konusu tohumlara yaklaşamazken ısrarla zehirli tohumları yiyen bu kuşlara hiçbir şey olmamaktadır.

Macaw adı verilen bu papağanlar besleyici değeri yüksek olan bu zehirli tohumları yedikten hemen sonra bir kayalığa doğru uçarlar. Oraya vardıklarında burada bulunan bazı killi kaya parçalarını kemirip yutarlar. Bu, rastgele yapılan bir hareket değildir. Killi kaya parçalarının özelliği, tohumların içindeki zehri emmeleridir. İşte bu sayede kuş, herhangi bir rahatsızlık hissetmeden tohumları sindirebilmektedir.

Bu hayvan, tohumun zehirleyici etkisini teşhis edecek tıp bilgisine nasıl sahip olmuştur? Peki bu etkiyi nasıl ortadan kaldıracağını nereden bilmektedir? Zehri etkisiz hale getirecek bir maddenin killi kayaların içinde bulunduğunu bilmesini sağlayacak kadar eczacılık eğitimi almış olabilir mi? Elbette ki bunların hiçbiri olamaz.

Bir insan tohumların zehirli olup olmadığını bakarak anlayamaz. Tohumun zehrini nasıl etkisiz hale getireceğini ise tahmin bile edemez. Bunun için ya bir eğitim almış olması ya da bilen birilerine danışmış olması şarttır. Bu durumda hiçbir akla ve şuura sahip olmayan bir kuşun, uzun kimyasal tahlil ve incelemeler sonucunda böyle bir şeyi keşfettiği elbette ki söylenemez. İnsanların uzun süren bir uzmanlık eğitiminden sonra ulaştığı bilgilere, Macawların tesadüfen ulaşması da imkânsızdır. Bu bilgiyi Macawlara herşeyi kusursuz olarak yaratan ve herşeyi bilen Allah öğretmiştir.

Bu tür örnekler üzerinde derinlemesine düşünmek canlıların davranışlarının tesadüfen ortaya çıkamayacağını anlamak için yeterlidir. Bütün canlılar ihtiyaçları olan bilgilere Allah'ın kendilerine ilham etmesi, öğretmesi sayesinde kavuşurlar. Hiçbir canlı başıboş, sahipsiz ve sözde tesadüflerin akışına bırakılmamıştır. Bir Kuran ayetinde Allah'ın tüm canlılar üzerindeki mutlak kontrol ve hakimiyeti şöyle haber verilir:

Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. (Hud Suresi, 56)

16 Ekim 2010 Cumartesi

Yön Belirleme Ustası Kelebekler



Kelebek ve güve gibi canlıların göçü önemsiz gibi gözükür, ama göç eden kümeler kimi zaman milyonlardan oluşabilirler ve bazı durumlarda göç döngüsünün tamamlanması birkaç nesil sürer. Ilıman iklimlerdeki kelebekler daha çok beslenme alanları bulmak için göç ederlerken Monarklar gibi tropikal alanlardaki kelebekler yaşamaları için uygun olan yağmurlu bölgelere doğru göç ederler.

Çoğu ılıman iklim kelebeğinin ortalama ömrü 3-4 haftadır. Bu kısa yaşamları sırasında bazen ülkeden ülkeye hareket ederlerken bazen de ancak diğer nesiller tarafından tamamlanabilen kıtalar arası göçler gerçekleştirirler. Göç kümeleri milyonlarca kelebekten oluşabilir.

Rengarenk ve birbirinden farklı kanatlarıyla bu güzel canlılar yaşamlarının doğal bir parçası olan seyahatleri sırasında yollarını bulmak için çok dikkat çekici bir yöntem kullanırlar.

Kelebekler Yönlerini Nasıl Belirliyorlar?

Ilıman kuşaktaki bölgelerde kelebeklerin beslenebilecekleri çiçekli alanlar azdır. Dolayısıyla bu küçük canlılar zengin beslenme alanlarına ulaşmak için göç etmek durumundadırlar. Düz bir çizgi halinde uçarak bir çiçek tarlasına ulaştıklarında bu uçuş stillerini bırakıp uzun zamandır orada yaşıyormuş gibi davranmaya başlarlar. Çiçeklerden beslenir, çiftleşirler ve dişiler buraya yumurtalarını bırakır. Fakat bu tarladaki yaşam da kısa sürecek ve birkaç dakika veya birkaç gün içinde kelebekler tarlayı terk edeceklerdir.

Kelebekler yalnızca günün en sıcak kısmında ve yalnızca Güneş parlıyorsa göç ederler. Güneş’in en parlak olduğu anda ufuk çizgisiyle kendi aralarında bir açı belirlerler. Güneş’in açısı değiştikçe ufuk çizgisiyle aralarındaki açıyı korurlar. Böylece bu açı sabit kalırken coğrafik yönlenmeleri saatte yaklaşık 15 derece değişir. Tropikal kelebekler, ılımlı türlerden farklı olarak gün boyunca göç yönlerini değiştirmezler.

Sabahleyin doğuya uçan bir birey akşamüstünün sonlarına doğru hala doğuya uçuyordur. Yolculuğuna başlarken Güneş’e göre yönünü belirleyip sonrasında da Güneş’in yer değişikliğinden etkilenmeden konumunu korur. Bunun için kelebeğin, Güneş’in yer değiştirdiğini, yer değişikliğine göre konumunu değiştirirse yanlış yere gideceğini, kendisi için doğru ve yanlış yerin neresi olduğunu, doğru yerin kendisine göre hangi yönde olduğunu bilmesi gerekir. Tüm bu bilgilere her birey sahiptir. Aslında bu bilgilere sahip olmak da tek başına yeterli değildir. Her kelebeğin bunları bilip, kendi bulunduğu yere göre değerlendirmesi ve karar vermesi gerekir. Bütün bunları da küçük bir kelebeğin muhakeme kabiliyetine bağlamak elbette akılcı değildir. Gerçek olan, bu hayvanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için bu özelliklere ihtiyaçlarının olduğu, Allah’ın da onları bu özelliklerle donatarak yarattığıdır.

Düşünün ki, en dayanıklı pusulalar dahi elektromanyetik etkinin yanı sıra, zamanın aşındırıcı etkisi nedeniyle de bir süre sonra hassasiyetlerini kaybederler. Oysa bu küçük canlıların yaşamları için çok önemli olan bu yön bulma kabiliyetleri hiçbir dış etkiyle bozulmaz, onları yarı yolda bırakmaz. Allah yarattığı her varlığı kusursuz bir şekilde yaratmıştır. Allah canlıların yaratılışıyla ilgili olarak bir ayette şöyle buyurmaktadır:

Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)

Monark Kelebeklerinin Dört Nesilde Bir Gerçekleşen Göçleri

Monarklar hayatlarının farklı dönemlerinde farklı vücut yapılarına sahiptirler. Monark kelebeği, larva, pupa ve ergin dönemlerinde yapı, büyüklük, renk, yaşam alanı, davranış biçimi ve biyolojik sistemler açısından büyük bir çeşitlilik gösterir.

Monark kelebeklerini diğer kelebek türlerinden ayıran çok ilginç bir özellikleri vardır. Bir yıl içinde tam dört ayrı monark nesli yaşar. Bu nesillerin ilk üçünün, ortalama ömrü 5-6 haftadır. Ancak dördüncü nesil çok farklıdır. Çünkü bu nesil, yaklaşık 8 ay sürecek bir yolculuğa çıkacak ve bu yolculuğu tamamlayana kadar hayatta kalacaktır.

Monarkların yaşamı, anne monarkın bir bitkinin üzerine yumurtalarını bırakmasıyla başlar. Yumurtadan çıkan küçük larvalar, bir süre yapraklarla beslenir ve hızla gelişirler. Larva evresindeki gelişimi süresince toplam beş defa derisi değişen tırtılların son deri değişimi ile böcekler pupa evresine geçerler. Kendilerine “koza” adı verilen ince ancak çok sağlam bir bağlantıyla ağaç dalına bağlı olan kapalı bir yuva yaparlar. Bu kozanın içinde dönüşüm geçiren tırtıl, bir süre sonra yavaş yavaş dışarı çıkar. Yeni bir yaratılışla, mükemmel bir kelebek haline gelmiştir. Önce sönük olan kanatları, pompalanan kan benzeri sıvı (hemolenf) tarafından doldurulur. Monark artık uçmaya hazırdır.

Yolculuk, Güney Kanada’daki farklı monark merkezlerinden başlar ve güneye doğru ilerler. Bir grup Kalifornia’ya, bir grup da daha güneye inerek Meksika’ya varır. Bu farklı monark grupları, tek bir merkezden emir almış gibi yolun ortasında buluşur ve göçe birlikte devam ederler.

Kelebekler herhangi bir zamanda değil, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği zaman yola çıkarlar. 2 ay boyunca uçtuktan sonra, güneydeki sıcak ormanlara ulaşırlar. Ağaçlar, milyonlarca monark kelebeği tarafından kaplanır. Monarklar burada Aralık’tan Mart’a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarında depoladıkları yağlarla sürdürürken, yalnızca su içerler.

İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler monarklar için önemlidir. Bu sayede 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa bal özüyle beslenirler. Artık Kuzey Amerika’ya dönüş için gerekli enerjiyi depolamışlardır. Tam gece ile gündüzün eşitlendiği gün koloni kuzeye uçmaya başlar. Yolculuklarını tamamlar ve soylarının devamı için gerekli olan kuşağı dünyaya getirirler.

Yeni doğan kuşak, yılın ilk neslidir ve yaklaşık bir buçuk ay yaşayacaktır. Daha sonra ikinci ve üçüncü kuşaklar... Dördüncü kuşağa gelindiğinde yolculuk yine başlayacak, bu kuşak yine diğerlerinden altı ay daha fazla yaşayacak ve zincir böyle sürüp gidecektir... Şimdi bu harika yolculuk hakkında biraz düşünelim:

Nasıl olmaktadır da, her dört nesilden biri altı ay daha uzun yaşayacak özelliklerde doğmaktadır?

Bu uzun yaşayan neslin doğumu, nasıl hep kış aylarına denk gelmektedir?

Nasıl olmaktadır da, kelebekler yolculuklarına yani göçe tam gece ile gündüzün eşit olduğu günde başlamakta ve bu ince hesabı başarabilmektedirler?

Yeni doğan monark nesli, daha önce hiç uçmadığı yolları nereden bilmektedir?

Tüm bunlar, monarkların kusursuz bir göç planına göre yaratıldıklarını ve plana harfiyen uyduklarını göstermektedir. Eğer bu canlılar ilk var oldukları andan bu yana planda en ufak bir hata olsaydı, monarklar göçü tamamlayamazlardı. O zaman da bütün kelebekler o kış içinde ölürdü ve monarkların nesli tükenirdi.

Elbette bu canlılar özel olarak yaratılmış ve her yıl gerçekleştirdikleri olağanüstü göç onlara öğretilmiştir. Bu muhteşem yaratılışın sahibi ise, tüm varlıkların Yaratıcısı ve Hakimi olan Yüce Allah’tır. Kuran’da Allah’ın yaratma ilmi üzerinde düşünmenin önemi şöyle bildirilmiştir:

“İşte bu örnekler; Biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara akıl erdirmez. Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Şüphesiz, bunda iman edenler için bir ayet vardır.” (Ankebut Suresi, 43-44)

15 Ekim 2010 Cuma

Allah'ın Simetri Sanatı

İnsanın, Allah’ın yarattığı mükemmel uyum sanatını gördüğü yerlerden birisi, kendi yüzüdür. Her insan aynada yüzüne baktığında kusursuz bir simetriyle karşılaşır. Bu simetri Allah’ın yarattığı tüm insanların yüzlerinde vardır. Allah bütün insanları yüzlerinde birbirinden farklı yüz ifadeleri, bakış ve anlam ile ama daima aynı simetri mükemmelliği içinde yaratmaktadır. İnsan gözünü çevirip içinde bulunduğu odaya, eve, şehre ve yaşadığı dünyaya baktığında çevresindeki her şeyin Allah’ın yarattığı simetri harikalığını taşıdığını görür. Simetri güzelliğin en önemli şartlarından birisidir. Simetri ile bir nesne, bir eşya veya bir canlı güzellik kazanır. İnsan yüzünün güzel olmasında da elbette simetrinin etkisi büyüktür.

İnsan çevresine baktığında gördüğü göz alıcı güzellikteki birçok canlının bir simetri harikası olduğunu fark eder. Bütün
güller, menekşeler, papatyalartümü son derece düzgün ve birbiriyle uyumlu yaratılmıştır. Gülün yapraklarındaki muhteşem uyum hemen dikkat çeker. Allah’ın kuşların tüylerinde yarattığı desenler, renklerin ve şekillerin mükemmel geçişi, insanın ruhunda müthiş bir heyecan yaratır.

Tıpkı insanlar gibi,
kuşların, köpeklerin, kedilerin ve tüm hayvanlarıngüzelliğinde de simetrinin etkisi büyüktür. Allah simetriyi, güzelliği en iyi vurgulayacak şekilde detaylarda yaratır. Örneğin kuşların tüyleri Allah’ın simetri sanatının en çarpıcı örneklerinden birisidir. Bir kuş tüyündeki simetri, alt kısımlardaki tüylerin daha ince yapılarının olması, tüylerin birbirlerine geçmiş gibi bir görünüme sahip olmaları şaşırtıcı şekilde dikkat çekicidir. İnsanı, eline alıp incelediğinde bile hayran bırakan bir kuş tüyü, mikroskop altında bakıldığında sahip olduğu detay zenginliği açısından Allah’ın yaratmadaki sonsuz gücünü gösterir. Tüylerin ortasında herkesin bildiği uzun ve sert bir boru vardır. Bu borunun her iki tarafından yüzlerce tüy çıkar. Boyları ve yumuşaklıkları farklı olan bu tüyler kuşa, havayı uçuşa en elverişli şekilde kullanma özelliğini kazandırır. Turna kuşunun tüylerinden tek bir tanesinin üzerinde, tüy borusunun her iki yanında uzanan 650 tane incecik tüy vardır. Bunların her birinde ise 600 adet karşılıklı tüycük bulunur. Bu tüycüklerin her biri 390 tane çengelle birbirlerine bağlanır. Çengeller tıpkı bir fermuarın iki tarafı gibi birbirine kenetlenmiştir. Çengeller ile kenetlenen bu tüycükler o kadar bitişiktir ki, duman üflendiği takdirde bile aralarından geçemez. Çengeller herhangi bir şekilde birbirinden ayrılırsa, kuşun bir silkinmesi tüylerini düzeltmesi için yeterlidir.

Deniz altındaki canlılarda da Allah’ın sonsuz yaratma sanatı en güzel şekilde tecelli eder. Örneğin
deniz kabuğunun üzerindeki simetri, desenlerin hepsinin birbiriyle aynı ve aralarındaki mesafenin eşit olması, renklerinin mükemmel bir sırayla ve geçişlerle birbirini izlemesi, insanı bu yaratılış harikasına ve asıl olarak onu yaratan Allah’a hayran bırakır.

Bir başka örnek de hepsi birbirinden farklı desenlere sahip olan
kar taneleridir. Çıplak gözle bakıldığında hepsi birbirinin aynısı gibi görünen kar taneleri mikroskopla incelendiğinde, tamamen birbirinden farklı, mükemmel güzellikte, çarpıcı desenlere sahiptirler. Hepsinin çok farklı güzellikte şekilleri vardır. Dışarıdan bakıldığında son derece sade görünümlerine karşın, hepsi birbirinden farklı kristal birer sanat eseri gibidirler.

Tüm güzelliklerin tek ve gerçek sahibi olan Allah’ın sonsuz ve ihtişamlı yaratma gücü, var olan her şeyin üzerinde hakimdir.

Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun Kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek Büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

13 Ekim 2010 Çarşamba

Bitkiler Neden Yeşildir ?

“Ki O, yarattı, ‘bir düzen içinde biçim verdi’, takdir etti, böylece yol gösterdi, ‘yemyeşil-otlağı’ çıkardı.”(A’la Suresi, 2-4)


Fotosentez işleminde renkler neden önemlidir?
Sonbaharda ağaçların yeşil yaprakları neden renk değiştirir?
Turuncu, kırmızı ve sarı renk veren karotenoid pigmentleri içermesine rağmen yapraklar neden yeşil renktedirler?

Bilindiği gibi bitkiler dünyasında hakim olan renk yeşil ve yeşilin tonlarıdır. Yeşil rengi oluşturan ana madde ise klorofildir. Son derece önemli bir madde olan klorofil bitki hücresinin sitoplazmasında dağınık halde bulunan kloroplastlardaki bir pigmenttir. Güneşten aldıkları ışığı rahatça yutacak niteliğe sahip olan bu pigmentler yalnızca yeşil rengi yansıtırlar. Bu özellik, yapraklara yeşil renk vermesinin yanı sıra, “fotosentez” gibi hayati bir işlemin gerçekleşmesini de sağlamaktadır.

Fotosentez İşlemi Nasıl Gerçekleşir?

Bitkinin fotosentez yapabilmesi için, klorofil maddesinin emdiği ışık parçacıklarının enerji seviyesinin yeterli olması gereklidir. Çünkü bitki, bu ışık parçacıklarından aldığı enerjiyle su moleküllerini kırar ve oksijen ile hidrojen molekülleri elde eder. Elde edilen hidrojen, bitkinin yaşamını sürdürmesi için karbondioksit gazındaki karbon atomlarıyla reaksiyona girerek bitkinin öz suyu haline dönüşür. Yani bitki kendi besinini oluşturmuş olur. Kullanılmayan oksijen ise havaya verilir. Atmosferde soluduğumuz oksijenin çok büyük bir bölümü bu yolla oluşur.

Görüldüğü gibi bitkilerin yeşil olması estetik bir görüntü vermesinin yanı sıra hem bitkilerin hem de diğer canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için son derece hayati bir öneme sahiptir. Allah, bitkilerin ve diğer bütün canlıların beslenmesinde klorofil maddesini sebep kılmaktadır.

Fotosentez İşleminde Renklerin Önemi

Bitkiler fotosentez işleminde değişik renklerin birleşiminden oluşan güneş ışığını kullanırlar. Güneş ışığındaki renklerin en önemli özelliklerinden biri, enerji yüklerinin birbirinden farklı olmasıdır. Bu renklerin ayrıştırılması ile ortaya çıkan ve tayf adı verilen renk dizisinin bir ucunda kırmızı ve sarı tonları, öbür ucunda da mavi ve mor tonları bulunur. En çok enerji taşıyanlar tayfın iki ucundaki bu renklerdir.

Renkler arasındaki bu enerji farkı bitkiler açısından çok önemlidir çünkü fotosentez yapabilmek için çok fazla enerjiye ihtiyaçları vardır. Bu nedenle bitkiler fotosentez sırasında güneş ışınlarından en çok enerji taşıyanlarını (tayfın iki ucundaki renkleri) soğururlar yani emerler. Buna karşılık tayfın ortasında yer alan yeşil tonlardaki renklerin enerji yükü daha az olduğu için, yapraklar bu dalga boylarındaki ışınların az miktarını soğurup büyük bölümünü yansıtırlar. Yapraklar bütün bu işlemleri kloroplastlarda bulunan klorofil pigmenti sayesinde başarırlar. (Temel Britannica Ansiklopedisi, Cilt 7, s.16)

Bitkilerdeki Farklı Renkler Nasıl Ortaya Çıkmaktadır?

Her maddenin yansıttığı renk, o maddenin sahip olduğu pigment moleküllerine bağlıdır. Yeşil bitkilerdeki asıl pigment molekülü de daha önce bahsi geçen “klorofil” maddesidir. Bunun yanı sıra bitkilerde başka renkleri oluşturan pigmentler de bulunur ve bu farklı pigment türleri bitkilerde gördüğümüz olağanüstü renk çeşitliliğinin oluşumunu sağlar.

Örneğin klorofile ek olarak bitkilerde “karotenoid” adı verilen pigmentler de vardır. Daha önce detaylarını incelediğimiz bu pigmentlerin bazıları sarıdır; mısırlara, limonlara, ayçiçeklerine renklerini verirler. Diğer karotenoidler sarıdan daha fazla kırmızıdırlar; bunlar şeker pancarlarında, domateslerde, güllerde, havuçlarda bulunmaktadır. Karotenoidler aynı zamanda yeşil yapraklarda da bulunmaktadır. O halde neden yapraklar kırmızı, sarı ya da turuncu değil de ağırlıklı olarak yeşil renklerde görünürler diye düşünülebilir. Bunun nedeni, klorofilin yeşilinin diğer renklerin görülmesini engelleyecek kadar güçlü olmasıdır. (Franklyn Branley, Color, From Rainbows to Lasers, Thomas Y. Crowell Comp., New York, s.37)

Bir ayette bitkilerin yeşil rengine şöyle dikkat çekilmektedir:

“Görmedin mi, Allah, gökten su indirdi, böylece yeryüzü yemyeşil donatıldı. Şüphesiz Allah, lütfedicidir, her şeyden haberdardır.” (Hac Suresi, 63)

Bununla birlikte sonbaharda değişiklikler meydana gelir. Gün ışığının azalması ile birlikte bitkiler klorofil üretmeyi durdururlar ve bu yüzden yeşil rengi veren pigmentlerin gücünde azalma olur ve yapraklardaki yeşil renk solmaya başlar. Karotenoidler yaprakları kahverengi, sarı ve kırmızıyla renklendirirler.

Aynı zamanda sonbaharda bazı yaprakların dış tabakalarında “anthocyanin” adı verilen bir grup pigment üretilir. Parlak kırmızı ve mavi olan bu pigmentler yapraklarda kırmızı ve pembe renkleri oluşturan maddelerdir. Eğer bir bitkide birden fazla pigment bulunuyorsa, bu durumda bitkide, pigmentlerin yansıttığı rengin karışımı görülür. (Franklyn Branley, Color, From Rainbows to Lasers, Thomas Y. Crowell Comp., New York, s.38)

Aynı Toprakta Yetişen, Aynı Su ile Sulanan Bitkiler Nasıl Olur da Farklı Renklerde Olur?

Aynı toprakta yetişmesine, aynı su ile sulanmasına rağmen nasıl olup da bitkilerde bu kadar çeşitli renklerin ortaya çıktığını hiç düşünmüş müydünüz?

Yüce Allah Rad Suresi’nde aynı su ile sulanmasına rağmen topraktan farklı ürünlerin çıktığını şöyle haber vermiştir:

“Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bazısını bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Rad Suresi, 4)

Açıktır ki bu, Allah’ın sonsuz ilminin ve örneksiz yaratışının bir delilidir. Bir insanın yeni bir renk yaratması mümkün değildir. İnsanların ürettikleri tüm renkler doğada olanlardan yola çıkılarak elde edilen kopyalardan ibarettir. Ama Allah yoktan var edendir ve yeryüzündeki canlıları tamamlayan renklerin tümünün yaratılışı O’na aittir. Allah’ın yaratma sanatının eşi benzeri yoktur. Üstün güç sahibi Allah’ın sıfatlarından bir tanesi de Musavvir (tasvir eden, her şeye şekil ve suret veren) dir. Yüce Allah yarattığı her şeyi en güzel surette yaratmıştır:

“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” (Haşr Suresi, 24)

Canlı Yaşamında Son Derece Önemli Bir Rolü Olan Renklerin Oluşması İçin Neler Gereklidir?

Tek bir rengin, örneğin sadece kırmızının ya da sadece yeşilin oluşması için aşağıda maddelendirilmiş olan işlemlerin her birinin bu sıralamaya göre gerçekleşmesi gerekmektedir.
  1. Rengin oluşması için gerekli olan ilk koşul ışığın varlığıdır. Bu nedenle öncelikle Güneş’ten gelen ışınların nasıl bir özelliğe sahip olması gerektiğini inceleyerek başlamakta fayda vardır. Renklerin oluşabilmesi için Güneş’ten yeryüzüne gelen ışığın, renkleri meydana getirebilecek şekilde, belirli bir dalga boyuna sahip olması gerekmektedir. Güneş’in yaydığı bütün ışınların içinden sadece “görünür ışık” olarak adlandırılan bu ışığın yeryüzüne gelme ihtimali 1025‘te bir ihtimaldir. Bu inanılması güç ihtimal gerçekleşir ve renklerin oluşması için gerekli olan ışınlar Güneş’ten Dünya’ya ulaşır.
  2. Güneş’ten gelip uzaya yayılan ışık gerçekte göze zarar verecek özelliklere sahiptir. Bu yüzden Dünya’ya ulaşan ışığın gözün rahatlıkla algılayabileceği ve zarar vermeyeceği duruma gelmesi gereklidir. Bunun için ışınların bir süzgeçten geçmesi gereklidir. Bu dev süzgeç Dünya’yı çevreleyen “atmosfer”dir.
  3. Atmosferden geçen ışık yeryüzüne dağılır ve rastladığı maddelerin hepsine çarparak yansır. Işığın çarptığı maddelerin, ışığı yutmayıp yansıtacak özelliklerde olması gereklidir. Görül-düğü gibi maddelerin yapısal özelliğinin de yeryüzüne ulaşan bu ışıkla renkleri oluşturacak şekilde uyumlu olması şarttır. Bu şart da gerçekleşir ve Güneş’ten gelen ışığın çarptığı maddelerden kolaylıkla yeni bir ışık dalgası yayılır.
  4. Renklerin oluşumundaki diğer bir aşama da ışık dalgalarını algılayabilecek bir algılayıcıya, yani göze ihtiyaç olmasıdır. Işık dalgalarının görme organlarıyla da uyum içinde olması zorunludur.
  5. Güneş’ten gelen ışınlar gözümüzün tabakalarından geçip retina bölgesinde elektrik sinyaline dönüştürülmelidir. Daha sonra bu elektrik sinyalleri insan beyninde görüntüyü algılamakla sorumlu olan görüntü merkezine ulaştırılmalıdır.
  6. Bizim herhangi bir rengi gördüğümüzü ifade edebilmemiz için gerçekleşmesi gereken son bir aşama daha vardır. Renklerin oluşmasındaki son aşama görme merkezine gelen elektrik sinyallerinin, burada bulunan sinir hücreleri tarafından “renk” olarak algılanabilmesidir.

Görüldüğü gibi tek bir rengin oluşması için oldukça detaylı ve birbirine bağlı bir sıralama izleyen işlemler gereklidir.

Renkle ilgili olarak edinilen tüm bilgiler rengin meydana gelmesi sırasında oluşan her işlemin çok hassas dengeler üzerine kurulmuş olduğunu gösterir. Bu hassas dengeler olmadığı takdirde renkli bir dünya yerine bulanık ve karanlık bir dünya içinde kalmamız hatta görme yeteneğimizi kaybetmemiz kaçınılmazdır. Yukarıda sayılan maddelerden sadece retina bölgesindeki elektrik sinyallerini algılayacak olan hücrelerin bulunmadığını düşünelim. Ne gelen güneş ışığının yeterli özelliklere sahip olması, ne gözün diğer parçalarının tam olması, ne de atmosferin varlığı yeterli olmayacaktır. Kuşkusuz ki renklerin oluşumundaki bu eşsiz sanat Allah’ın benzersiz yaratmasıyla ortaya çıkmıştır. Yüce Allah her şeye güç yetirendir. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilmiştir:

“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluverir.”(Bakara Suresi, 117)

Bir Bitki ya da Meyve Türü Dünyanın Her Yerinde Aynıdır

Kendisine renk veren pigmentlerin tümünün bilgisi o bitkinin DNA’sında kodludur. Bu yüzden bir bitki türü dünyanın neresine gidilirse gidilsin aynı özellikleri taşır. Örneğin dünyanın her yerindeki portakalların rengi aynıdır, şekilleri ve kabuklarının dokusu aynıdır. Portakalın kabuğunun içinde bulunan içi turuncu renkli, kokulu, şekerli su dolu torbacıkları oluşturan şeffaf zarın rengi dünyanın hiçbir yerinde değişmez. Muzlar dünyanın her yerinde sarıdır, domatesler kırmızı, güller, menekşeler, karanfiller hep aynıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin doğal olarak yetişen bir çileğin farklı bir renk taşıdığını göremezsiniz. Dünyanın her yerindeki çileklerin DNA’sında, onları bildiğimiz çilek haline getiren özellikler mevcuttur. Çileğin rengi, kokusu, lezzeti hep aynıdır. Bu eşi benzeri olmayan bir düzendir.

Bitkilerin yaptıkları fotosentez işlemi sonucunda diğer canlıların besin kaynakları olan karbonhidratlar oluşur. Fotosentez sonucunda üretilen maddeler hem bitkilerin kendileri, hem hayvanlar, hem de insanlar için son derece önemlidir. Çünkü yeryüzündeki tüm canlıların temel besin kaynağı bitkilerdir.

Çiçeklerde de çok benzersiz bir renk ve desen vardır. Yeryüzündeki yüzbinlerce çeşit çiçeğin her biri kendine özgü özelliklerle donatılmıştır. Günümüzde insanların ürettikleri kokular, desenler ve renkler doğadaki benzerlerinin taklit edilmesiyle üretilmektedirler. Örneğin menekşelerin kadife yumuşaklığındaki yapraklarının mor renkleri ve yaprak dokularındaki pürüzsüzlük benzersizdir. Kadife kumaşlar menekşelerin dokusu taklit edilerek üretilmektedir ama yine de aynı kalite sağlanamamaktadır.

12 Ekim 2010 Salı

Evrendeki Sır Güç: Kara Enerji


EVREN NEDEN HIZLA GENİSLİYOR? BUNUN SEBEBİNİN HAYAL BİLE EDEMEYECEĞİMİZ BÜYÜKLÜKTE BENZERSİZ BİR ENERJİ ŞEKLİ OLDUĞU İLERİ SÜRÜLÜYOR

Büyük bir hızla genişleyen evrenin Big Bang denilen büyük bir patlamanın sonucu ortaya çıktığı anlaşılmış bulunuyor. Evreni oluşturan yüzmilyarlarca galaksi ve herbirini oluşturan yüzmilyarlarca yıldız bir ivmeyle birbirlerinden uzaklaşmakta ve evren daha da genişlemekte. Yıldızları birbirinden artan bir hızla uzaklaştıran bir enerjinin olduğunu saptayan bilimadamları bu devamlı var olan gücü "kara enerji" diye adlandırıyorlar. "Kara" diye tabir ediliyor çünkü tam olarak ortaya koymak imkansız. Aynı zamanda bir "enerji", çünkü madde olarak tanımlanamıyor.

Yapılan "mikro dalga fon" ölçümleri uzayın yassı şekilde olduğunu gösterdi. Ancak bu veriler uzaydaki madde miktarı ölçümleri ile uyuşmamakta.Yani uzayın yassı olması için gerekli olan madde uzayda mevcut değil. Gerekli olanın sadece üçte biri var. Weinberg ve diğer bilim adamları, madde oranı ve mikrodalga bulguları arasındaki uyumsuzluğu, bilinmeyen itici bir kuvvetin varlığı ile açıklayabileceklerini düşünüyorlar. İşte bu kuvvete kara enerji adını veriyorlar. Bu yeni bulguyu Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg "astronominin en temel keşfi" olarak adlandırıyor. Bu devamlı güç, evrenin artan bir hızla genişlemesine sebep olan ivmeyi sağlıyor.

Ancak bilim adamlarını yaptıkları hesaplar hayret verici büyüklükte bir güç tanımlamakta. Nitekim buldukları kuvvetin değeri 10120 yani 1 sayısının yanına 120 tane sıfır gerektiren akıllara durgunluk veren bir sayı. Turner bu durumu "doğru olamaz" diye nitelendiriyor ve ilave ediyor "çünkü eğer doğru olsa idi bu kadar hızlı genişleyen bir evrenden dolayı burnumuzun ucunu bile göremezdik."

Açıkça evrende hakim olan muazzam gücün varlığına şahit olan bilim adamları hayretlerini gizlememekteler. tanımlanabilen belli bir amaca yönelik böyle büyük bir gücün sahipsiz olduğunu iddia edecek kimse bulunmuyor. Çünkü tüm evrene hakim olan bu kuvvet beraberinde yıldızları ve galaksileri de bir düzen içinde tutuyor, dengeyi sağlıyor. Kuşkusuz böyle olağanüstü bir kuvvetin kontrolü, herşeye hakim, sınırsız güce sahip Yüce bir Varlık sayesinde mümkün olabilir. Elbette ki, Dünyayı ve tüm evreni yaratan, azim olan Allah, bize kendini yeni keşiflerle tanıtıyor.

Çekirgelerden Trafik Sorununa Çözüm!


Her yıl milyonlarca insanın hayatına mal olan trafik kazalarına çözüm arayan bilim dünyası, şimdi çekirgelerin bu soruna bir çözüm sunabileceğine inanmakta. Yapılan araştırmalarda çekirgelerin milyonları aşan sürüler halinde dolaştıkları halde birbirleriyle çarpışmadıkları tespit edilmiştir. Çekirgelerin bunu nasıl başardıkları sorusunun cevabı ise bilim adamları için yeni ufukların açılmasına neden olmuştur.



Yapılan deneylerde, çekirgelerin üzerlerine gelen cisme önce elektronik sinyal gönderdikleri ve yerini tespit edip hemen kendi yönlerini değiştirdikleri anlaşılmıştır.1 İnsanların yıllardır çözümsüz kaldıkları bir konuda çekirgelerin yöntemleri trafik sorununa çözüm olarak uygulanmaya çalışılmaktadır. Allah'ın kendilerine ilham ettiği şekilde davranan bu canlılar da yaratılışın apaçık delillerindendir.



1 http://www. milliyet. com. tr/2001/07/31/yasam/yas07. html

7 Ekim 2010 Perşembe

Yeraltı Suları: Toprak Altındaki Dev Su Depoları


Birçok endüstriyel kuruluş, atık sulardan faydalanmak için özel tesisler kullanırlar. Yüksek maliyetlerle yapılan bu tesisler büyük mühendislik yatırımlar olmalarına karşın kullanıma sokabildikleri su kapasiteleri sınırlıdır ve oldukça fazla enerji harcarlar. Oysa yeryüzü, insan yapısı tesislerle kıyaslanmayacak miktarda suyu çevrime sokan ve tamamen doğal kaynaklardan enerjisini sağlayan bir tesisi bünyesinde barındırır.

Yeraltı Suları Nasıl Oluşur?
Yağmur yeryüzündeki hayatın devamı için en önemli unsurlardan biridir. Yağmurun oluşumu sırasında okyanuslar, denizler, atmosfer ve karalar arasında bir su dolaşımı söz konusudur. Okyanuslar, denizler, buzullar, kar örtüleri, akarsular, göllerden buharlaşan sular ile toprak yüzeyinden ve bitkilerden buharlaşan bir miktar su buharı atmosfere geçer. Daha sonra uygun koşullar altında yoğunlaşarak, yağmur, kar ve dolu şeklinde yeryüzüne geri döner.
Kara yüzeyine çeşitli biçimlerde düşen yağışların (yağmur, kar, dolu) bir kısmı yeryüzündeki çukur alanları doldurarak, gölleri veya yeryüzündeki eğimleri takip ederek akarsuları oluşturur. Ancak yeryüzüne düşen yağışların hepsi yer üstü sularını oluşturmaz, bir kısmı ise “uygun koşullar” olduğunda yeraltına sızar ve yer altı sularını meydana getirir. Burada durup düşünmek gerekir.
Yeraltına sızan, bu suların yerin nispeten derin kısımlarına geçmesi, yerin altında belli bir tabakada toplanması nasıl olmaktadır? Yeraltında toplanan bu su hangi aşamalardan geçtikten sonra ve hangi sebeple tekrar yeryüzüne çıkmaktadır? Çeşitli toprak tabakaları arasından geçtiği halde çıktığı kaynakta nasıl olur da çamurlu ve bulanık olmaz, tam aksine içime hazır berrak ve pırıl pırıldır? Yeraltında hapsedilmiş bu su nasıl bir mekanizma ile tekrar yeryüzüne çıkmaktadır? Kuşkusuz bu soruların sayısı artırılabilir.

Yeraltı Sularını Oluşturan Hassas Sızma Teknikleri
Yeraltı sularının asıl kaynağını atmosferden gelen sular oluşturur. Suyun yeraltına geçebilmesi için gerekli bazı şartları şöyle sıralayabiliriz:
1) Yerçekimi kuvveti çok önemlidir. Çünkü bu kuvvet olmazsa, başka bir deyişle suyun ağırlığı bulunmasaydı, yerin derin kısımlarına doğru hareket etmesi mümkün olmazdı.
2) Yerkabuğunun sızma kapasitesi sınırlıdır. Bu sayede yeraltı suyu belli bir doygunluğa ulaşarak sabit bir değer kazanır ve taşarak yer üstüne çıkması önlenmiş olur.
3) Kapilarite kuvvetinin olması gereklidir. Böylece belli bir derinlikten sonra yer altı sularının kaçıp yok olması engellenmiş olur.
4) Sızmanın olabilmesi için zemini oluşturan kayaçların gözenek, yarık, çatlak, gibi suyun geçmesine olanak sağlayacak birtakım boşluklar içermesi yer altı suyunun oluşumu açısından çok önemlidir. Nitekim kumlu topraklar oldukça geçirimlidir. Killi topraklar ise kil taneciklerinin şişmesi nedeniyle hızla kapanarak sızmayı engeller. Allah'ın üstün yaratmasının bir sonucu olarak suyun kolayca sızabileceği şekilde toprak tabakalarının üst kısımları kumlu tabakalardan oluşurken, suyun kaçmasını engelleyen killi toprakların yer altı suyunun tabanında yer alır.
5) Zeminin bitki örtüsü ile kaplı olması sızmayı kolaylaştırır. Çünkü bitki örtüsünün kaplı olduğu yerlerde yerüstü akışı yavaş olacağından, yukarıda belirtilen koşullar da uygun olduğu takdirde sızma artar. Ayrıca bitki örtüsü yere düşecek olan damlaların hızını azaltarak, toprağa sızabilecek ince zerrecikler haline getirir.
6) Sağanak şeklinde yağan yağışlarda sızma miktarı azalır. Çünkü bu tip yağışlarda hızla yere düşen damlalar yüzeyin eğimine bağlı olarak yüzeysel akışa geçerler. Çisinti şeklinde düşen yağışlarda ise sızma daha kolay gerçekleşir.
7) Yüzey şeklinin eğimi ne kadar fazla olursa sızma o kadar azalır ve düşen yağış yüzeysel akışa geçer.



Görüldüğü gibi yeryüzüne düşen suyun yer altında toplanması ve tekrar yer üstüne çıkması belirli şartların gerçekleşmesi ile mümkün olabilmektedir. Tüm bu şartlar, yer altı sularının hep belli bir plan ve düzenleme üzere oluştuğunu göstermektedir. bu kusursuz planlamayı ve düzeni yapan Allah’tır.

•Yeraltı suyunun üstünde “Havalandırma zonu” adı verilen bir tabaka yer alır. Yeraltına sızan suların bir kısmı dip kısımlara inmeden bu tabakada birikir. Burada duran asılı su zerrecikleri, köklerini yeraltı suyunun bulunduğu tabakaya kadar uzatamayacak olan bitkilerin, buradaki sudan yararlanmasını sağlar. Ayrıca toprağa asılı olan bu su taneleri, topraktaki mineral maddeleri eriterek, bitkilerin bunları eriyik halde almalarına ve beslenmelerine katkıda bulunur.
Yeraltı suları toprağın altındaki katmanlarda, yeryüzünün tepe, sırt gibi kısımlarında yükselir, vadi gibi alçak kısımlarında ise alçalır. Eğer vadi, ova gibi alçak yüzey şekillerinin bulunduğu kısımlarda, tepe sırt gibi şekillerin bulunduğu alanlardaki kadar su yükselseydi, bataklıklar oluşurdu. Bilindiği gibi bataklık alanlarda tarım yapılması olanaksızdır. Bu alanların öncelikle kurutulması gereklidir. Ancak bu işlem oldukça masraflıdır ve şiddetli yağışların olması halinde bozulması çok kolaydır. Yer altı sularının yüksek yüzey şekillerinin biçimine uymaması durumunda ise, su seviyesi olması gereken düzeyden daha aşağıda bulunacağı için bu sulardan yararlanmak imkansız hale gelecekti. Özellikle kurak sahalarda veya kuraklığın olduğu dönemlerde bu sulardan yararlanmak mümkün olmayacak hatta belki de bu suların varlığından habersiz olarak yaşayacaktık.
•Yüksek alanlarda yer altı su seviyesi yüzeye çok yakın olsaydı bu durumda en küçük bir yağışta toprak yüzeyi kayganlaşacak ve heyelanlar kaçınılmaz olacaktı. Bu olay yüksek yerlerin yamaçlarında yaşayanlar için her yağmurdan sonra, yerleşim alanlarının çamur gölüne dönüşmesi anlamına gelecekti.
•İnsanların suya olan gereksinimini büyük ölçüde karşılar.
•Ayrıca sular, sanayide, tarımda, hayvancılıkta, ısınmada (jeotermal enerji), yapı işlerinde, tıpta, turizmde çeşitli amaçlarla kullanılırlar. Çoğunlukla yer üstü sularından yararlanılmakla birlikte, bunların yetersiz kaldığı veya kurak koşulların hüküm sürdüğü alanlarda içme ve kullanma suyu olarak su kuyularından faydalanılır. Yeraltı sularını adeta yerin altındaki barajlara benzetebiliriz. Fakat yer üstündeki barajlardan farklı olarak, bunlar kuraklığa daha dayanıklıdırlar. Başka bir deyişle yeraltında olmaları nedeniyle buharlaşma düzeyi oldukça düşüktür.
•Yeraltında buharlaşma ve kirlenme gibi sorunların olmaması nedeniyle kıyı bölgelerinde tuzlu su sızmasını önlemek ve taşkınları kontrol altına almak için yer üstü sularının fazlasını yer altına sevk eden düzenekler kurulmaktadır.
•Bu sular yeraltına sızarken geçtikleri kaya veya toprağı eriterek, onların bileşiminde olan elementleri bünyelerine alırlar. Kalsiyum, magnezyum, sodyum, potasyum, demir gibi katyonlar ile, karbonat, bikarbonat, klor, sülfat, nitrat, flor gibi anyonlar içerir. Bazı yeraltı sularının içlerinde suda çözünmüş olarak oksijen ve karbondioksit gibi gazlar bulunur, bir kısmı ise kurşun, bakır, selenyum, çinko, arsenik gibi zehirli elementler içerir. Bu sulardan kaplıca, içme veya kullanma suyu olarak çeşitli biçimlerde yararlanılır. İçlerinde erimiş halde mineral bulunan sular ise “maden suyu” olarak kullanılır.
•Kaynaklar sıcaklıklarına göre farklılık gösterir. Bunların bir kısmı soğuk sular biçimindedir ve içme suyu olarak kullanılır. Yeraltına sızan suların bir kısmı yerin derin kısımlarına iner ve temas ettikleri sıcak kısımlar aracılığı ile ısınırlar. Sıcak suların bir kısmı ise volkanik olaylar sırasında magmadan ayrılan su buharının yoğunlaşması sonucu oluşan sıcak sulardır. Bu sulardan sıcaklığı 40-900C arasında olanlar “kaplıca veya ılıca” adıyla bilinirler. Bu suların mide-bağırsak, deri gibi organlarımızla ilgili hastalıklara ve romatizmaya iyi geldiği tespit edilmiştir. Başka bir deyişle bu sıcak sular Allah’ın “Şafi”(Şifa veren) sıfatının tecellilerindendir.
•Yer altı sularının asıl mucizevî özelliklerinden biri suyun yer altındaki toprak tabakaları arasından hiç çamurlanmadan tertemiz ve içime uygun olarak çıkmasıdır. Su yer altına inerken her biri farklı özelliklere sahip tabakalardan geçer. Bu süzülme işlemi ile içindeki tortu ve pislikten arınarak yer altında birikir. Şüphesiz bu durum Allah’ın insanlara sunduğu sayısız nimetten biridir.
Allah, kullarına karşı iyiliği ve merhameti çok olandır. Yer altı suları da Rabbimiz’in kusursuz tasarımına ve her işi en güzel şekilde tertip etmesine önemli bir örnektir.