A9 TV Canlı Yayın

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Büyük Kedilerin Mükemmel Tasarımları

Doğadaki en vahşi hayvanlar sınıfına giren büyük kedilerin vücutlarındaki ve yaşamlarındaki ilginç sistemler, bir yandan evrim teorisinin geçersizliğini bir kez daha ortaya koyarken, diğer taraftan önemli bir gerçeğin de delillerini oluşturmaktadır: Tüm evreni Yüce Allah en mükemmel şekilde yaratmıştır ve her bir canlı O'nun ilhamı ile hareket etmektedir. Bunun yanı sıra birazdan inceleyeceğimiz örneklerde de görüleceği gibi, Allah canlılara karşı son derece şefkatli olan ve yarattıklarını en iyi bilendir.

Büyük Kedilerin Postları

Kedilerin postlarının iki önemli işlevi vardır; birincisi hayvanı soğuk, sıcak gibi çevresel etkilerden korur, ikincisi kamuflaj görevi görerek diğer hayvanlardan gizlenmelerini sağlar. Yalnızca soğuk bölgelerde yaşayan değil, çölde yaşayan kedilerin de yerdeki ısıyı izole eden uzun postları vardır.

"Vibrissae" olarak da adlandırılan ve çoğunlukla yüzlerinde ve gözlerinin üzerinde bulunan bıyıkları ise çok hassastır. Bu hassas kıllar karanlıkta veya iyi göremediklerinde yollarını bulmayı sağlar. Bunlarla havadaki titreşimleri hissederler. Bunun için bazen ayaklarındaki kılları da kullanarak yerden gelen titreşimleri hissederler. Büyük kedilerin gırtlağı, çoğu yerinin kemik yerine kıkırdak olmasından dolayı daha esnektir. Bu sayede kükreyebilirler. Tüm kedilerin omurga kemikleri çok esnektir her yönde kıvrılabilirler. Bu, düştüklerinde iç organlarının daha az zarar görmesini sağlar.

Aslanlar Büyük Gruplar Halinde Yaşarlar

Sosyal gruplar halinde yaşayan aslanlar 'en sosyal büyük kedi' olarak tanımlanır. Onların bu sosyal gruplarına ise "pride" adı verilir. Bir pride içinde çoğunluğu dişi olan yaklaşık 30-40 kadar aslan bulunur. Diğer bir deyişle, aslanlar büyük aileler halinde yaşarlar. Diğer sosyal hayvanların aksine dişiler arasında hiyerarşi yoktur. Gündüzleri genellikle hep birlikte uyuyan aslanlar, havanın serinlediği saatlerde ise avlanma hazırlıklarına başlarlar. Her biri tek tek, ava farklı yönden yaklaşır. Avlanmayı genellikle yelesiz oluşlarıyla ayırt edilebilen dişiler yapar. Aslan, avına yaklaşık 20 metre mesafeye kadar sürünerek yaklaşır. Hiçbir aslan tok olunca avlanmaz ve aynı anda birden fazla hayvan avlamaz. Sadece gerektiği zaman ve yeterli miktarda avlanırlar. Aslanlar iletişim için işaret bırakma yöntemini kullanırlar. Topraklarının sınırlarını üre bırakarak belirlerler. Bu diğer aslanlara karşı bir uyarıdır: ‘burada başka bir pride yaşıyor, girmeyin!’

Jaguarların Dünyası

Güney Amerika’da yaşayan tek büyük kedi olan jaguarlar genelde leoparlarla karıştırılsalar da onları ayırt etmenin en iyi yolu postlarındaki yonca şeklinin merkezinde bir siyah noktacığın bulunması ve daha kısa olan kuyruklarıdır. Ormanda yaşayan jaguarların postu daha koyu renklidir. Bu onlara, ışığın süzülerek geldiği loş ormanda avlanırken daha iyi kamufle olma imkanı tanır. Diğer büyük kedilerin aksine jaguarın hiç düşmanı yoktur. Bu güçlü kediyi avlamaya çalışan başka bir hayvan bulunmaz. Çok iyi yüzücü oldukları gibi çok da iyi tırmanıcıdırlar. Usta bir balıkçı olan jaguarlar, karada avladıkları hayvanları ağaçlara çıkıp yerler. Diğer büyük kedilere kıyasla çok güçlü bir çeneye sahip olan jaguar avını tek bir ısırıkta avlar. Dişiler ve erkekler sadece çiftleşmek için biraraya gelirler.

Leoparların Farklı Desenleri

Afrika ve Güneydoğu Asya’da yaşayan leoparlar, postlarındaki özel desenden kolayca tanınırlar. Yalnız bu özel desen yeryüzündeki her leopar için farklıdır. Postlarının rengi yaşadıkları yere göre değişiklik gösterir. Düzlüklerde altın rengi ile sarı arasında, çölde sarı krem rengi arasında değişir, dağlık ve ormanlık bölgelerde ise koyu altın renginde olurlar. Siyah olanları ise kara panter olarak bilinir. Son derece güçlü boyun kaslarına sahip olan leopar kendi vücut ağırlığının 3 katı ağırlığında bir avı taşıyabilir. Avlarını da tıpkı jaguarlar gibi ağaçta yerler. Genellikle yalnızdırlar fakat bulundukları toprağı sahiplenirler.

En Güçlü Kedi: Puma

Puma, en saldırgan kedi türlerinden biri olarak bilinir. Oturdukları yerden 12 metre yükseğe kadar atlayabilen pumalar ağaca tırmanma uzmanıdırlar. Kendi ağırlığının 8-9 katı bir hayvanı yere serebilen pumalar dünyanın en kuvvetli kedisi olarak kabul edilirler. Doğduklarında mavi olan gözleri giderek sarı-yeşile döner. Diğer kedi türleri gibi kükreyemezler.

Yalnız Avlanan Kaplanlar

Asya’da yaşayan kaplanlar diğer büyük kedilerden postlarının üzerindeki yatay kesik çizgilerle kolayca ayırt edilirler. Bu desenler tıpkı insanlardaki parmak izleri gibi yeryüzündeki her bir kaplanda farklıdır ve vücutlarının her iki yanında bulunur. Yalnız avlanırlar ancak avı aileleri ile birlikte yerler. Kaplanın postundaki çizgiler özellikle çimenlik bölgelerde, çimenlerin yere düşen gölgesi gibi görünerek avına karşı bir kamuflaj görevi görür. Kuyrukları ise hızlı koştuklarında bir denge unsurudur.

Kedigillerin incelediğimiz bu birkaç özelliğinde karşımıza çıkan sonuç; doğadaki diğer bütün canlılarda olduğu gibi, bu hayvanlarda da açık bir tasarımın görüldüğüdür. Alemlerin Rabbi Yüce Allah, her canlı gibi kedigilleri de ihtiyaçlarına ve bulundukları ortama en uygun özelliklerle birlikte yaratmıştır.

29 Ağustos 2010 Pazar

Buz Çölünde Yaşam

Karanın ve denizin buzullarla kaplı olduğu kutuplarda yaşam oldukça zordur. Dünyanın bu bölgesinde -50 dereceye varan soğuk ve dondurucu rüzgarlar hüküm sürer. Kutupta her saniye ortalama 30 katlı bir apartman yüksekliğinde yeni bir buzdağı oluşur. Burada buzullardan başka bir şey yok sanabilirsiniz.oysa bu zorlu şartlara rağmen kutupta, çok zengin bir canlı çeşitliliği vardır. Hayatın imkansız gibi göründüğü kutup koşullarında rahatça yaşam süren canlıları yakından incelediğimizde canlıların yaratılışındaki mükemmelliğe bir kez daha şahit oluruz.

Kutup Ayısı:
Kutup canlılarını düşündüğümüzde ilk akla gelen soru; nasıl olup da böylesine zorlu koşullarda hayatta kalabildikleridir. Bunun yanıtı kutup canlılarının vücutlarının soğukta yaşamak için tam donanımlı olmasıdır. Örneğin kutup ayılarını incelediğimizde, özellikle soğuk ortamda yaşamak üzere tasarlandıklarını görürüz. Yetişkin bir kutup ayısı, ortalama 2.5 metre boyunda ve 800 kg ağırlıktadır. Ayakları buzda yürümeye en elverişli yapıdadır. Parmaklarının arasındaki oyuklar, buz yüzeyini vakum etkisiyle kolayca kavramasını sağlar. Böylece buz üzerinde uzun mesafeleri kaymadan kolaylıkla yürüyebilir. Parmaklarının arasındaki ağımsı yapı ise suyun içinde kolayca yüzebilmesini sağlar. Böylece saatte 10 kilometre hızla yüzebilir ve 100 kilometre gibi bir mesafeyi dinlenmeden katedebilir. Buzlarla kaplı soğuk suya özel kıyafetler giymemiş bir insan girerse dakikalar içinde ölür, ama kutup ayısının üşüme gibi bir problemi yoktur. Bunu 5 cm kalınlıktaki kürkünün özel yapısına borçludur. Kutup ayısının tüyleri beyaz görünmesine rağmen aslında şeffaftır. Fiberoptik özellikteki bu tüyler ısı kaybını önlerken, güneş ışınlarının sıcağını alttaki siyah renkli kürke kadar iletir. Kürkünün hemen altında ise 10 cm kalınlığında bir yağ tabakası bulunur. Böylece kürkü ayıyı soğuk dış ortamdan tamamen yalıtmış olur. Bu kürk yüzmeye de elverişlidir. Suyun içindeyken tüyler bir araya gelerek birbirine yapışır ve kutup ayısı su geçirmez yumuşak bir dalış elbisesi giymiş gibi olur. Kutup ayısı kürkünün bu özellikleriyle 37 derece olan vücut sıcaklığını, suyun içinde ya da üstünde olsun, uzun süre koruyabilmektedir. Hatta üşümenin aksine, vücudunun aşırı ısındığı zamanlar bile olur. Bu nedenle, çoğu zaman kutup ayıları hararetlerini gidermek için vücutlarını buza sürterler.

Kutup ayısı bu uçsuz bucaksız buz çölünde avlanmak için uzun mesafeleri kat etmek zorundadır. Bu arada güvendiği bir duyusu vardır: Koklama. Kutup ayısının burnu oldukça hassastır. Öyle ki 30 km ötedeki bir fokun kokusunu bile rahatlıkla duyar.

Buzdan bir dünyada, hayatından oldukça memnun yaşayan kutup ayılarının sırrı, onların bu koşullara uygun olarak yaratılmış olmalarıdır. Yüce Allah her canlıyı olduğu gibi, kutup ayısını da ihtiyaçları doğrultusunda en mükemmel tasarımla yaratmıştır.

Kutup Kuşları:

Kutuplardaki zorlu ortamı kendine ev edinenler arasında kuşlar da bulunur. Bunlar “kartavuğu” olarak bilinen “Tarmagin” kuşlarıdır. Yıl boyunca kutuplarda yaşarlar. Mevsimine göre tüylerinin rengi değişen bu kuşların yazın kahverengi olan tüyleri, kışın bembeyazdır. Böylece çevreye göre kamufle olarak düşmanlarından kolayca saklanırlar. Balıkçıl kuşlar da denizin barındırdığı zengin çeşitlilikten faydalanırlar. Çünkü havada uçmaya elverişli vücutları suya dalmalarına da olanak tanır. Suyun altında kanatlarını tıpkı birer yüzgeç gibi kullanabilmektedirler. Balıkçıl kuşların ciğerlerinde tuttukları hava, 3 dakikalık bir derin dalış için yeterlidir. Kanatlarının altında tuttukları hava kabarcıkları sayesinde ise jet hızıyla su yüzeyine çıkarlar. Kutuplarda yaşayan bu kuşların sahip oldukları yetenekler, bize, onların bu ortama uygun olarak yaratılmış olduklarını gösterir. Yüce Allah kutup kuşlarını, yaşadıkları çevreye en uygun özelliklerle yaratmıştır.

Penguenler:

Bir kuş türü olan penguenler, kutuplarda buz üstünde yaşayan en kalabalık topluluktur. Diğer kuşlar gibi havada uçamazlar, ama derin suların en usta yüzücüleridirler. Suyun altında bu denli çevik ve hızlı olabilmelerini benzersiz vücut özelliklerine borçludurlar. Vücutlarını kaplayan kürkleri, derilerinden üretilen özel bir yağ sayesinde su geçirmezdir. Kaygan bir dalgıç kıyafetine sahip penguenler, böylece su altında saatte 25 km’ye varan bir hızla yüzebilirler.

Havada uçan kuşlar hafif olmak zorundadırlar, bu yüzden kemiklerinin içi boş olacak şekilde yaratılmıştır. Oysa penguenler derinlere dalabilmek için ağırlığa ihtiyaç duyarlar. İşte bu nedenle farklı bir yaratılışları vardır: kemiklerinin içi doludur. Böylece rahatlıkla balıkların peşinden derin sulara dalabilirler.
Penguenler bu çok özel tasarımları sayesinde, 600 metre derine dalabilen tek kuş türüdürler. Böyle bir dalış 10-15 dakika sürebilmektedir. Sürenin böylesine uzun olmasının başka bir sebebi daha vardır. Araştırmalara göre bu dondurucu soğuk sulardaki balıkları yedikçe, penguenlerin mideleri soğumakta, böylece metabolizmaları da yavaşlamaktadır. Yavaş çalışan metabolizma sayesinde kasların oksijen ihtiyacı azalır ve penguenin suyun altında kaldığı süre de uzamış olur.

Peki, -50 dereceye varan soğukta, dondurucu rüzgarlara ve tipiye rağmen bu penguenler nasıl donmadan ayakta durabilirler? Bu sorunun cevabı, kürklerindeki tasarımda gizlidir. Kürkleri 3 kattan oluşur. İlk katman birbiri üzerine yapışmış dış tüylerdir. Hemen altında bir duvar gibi izolasyon görevi gören bir hava katmanı yer alır. Üçüncü ve son katman ise kalın bir yağ tabakasıdır. Bu özel tasarlanmış kürk sayesinde penguenler günler, haftalar hatta aylar boyunca keskin soğuğa karşın donmadan yaşayabilmektedirler.

Penguenlerin yalnızca ayakları buzla temas halindedir. Peki aylarca ayakta duran penguenlerin ayakları da mı donmaz? Hayır. Çünkü penguenlerin ayakları da özel bir tasarıma sahipti
r. Donmayan ayakların sırrı, içlerindeki benzersiz damar ağıdır. “Karşıakım ısı değişimi” adı verilen bu dolaşım sisteminde, ayaklardaki kanı geri taşıyan toplardamarlar, atardamarların hemen etrafını bir ağ gibi örmüştür. Atardamar devamlı olarak toplardamarları ısıtır, toplardamarlar da atardamarı soğutur. Böylece damarlardaki ısı, kaybedilmeden hemen geri kazanılır. Bu özel damar ağı sayesinde penguenler vücut ısılarını asla kaybetmezler ve ayakları da üşümez.
Yüce Allah penguenleri böyle bir ortamda rahatlıkla yaşayabilecekleri sistemlere sahip olarak, üstün bir yaratılışla yaratmıştır.

Foklar:

Bütün yılı kutupta geçiren bir başka canlı türü ise foklardır. Yeni doğmuş bir fok yavrusu, yüzmeyi öğreninceye dek su üstünde kalmak zorundadır. Bu sırada postu, kamufle olup saklanabileceği şekilde beyaz renktedir. Büyüyüp geliştikçe kürkü de koyulaşır. Kalın kürkünün hemen altındaki 10 cm kalınlığındaki yağ tabakası ise onu soğuktan korumaya yeterlidir. Yavru fok, beyaz kürkünün rengi ile düşmanlarından, kalın yağ tabakası sayesinde de donmaktan korunmaktadır. Foklar da karadaki diğer canlılar gibi soluk almak zorundadırlar. Yine de uzun ve derin dalış konusunda ustadırlar. Bu özelliklerini, kanlarının biyokimyasal yapısına borçlular. Fizyolojik olarak, bir canlının ciğerlerinde tuttuğu havayı kullanarak derinlere dalması, vurgun yemesine neden olur. Fokun kanındaki alyuvarların yapısı ise bol miktarda oksijen depolamaya uygun bir tasarıma sahiptir. İşte bu nedenle fok, ciğerlerinde hava tutarak dalmaz, ihtiyacı olan oksijeni kanında çözünmüş olarak taşır. Ciğerlerinde hava tutmadığı için derinlere de rahatlıkla inebilmektedir. Araştırmalara göre fokun kanı, oksijen taşıma kapasitesi en yüksek kandır. Böylece foklar, tek bir dalışta, su altında yaklaşık 1 saat kalabilirler. Eğitimli dalgıçlar ise tüpsüz dalışlarda bu derinliklerde en fazla 4 dakika kalabilmektedirler.
Tüm bu bilgiler açık bir gerçeği göstermektedir: Fok, kanındaki bu özelliği kendi başına geliştirmiş olamaz. Su basıncının bedeni üzerindeki zararlı etkilerini değerlendirerek böyle bir çözüm oluşturamaz. Şüphesiz fokun kanındaki benzersiz özellik, her şeyin bilgisine sahip bir Yaratıcı'nın eseridir. Foku, derinlerde rahatlıkla avını arayabilecek bedensel özelliklerle birlikte Yüce Allah yaratmıştır.

6 ay gecenin yaşandığı Kuzey Kutbunda sular da karanlıktır. Peki fok karanlık, derin sularda avını nasıl bulur?

Fok, avını gözlerini kullanmadan, suda bıraktığı izleri takip ederek bulur. Bu izler çıplak gözle görülemeyen, avın hareketiyle suda oluşan hidrodinamik dalgalardır. Fok, avına yalnızca bu izleri takip ederek ulaşır. Bu yetenek sayesinde fokların karanlık ya da bulanık sularda avlanmaları hiç de zor olmaz. Fok, memeli bir hayvandır. Hayatta kalabilmesi için soluk alması şarttır. Bu yüzden buzlarla kaplı suyun altında kendine bir çıkış deliği arar. Bulamadığında ise kendine bir çıkış oluşturmak zorundadır. İşte bu noktada uzun dişleri kendisine yardım eder. Uzun dişleri
yle buzu rahatça kemirir, kırar ve böylece havaya kavuşur.

Foklar buzlarla kaplı bir ortamda yaşamak üzere tasarlanmış ve yaratılmışlardır. Sahip oldukları özellikler sayesinde avlarına rahatlıkla ulaşır, tehlikelerden korunur ve yaşarlar.

İncelediğimiz tüm canlılar kutuplarda doğar, yaşar ve ölürler. Onlar yaşamlarından memnundurlar. Çünkü bu canlılar özel olarak soğuk koşullarda yaşamak üzere tasarlanmış olan varlıklardır. Bu canlıların her biri, bize onları yaratan Yüce Allah’ın sonsuz bilgisini, yeryüzündeki gücünü ve hakimiyetini göstermektedir.

Kutup Tilkisi:

Kutup koşullarına uygun olarak yaratılmış diğer bir hayvan ise kutup tilkisidir. Değişen iklim şartlarına ve çevreye göre bu tilkinin kürkü de değişerek en uygun hale gelir. Yazın eriyen buzla ortaya çıkan toprak, tilkinin saklanması ve avına usulca yaklaşması için bir problem oluşturmaz. Çünkü kürkü, artık üzerinde dolaştığı toprakla aynı renkte, kahverengidir. Kışın kar ve buz her yeri kapladığında ise tilki yine bir sorun yaşamaz. Kürkünün rengi değişir ve bembeyaz olur. Bu beyaz dünyada onu çevreden ayırt etmek yine imkansız gibidir. Kısacası her iki durumda da tilki ortama en uygun kamuflaj giysisi içinde, kendini diğer hayvanlara sezdirmeden dolaşmaya devam eder. Elbette tilki diğer canlıların onu nasıl gördüğünü bilemez. Bilse bile kendi kürkünün rengine asla karar veremez. Açıktır ki, onu her şeyi bilen Yüce Allah bu özelliklerle birlikte yaratmıştır. Allah tilkiyi de her koşulda yaşayabilecek, besinini kolayca elde edebilecek özelliklerle donatmıştır.

Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.(Casiye Suresi, 4)

27 Ağustos 2010 Cuma

Ayın Yörüngesi


Ay'ın yörüngesi, diğer gezegenlerin uyduları gibi düzgün bir yörüngede ilerlemez. Ay, kendi yörüngesinde seyrederken Dünya'nın, bazen önüne bazen arkasına geçer. Aynı zamanda Dünya'yla birlikte Güneş'in etrafında da döndüğünden, uzayda sürekli "S" harfi benzeri bir yörünge çizer. Ay'ın uzaydaki bu yörüngesinin şekli, Kuran'da "... eski bir hurma dalı gibi döndü (döner)" (Yasin Suresi, 39) ifadesiyle tarif edildiği gibi, kurumuş hurma ağacı dalının eğriliğine oldukça benzemektedir. Nitekim ilgili ayette geçen "urcun" kelimesinin anlamı, ‘kuruyup incelmiş, bükülmüş hurma dalı’dır ve hurma ağacının meyveleri toplandıktan sonra, salkımdan geriye kalan kısmı ifade etmek için kullanılır. Ayrıca bu salkım dalının "eski" ifadesiyle tasvir edilmesi de son derece hikmetlidir, çünkü hurma dalının eskisi daha ince ve daha eğridir.




Kuşkusuz ki 1400 sene evvel Ay'ın yörüngesi hakkında bilgi sahibi olmak mümkün değildi. Günümüz teknolojisi ve bilgi birikimi ile tespit edilebilen bu şeklin, Kuran'da böylesine kusursuz bir benzetme ile bildirilmesi, mübarek Kuran'ın bilimsel mucizelerinden sadece biridir.

Bezuar Keçilerinin Kimya Bilgileri



Bazı canlılar zehirlendiklerinde hemen vücutlarındaki zehri etkisiz kılacak besinleri yerler. Bu canlıların, zehrin ve zehirlenmeyi önleyen besinin kimyasını biliyormuşcasına aldıkları bu olağanüstü önlemin tek açıklaması vardır: Allah onlara bu tedbiri ilham etmektedir.

Bezuar keçisi, doğadaki bu usta kimyagerlerden biridir. İsmini de bu özelliği nedeni ile almıştır. Bezuar ismi, Farsça' da 'ilaç' anlamına gelen bir kelimeden türemiştir. Bu canlı, kendi kendini tedavi etme konusunda uzmandır. Bezuar keçisi ne zaman bir yılan tarafından ısırılsa, hemen yaşadığı çevrede yetişen sütleğen bitkisi türlerinden birini yemeye başlar. Bu son derece hayret verici bir davranıştır. Çünkü gerçekten de sütleğen bitkisinin içindeki sıvıda bulunan "Öforbon" maddesi kana karışan yılan zehrini etkisiz hale getirmektedir. Burada tekrar şaşırtıcı bir gerçekle karşı karşıya kalırız: Günlük otlamaları sırasında sütleğenlerden kesinlikle yemeyen Bezuar keçilerinin bu bitkileri tedavi maksatlı kullanmalarını sağlayan nedir? Bezuar keçileri sütleğen otlarının içinde hangi kimyasal maddelerin olduğunu nereden bilmektedirler? Peki ya bu kimyasalların, yılan zehrini tedavi edici etkilerinin olduğunu nasıl öğrenmişlerdir?

Keçilerin, kendilerini yılan ısırdığında buldukları tüm otları yiyerek, yani deneme-yanılma metodunu kullanarak bir panzehir bulmaları mümkün değildir. Uygun otu bulmaya çalışırken deneme yapan keçi doğru otu bulana kadar muhtemelen ölecektir. Kaldı ki o anlık başarılı olsa bile, tek bir sefer yetmeyecek, keçinin her yılan ısırdığında aynı isabetli seçimi yapması gerekecektir. Bütün imkansızlığına rağmen keçinin bunu başardığını varsayalım. Ancak bu da yeterli olmayacaktır.

Çünkü Bezuar türünün neslini devam ettirebilmesi için, türün diğer üyelerinin de bu davranış özelliğine sahip olmaları şarttır. Elbette ki bu imkansızdır. Bunun için keçilerin kendilerinden sonra gelen nesilleri deneyimlerinden haberdar etmeleri gerekmektedir. Ancak bir canlının sonradan öğrendiği bilgileri kendinden sonra gelen nesillere genetik olarak aktarması imkansızdır. Örneğin: Birkaç nesil boyunca piyano çalan bir ailenin yeni doğan çocuklarının da ailenin diğer üyeleri gibi piyanoyu çalabilmek için öğrenmesi gerekecektir. Aile üyeleri ne kadar ünlü ve başarılı piyanistler olurlarsa olsunlar, bu özelliklerini bir sonraki nesle aktaramazlar. Çünkü bu, genetik bir özellik değil, sonradan edindikleri bir özelliktir. Dolayısıyla, öğrenilen bilgiler ya da davranışlar, o türe değil sadece o canlıya aittir. Bu gibi bilgiler üzerinde derinlemesine düşünmek canlıların davranışlarının tesadüfen ortaya çıkamayacağını anlamak için yeterlidir. Bütün canlılar yaşamaları için gerekli olan bilgilere sahip olarak doğarlar. Allah hepsini bir anda yaratır. Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:

"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır." (Hud Suresi, 6)

26 Ağustos 2010 Perşembe

Bir Gece Avcısının Üstün Sistemleri: Baykuşdaki Yaratılış Mucizesi

Baykuşlar genellikle geceleri aktiftirler. Birçok canlı için saklanma ve uyuma zamanı olan bu vakit onlar için avlanma zamanıdır. Karanlık, gece avlanan canlılar için bir dezavantaj gibi görünse de sahip oldukları özel donanımlarla bu canlılar karanlıkta da rahatlıkla hareket edebilmektedirler.

Örneğin baykuşların işitme sistemi pek çok canlınınkinden kat be kat üstündür. Kulakları gözlerinin arkasında kafanın yanlarında bulunur. Bir baykuşun duyum eşiği insanlarınkinden farklı değildir
ancak baykuşlarınki belli frekanslarda daha keskindir. Bu sayede yaprakların veya çalıların altındaki avlarının en ufak hareketlerini bile duyarlar.

Peçeli baykuş veya Tengmalm's (Boreal) baykuşu gibi gece gezen
bazı baykuşlarda asimetrik kulak delikleri vardır: Kulaklarından biri diğerinden daha yukarıdadır. Bu türlerin özelliği, sesleri kulak deliklerine yönlendiren bir nevi radar çanağı görevi gören yüz yuvarlaklarının olmasıdır. Bu yuvarlağın şekli özel yüz kasları kullanılarak isteğe göre değiştirilebilir. Ayrıca baykuşun gagası ses dalgalarının üzerine toplandığı alanın artması için aşağı doğrudur.

Bir baykuş, bu benzersiz ve hassas kulakları; yaprak, yeşillik hatta kar altındaki avının hareketlerini dinleyip yerini tespit etmede kullanır. Baykuş ses duyduğu zaman, avının yerini sesin sol ve sağ kulak tarafından algılanmasının arasındaki zaman farkından anlar. Örneğin eğer ses sol tarafından geliyorsa, o zaman sol kulak bunu sağ kulaktan önce duyacaktır. O zaman baykuş kafasını çevirecektir ve iki kulağı da sesi aynı anda duyacaktır. Böylece de avının tam önünde olduğunu bilir. Baykuşlar sol/sağ zaman farkını 0.00003 saniyede teşhis edebilirler.i

Bir baykuş asimetrik ve aynı olmayan kulak deliklerini kullanarak sesin aşağıdan mı yoksa yukarıdan mı geldiğini de anlayabilir. Peçeli baykuşun sol kulak deliği sağdakinden daha yukarıdadır- böylece baykuşun görüntü çizgisinin aşağısından gelen bir ses sağ kulağa önce ulaşacaktır.

Sola, sağa, yukarı, aşağı işaretlerin çevirisi, baykuşun beyninde anında birleştirilir ve s
es kaynağının bulunduğu yerin zihinsel görüntüsü oluşur. Baykuşun beyni ile ilgili yapılan çalışmalarda, işitmeyle ilgili olan bölümün diğer kuşlarınkinden çok daha karmaşık olduğu ortaya çıkmıştır. Bir Peçeli baykuşun bu bölgede en az 95,000 nöronu olduğu saptanmıştır. Bu, karganın aynı iş için kullandığı sinir sayısının tam üç katıdır.ii

Baykuş avının yerini belirledikten sonra, ona doğru uçup kafasını avın çıkardığı en son sesle aynı yön çizgisinde tutacaktır. Eğer av bir kere daha hareket ederse, baykuş yönündeki gerekli düzenlemeleri havadayken yapar. Avına yaklaşık 60 cm. kala ayaklarını öne getirerek, pençelerini oval bir şekilde açar ve saldırmadan önce ayaklarını yüzünün önüne getirir, hatta avını öldürmeden önce genellikle gözlerini kapatır.

Baykuş avının yerine saptamak için, 2 tip işitsel sinyal kullanıyor: biri geçici bir bilgi sağlıyor, diğeri sesin şiddetindeki değişimi algılanmasına yarıyor. Sağ yanında hareket eden bir farenin ayak sesi ilk etapta sağ kulak tarafından algılanıyor, sonra sol kulak tarafından. Sağ ve sol kulağın algılama süresi arasındaki zaman farkı saniyeden çok daha küçük bir birimle ancak ifade edilebilir. Bu iki sinyal baykuşun beynindeki özel nöronlara aktarılıyor. Aynı anda, kulakları sağ ve sol arasındaki bu mikro zamanı tespit ediyor ve aynı nöronlara yollanıyor. ABD'li 2
araştırmacıya göre beyinde 2 boyutlu ses haritası oluşmasını sağlayan en önemli etken bu 2 tip sinyalin birleşimidir.iii

Baykuş Gözlerindeki Mükemmel Yaratılış ve Görme Fizyolojiler

Baykuşların en çarpıcı özelliklerinden biri de gözlerindeki özel yapıdır. www.owlpage
s.com adlı internet sitesinde mükemmel bir avcı olarak yaratılmış olan bu kuşun gözleri ile ilgili ayrıntılı bilgilere yer verilmiştir:

Başın ön tarafına yerleştirilmiş olan baykuşun gözleri oldukça
büyüktür. Bazı türlerde vücut ağırlığının yüzde beşini gözler oluşturur. Bu büyük bir orandır. Eğer bizim için de böyle bir oran geçerli olsaydı gözlerimizin büyüklüğünün iri bir greyfurt kadar olması gerekirdi.

Gözlerinin öne doğru olması baykuşlara geniş menzilli dürbün görüşü (bir nesneyi aynı anda iki gözle görebilme) sağlar. Hayvan dürbün görüşü sayesinde nesneleri üç boyutlu olarak görüp hatasız bir uzaklık tespiti yapabilir.

"Bir baykuşun görüş alanı, 70 derecesi dürbün görüşü olmak üzere yaklaşık 110 derecedir. Kıyaslayacak olursak, insanların 140 derecesi dürbün görüşü olmak üzere180 derecelik görüş alanı var. Bir çulluğun gözleri kafasının yanındadır ve 360 derecelik inanılmaz bir görüş alanı vardır ama bunun sadece 10 derecesi dürbün görüşüdür."iv

Baykuşun gözleri özellikle az ışıklı durumlarda verimliliğini artırmak için büyük olarak yaratılmıştır. Aslında gözler sanki birer küre değil de uzatılmış tüpler gibidir. Bunlar kafatasındaki Sclerotic halkalar adı verilen kemiksi yapılar tarafından yerlerinde tutulurlar. Bu nedenle gözlerini oynatamazlar yani sadece doğrudan önlerine bakabilirler!

Ancak bu kesinlikle bir eksiklik değildir. Baykuştaki kusursuz yaratılış boyunlarının büyük dönüş kapasitesi ile tamamlanmıştır. Kuşun uzun ve esnek boynu tüyler arasına saklandığından hiç yokmuş gibi görünür. Bir baykuşun boynundaki 14 tane omur vardır ki bu insandaki omur sayısının tam iki katı kadardır. İşte bu mükemmel yaratılış baykuşun kafasını tam 270 derece döndürebilmesini sağlar.

Birçok baykuş gecenin zifiri karanlığında avlanır. Bu nedenle gözlerinin ışık toplama ve işleme veriminin yüksek olması şarttır. Bu da büyük bir kornea ve gözbebeği ile mümkün kılınmıştır. Göz bebeğinin boyutu iris (cornea ile lens arasında asılı bulunan ince zar) tarafından kontrol edilir. Göz bebeği büyüdüğünde daha fazla ışık göz merceğinden geçip büyük retinaya düşer. Retina görüntünün üzerinde oluştuğu hassas dokudur.

Baykuşun retinasında çubuk hücresi olarak adlandırılan ve ışığa karşı oldukça duyarlı olan çok sayıda hücre bulunur. Bu hücreler ışığa ve harekete çok duyarlı olmalarına rağmen, renge o kadar hassas değillerdir. Renge tepki verdikleri için bu hücrelere koni hücreleri denir. Baykuşlarda bu hücrelerden çok az bulunur. Bu yüzden de baykuşlar ya siyah beyaz ya da çok az renk görürler. Ancak keskin işitme ve görme duyularına sahip olmaları nedeniyle bu durum bir dezavantaj oluşturmaz.

Pek çok kimse baykuşların olağanüstü gece görüşüne sahip olmaları nedeniyle, güçlü ışıkta göremediklerini zanneder. Bu doğru değildir, çünkü göz bebeklerinde doğru miktardaki ışığın retinanın üzerine düşmesini sağlayan geniş bir ayarlama özelliği vardır. Hatta bazı baykuş türleri parlak ışıkta insanlardan bile daha iyi görürler.

Avlarına sık sık ani saldırılar düzenleyen bir avcının böyle üstün özelliklerdeki gözlerinin özel bir korunma mekanizmasına ihtiyacı vardır. Baykuşların gözlerini koruyan 3 adet göz kapakları vardır. Bunlar normal, alt ve üst göz kapaklarıdır. Baykuş göz kırptığında üstteki göz kapağı kapanır, uyuduğunda ise alttaki. Üçüncüsüne ise göz kırpma zarı adı verilir. Bu gözün üzerinde bulunan ve içten dışa doğru diyagonal biçimde kapanan ince bir dokudur, gözün yüzeyinin temizlenmesini ve korunmasını sağlar.

Baykuşlarla ilgili olarak kısaca değindiğimiz bu özellikler çok açık bir yaratılışın varlığını ortaya koymaktadır. Bu da bize baykuşları sonsuz kudret sahibi olan Rabbimiz'in var ettiğini gösterir. Baykuşları üstün özellikleriyle Allah yaratmıştır. Doğadaki her canlı Rabbimiz'in üstün sanatını ve benzersiz ilmini bize tanıtır.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Strateji Uzmanı Yer Sincabı

Science dergisinin 15 Ağustos 2006 tarihli yayınında yer alan bir habere göre, California Üniversitesi'nden Aaron Rundus'un ortaya çıkardığı bir gerçek evrendeki benzersiz yaratılış örneklerinden birini daha gözler önüne serdi.

Hayvan davranışlarını inceleyen bilim adamı, yer sincaplarının çıngıraklı yılanların göz çukurlarının altındaki enfraruj ısı sensörlerini yanıltmak için ilginç bir strateji uyguladıklarını fark etti. Laboratuvar deneylerinde anne sincaplarla çıngıraklı yılanlar karşı karşıya getirildiklerinde, sincaplar yılanlara doğru kuyruklarını sallıyorlardı ve bunu yaparken de kuyrukları ısınıyordu. Enfraruj sensörlere sahip olmayan keseli yılanlarla karşı karşıya geldiklerinde ise kuyrukları ısınmıyordu (ScienceNOW Daily News, Betsy Mason, A Tail of Self Defense, 15 Ağustos 2006).

Aaron Rundus sincapların, kuyruklarındaki bu ısınmayı kan damarlarını genişleterek elde ettiklerini düşündü. Isınan kuyruğun yılanı etkisiz hale getirdiğinden emin olabilmek için ise bir robot-sincap üretti. Bunun için gerçek sincap kürkü ve uzaktan kumanda edilip ısınabilen bir kuyruk kullandı. Çıngıraklı yılanlar gerçeği çok andıran robot-kuyruğu inandırıcı bulmuşlardı. Rundus bazı denemelerde kuyruğu oda sıcaklığında tuttu. Bazılarında ise ısıyı sincabın kuyruğunun ısındığı an ulaştığı derece olan 28 dereceye kadar çıkardı. Sonuç başarılıydı. Yılanlar ısı yükseldiğinde robot-sincabın uzağında kalmaya büyük bir dikkat gösteriyorlardı (ScienceNOW Daily News, Betsy Mason, A Tail of Self Defense, 15 Ağustos 2006).

Bu keşfin ardından Chicago Üniversitesi'nde sincap davranışları üzerine çalışan davranış ekolojisi uzmanı Jill Mateo, “Bu çalışma, doğa hakkında ne kadar az şey bildiğimizi gösterdi." (ScienceNOW Daily News, Betsy Mason, A Tail of Self Defense, 15 Ağustos 2006) demiştir.

Hiç kuşku yok Aaron Rundus'un bu keşfi yer sincaplarının kendilerini ve yavrularını çıngıraklı yılanlara karşı savunmak için son derece zekice düşünülmüş bir yöntem kullandıklarını gözler önüne sererken pek çok soruyu da beraberinde getirmiştir. Bunların başında kuşkusuz şu soru gelmektedir: Yer sincabı kuyruğunu ısıtıp sensörleri yanıltacak bir sistemi nasıl geliştirmiştir? Hayvan, bunun etkili bir savunma yöntemi olduğunu nereden bilmektedir? Öte yandan, bu sistemi hangi hayvana karşı kullanacağını nasıl tespit edebilmekte, enfraruj sensörü olan hayvanı olmayandan nasıl ayırt edebilmektedir?

Cevap ise çok açıktır: Hiç şüphesiz bir yer sincabı düşmanını nasıl etkisiz hale getireceğini kendiliğinden bilemez. Düşmanına karşı kendi kendine savunma taktikleri geliştiremez. Ve bunların yanında, bu savunma metodunu kullanmak için uygun olan yapıyı da kendiliğinden bedeninde var edemez. Evrendeki her şeyi mükemmel bir kusursuzluk içinde yaratan Rabbimiz Allah'ın yaratışındaki sanatın detaylarından biri olan mucizevi özellik yer sincabıyla birlikte var olmuş, yani onunla beraber yaratılmıştır. Bir Kuran ayetinde bildirildiği gibi,"Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır; dilediğini yaratır. Allah her şeye güç yetirendir."(Maide Suresi, 17)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Gerçek Hayatın Yaşanacağı Sonsuz Ahiret

Gerçek Hayatın Yaşanacağı Sonsuz Ahiretİnsan yaşadığı her an Allah'ın kendisi için yaratmış olduğu yüzlerce nimet ve güzellikle karşılaşır; soluduğu temiz hava, her biri birbirinden farklı ve etkileyici güzellikteki doğa manzaraları, hayvanlardaki eşsiz güzellikler ve birbirinden ihtişamlı bitkiler, çiçekler ve insan güzelliği ruhta derin etkiler bırakır. Ama dünya hayatındaki tüm bu güzelliklere dair bilinmesi gereken çok önemli bir gerçek vardır; Rabbimiz'in bildirdiği gibi, "... Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir." (Al-i İmran Suresi, 185)

Dünya hayatının aldatıcılığı, onun geçiciliğinden, bir gün mutlaka yok olacak olmasından kaynaklanmaktadır. Kuran'ın
"O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, Allah yeryüzünü ve dünya nimetlerini insanlardan hangilerinin salih davranışlarda bulunacaklarının denenmesi için yaratmıştır. İnsan burada çok kısa bir süre kalacak ve dünya nimetlerinden ancak sınırlı bir süre için faydalanabilecektir. İnsanın gerçek hayatını yaşayacağı yer ise ahirettir. Allah Kuran'da ahiretin insanların "asıl hayatı" olduğunu şöyle bildirmiştir:

Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)

Dolayısıyla insanın çok kısa olan dünya hayatını kendisine amaç edinip geçici dünya nimetlerinin hırsıyla hareket etmesi büyük bir aldanıştır. Allah dünya hayatında elde edilen yararların geçici ve değersiz olduğunu hatırlatarak insanları uyarmıştır:

... (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)

Peygamber Efendimiz (sav) de bir hadis-i şerifinde cennet ile dünya arasındaki farkı şöyle bir örnek ile açıklamıştır:

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır." (Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Vakı'a 1; Müslim, Cennet 6, (2826); Tirmizi, Cennet 1, (2525).)

"Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır..." (Hz. Enes'ten bu şekilde aktarılmıştır.)

Peygamberimiz (sav)'in bildirdiği gibi bu dünyadaki nimetler cennet nimetlerinin ancak çok küçük bir örneği olabilir. Dünya hayatının nimetleri ne kadar güzel, etkileyici ve kalıcı görünse de, insan bunların ardında gizlenen bu önemli gerçeği hiçbir zaman unutmamalıdır. Yalnızca bir aldanıştan ibaret olan bu dünyanın sahte süslerine kapılmanın, kendisini hem dünyada hem de ahirette hüsrana sürükleyeceğini bilmeli, her anında bu bilinçle hareket etmelidir.

Allah, gerçek hayatın yaşanacağı sonsuz ahiret için çaba harcayanlara hem dünyada hem de ahirette
"güzel bir hayat" vereceğini vaat etmiştir. (Nahl Suresi, 97) Aksinde ise, insanlar için dünya hayatında "sıkıntılı bir geçim" vardır:

"Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (Taha Suresi, 124)

Müminler Kuran'da bildirilen bu gerçeklerin farkındadırlar. Yaşadıkları her anın, dünya hayatında karşılarına çıkan herşeyin imtihanlarının bir parçası olduğunu bilirler. Bu nedenle çekici kılınan dünya nimetlerine karşı tutkulu bir sevgi duymaz, bütün hayatlarını kendilerine vaat edilen ahireti kazanabilecekleri şekilde geçirirler. Kendilerine Allah'ın rızasını kazanmayı amaç edinir, dünya hayatına ise ancak gereği kadar değer verirler. Bu yüzden hem yaşamları güzel geçer hem de kalpleri rahat ve huzurludur. Bu gerçeklerden gaflet içinde olan, ya da bilen fakat bunları görmezden gelmeyi seçen insanlar ise, dünya hırsı nedeniyle çoğu zaman bir sıkıntı ve memnuniyetsizlik içindedirler.

(http://www.olumkiyametcehennem.net/)

22 Ağustos 2010 Pazar

Vücudumuzda Hiç Ağrı Hissetmeseydik

Vücudumuzda Hiç Ağrı Hissetmeseydik“… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara Suresi, 216)

Ağrı vücudun savunma sisteminin bir parçasıdır. Bu his vücutta sağlığı olumsuz yönde etkileyecek bir durum oluştuğunu işaret eder ve buna karşı önlem alınmasını sağlayarak, vücutta oluşabilecek fiziksel zararın asgariye indirilmesine yardımcı olur. Nitekim bir kişi herhangi bir durumda ağrı duyuyorsa ağrıyı ortadan kaldıracak bir önlem alır ve bu şekilde vücuda verilen zararı ortadan kaldırır. Örneğin eli sıcak suda yanan kişi yanma hissinin oluşturduğu acı ile elini hemen sudan çekerek derisinin zarar görmesini engeller, oluşan acı hissinin devam etmesi durumunda tıbbi yöntemlerle, koruyucu tedbirler alır. Ya da vücudunun herhangi bir yerinde oluşan ani bir ağrı sonucunda doktora giderek ileride ciddi rahatsızlıklara neden olabilecek bir hastalığı henüz tam gelişmemişken tedavi ettirebilir.

Ağrı ve acı hissi insanı çok rahatsız eden duygular olmasına karşın, eğer Yüce Allah bu hissi vermemiş olsaydı vücut acı ve ağrı oluşturan durumlara tepki vermez ve çok daha büyük sağlık sorunları oluşabilirdi. Bu hissin büyük bir rahmet olduğunu hatırlatan gerçek ise “konjenital analjezi” adı verilen ve ağrıya karşı duyarsızlık olarak tanımlanan bir rahatsızlıktır. Yüce Allah’ın “… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara Suresi, 216) ayetinde haber verdiği gibi şer gibi görünen ve insanlar için rahatsız edici bir duygu olan ağrı hissi, gerçekte sanılanın tam aksine insan için büyük bir hayırdır.

Ağrı, her insan için son derece rahatsız edici bir duygudur. Çünkü bu his oluştuğunda günlük işlerimizi yapmakta zorlanabilir veya çalışamaz hale gelebiliriz. Ancak Yüce Allah bu duyguyu çok özel bir nimet olarak vermiştir. Çünkü ağrının görevi bizi rahatsız ederek ağrının olduğu bölgeye dikkatimizi çekmek ve vücudumuzda bir şeylerin yolunda gitmediği yönünde bizi uyarmaktır. Bu nedenle “konjenital analjezi” denilen ve doğuştan ağrıya karşı duyarsız olmaya neden olan rahatsızlık, birçok kişi tarafından zannedildiği gibi kişiye avantaj sağlayan değil, aslında birçok konuda kişi için risk oluşturan bir hastalıktır.

Vücudumuzda Herhangi Bir Rahatsızlık Oluştuğunda Ağrı Hissetmeseydik Ne Olurdu?

“Konjenital analjezi” adı verilen ağrıya karşı duyarsızlık hastalığı, doğuştan itibaren dış uyaranlardan gelen fiziksel acıları hissetmeme durumudur. Bu kişiler, dokunma ve hissetme duyularına sahiptirler, fakat beynin sinir sistemi adeta filtrelenmiş bir şekilde bilgi akışında engel oluşturur ve sıcaklık değişimleri ya da ani yaralanma gibi acil reaksiyon gösterilmesi gereken konularda vücudun tepki vererek önlem almasını engeller. Bu durum Yüce Allah’ın vücudumuzdaki her sistemi kusursuz olarak yarattığının en güzel örneklerinden biridir.

Sinir sisteminin iletişiminde bir aksaklık olması, çözümü imkansız sorunlara neden olabilmektedir. Nitekim bu rahatsızlıkta ağrı ile ilgili beyne sinyal iletilmediğinden ağrı hissedilmez, bazı durumlarda ise ağrı hissedilir, fakat vücutta ağrının kaynağının neresi olduğu saptanamaz. Kuşkusuz her iki durum da kişi için büyük risk oluşturur. Çünkü ağrının yerinin kişi tarafından saptanamaması da en az ağrıyı hissetmemek kadar hayati bir durumdur. Örneğin kalp krizi geçirmek üzere olan ve vücudunda ağrı hisseden fakat ağrının kaynağının neresi olduğunu bilemeyen bir kişi, belki tıbbi müdahalede bulunulamadığı için hayati bir tehlikeyle karşı karşıya kalabilir.

Konjenital Analjezi Nasıl Oluşuyor?

Bu rahatsızlık “SCN9A” adlı bir gendeki bozulmaya bağlı olarak meydana gelir. Bu gende en ufak bir bozulma bile onu tamamen işlevsiz hale getirmekte ve beyne iletilen sinyallerin sağlıklı olarak yorumlanmasını engellemektedir. Bu tıpkı lambanın yanması için elektrik düğmesine basılmasına benzer. Eğer lambaya elektrik ulaştıran telleri harekete geçirecek olan düğmede bir aksaklık varsa lamba yanmaz. İşte “SCN9A” genindeki bir bozukluk da dış dünyadan gelen ağrı ile ilgili elektrik sinyallerinin beyne ulaşarak burada yorumlanmasına izin vermez. Elbette bu durum her şeyi çok hassas dengeler üzerinde yaratan Yüce Allah’ın dilerse bu dengeleri yok edebileceğini ve hiç kimsenin bozulan bu dengeyi yeniden kurmaya güç yetiremeyeceğini gösteren çok önemli bir delildir. Yüce Allah dünyadaki büyük küçük her şeyi Kendi kudreti altında tuttuğunu bir ayetle şöyle bildirir:

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi'nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır.” (Fatır Suresi, 41)

Herhangi bir nedenden dolayı rahatsızlandığınızda, eliniz yandığında, bir yeriniz kesildiğinde hissettiğiniz acı ve ağrı hissi rahatsız edici olsa da aslında çok büyük bir rahmettir.

Yaralanma Esnasında Acı Hissinin Azalmasının Hikmeti:

Bazı insanlar yaralandıkları anda ve yaralandıktan sonra bir süre acı hissetmezler. Böylece insan, yaralı olduğu halde kendisini koruyacak veya tehlikeden kaçabilecek güç bulur. Acı hissinin iletilmesi de sinir hücreleri aracılığıyla olur. Söz konusu hücreler, acı, sızı, ağrı ve üzüntüyü yok eden, vücudu rahatlatan "endorfin" maddesi içerirler. Endorfin, adeta beynimizin ürettiği bir ağrı kesicidir. Endorfin ağrının ilk hissedildiği anda salgılanır, ama ilk kriz atlatıldığında etkisi geçer. Bu sayede ciddi olarak yaralanan insanlar bile belli bir süre için şiddetli bir ağrı hissetmezler. Ağrı kesici ilaçlar da aynı mantıkla işlev görürler. Pek çoğu hastalıkları ve yaraları tedavi etmezler; bunlar sadece ağrıyı hissetmemizi engelleyen kimyasal maddelerdir. Yaralanma esnasında acı hissinin azalması Allah'ın insanlar üzerindeki rahmetinin bir örneğidir.

Bacağımızı masanın kenarına çarptığımızda ya da yerdeki kırık cam parçasına bastığımızda ağrı ya da acı hissederiz. Ağrı ve acı hislerinin hayatımızda çok önemli bir yeri vardır, çünkü bize vücudumuzda bir sorun olduğunu bildirirler. Cildimizdeki alıcı hücreler, bize zarar veren şeylere tepki verdiklerinde -beynimize acil mesajlar gönderdiklerinde- ağrı ve acı hissederiz. Bunun üzerine biz de, bu rahatsızlığı gidermek için birtakım tedbirler alırız.

Ağrı Duyusunu Hissetmemek Neden Tehlikelidir?

Yüzeysel ağrı, derin ağrı (kemik, kas, kiriş, eklemlerin ağrısı), iç organların ağrısı (visceral ağrı) olmak üzere bilinen üç çeşit ağrı tipi vardır. Yüzeysel ağrılar deriye basınç yapıldığı veya 45 dereceden fazla sıcakla karşılaşıldığı takdirde ortaya çıkar. Eğer bu his olmasaydı;
  • Bir kişi derisi kesildiğinde acıyı hissetmediği için çok büyük ölçüde kan kaybedebilir ve hayati bir tehlikeyle karşı karşıya kalabilirdi.
  • Aynı şekilde herhangi bir yeri yandığında acı hissi oluşmasaydı cildindeki yanığa rağmen günlük işlerine rahatça devam edebileceği için bir tedavi uygulama gereği duymayacaktı. Bu da bizi mikroplardan koruyan üst derinin enfeksiyonlara daha açık hale gelmesine neden olacak ve böylece önemli rahatsızlıklara yol açacaktı.
  • İnsan ağrı duyusunun olmaması durumunda istem dışı olarak kendisine zarar verebilir veya zarar veren bir şeyin şiddetini fark etmeyerek yaralanabilirdi. Örneğin bir kaza sonucu ayak kemiği çatladığında bunu fark etmeyebilir ve çatlayan kemiğinin üzerinde hareket ederek kemiğin daha fazla zedelenmesine dolayısıyla da kalıcı sakatlıklara neden olabilirdi.
  • Ağrı önceden bizi uyarmasaydı birçok hastalık ilerleyebilir, basit başlayıp karmaşık hale gelerek ciddi sonuçlar doğurabilirdi. Bu nedenle ağrı çok sayıda hastalığın ilk ve tek belirtisidir.
  • Örneğin karnımız ağrımasaydı apandisitimizde bir rahatsızlık oluştuğunu veya kalbimizde bir ağrı ya da sıkışma hissetmeseydik kalp krizi geçireceğimizi anlamayabilirdik.
  • Düştüğümüzde, ağır kaldırdığımızda ağrı hissi oluşmasaydı kaslarımızı, eklemlerimizi zorlamaya devam eder, dinlenmeyi ihmal edebilir ve hasar derecesini arttırabilirdik.

Herşeyin Belli Bir Yaratılış Amacı ve Hikmeti Vardır

Yüce Allah herşeyi bir hikmet ve hayırla yaratır. Ağrıyı hissetmeme rahatsızlığı da Rabbimiz’in bu mükemmel yaratışının en güzel örneklerinden biridir. Çünkü eğer Yüce Allah böyle bir hastalık yaratmamış olsaydı hiç kimse ağrının aslında vücudun korunması için çok büyük bir nimet olduğunu bilemeyecekti. Bu nedenle de bizi kusursuz biçimde yaşatan Rabbimiz’e şükretmemize vesile olacak önemli bir detaydan habersiz olacaktık. Yüce Allah’ın her şeyi hayırla yaratmasına örnek oluşturacak özellikler elbette burada sayılanlarla sınırlı değildir. Rabbimiz bazı kişilerin vücutlarında bu aksaklığı oluşturarak geleceğin tıp dünyası için önemli bir ilham kaynağı da yaratmaktadır. Çünkü bu hastalığın nedenlerini araştıran bilim adamları uyarı ve tepki arasındaki bağlantıları ve bu bağlantılar arasındaki küçük detayları anlayıp çözdükçe çok ağrılı hastalıklar ya da savaş durumlarında ağrıyı büyük ölçüde azaltacak ilaçlar yapabileceklerdir.

Yüce Rabbimiz Kuran ayetlerinde yarattığı her şeyin bir sebebi olduğunu şöyle haber vermiştir:

“Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. Eğer bir 'oyun ve oyalanma' edinmek isteseydik, bunu, Kendi Katımız'dan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık.” (Enbiya Suresi, 16–17)

ŞİDDETLİ ACI
  1. Beyin zarı, acının yerini, özelliklerini ve şiddetini tespit ettikten sonra, beyin bu acıyı dindirmek için sinyalleri bloke eden mesajcılar gönderir.
  2. Kimyasal sinir ileticileri, bu acı mesajını sinapslar üzerinden bir sinirden diğerine geçirirler. Böylece sinyal beyne kadar ulaştırılır.
  3. Deriye batan çivi, sinir uçlarını uyarır. Sinir uçları yaralanmaya tepki olarak, sinir boyunca alarm sinyali gönderirler. Söz konusu sinyal, omurilikte kimyasal mesaja çevrilir.

KRONİK ACI
  1. Kronik acı, acı mesajlarının yok edilmesini engelleyerek kişide kontrol kaybına sebep olabilir. Acıdaki artış hissi de bundan kaynaklanır.
  2. Mesajların birikmesi, omurilikteki sinapslarda yeni kimyasal yollar oluşturur. Bu da sinirleri gelecekteki acı mesajlarına karşı çok daha duyarlı hale getirir.
  3. Sinir uçları bir yaralanma ile uyarıldığında, omuriliğe ve beyne yalancı bir alarm sinyali gönderilir. Bir sinir köküne veya sinir lifine yapılacak baskı da aynı etkiyi oluşturur.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Kimya Mühendisi Canlılar

Sivrisinek, ısırdığı kişiye nasıl lokal anestezi yapar?
Bombardıman böceği, hangi kimyasal yöntemle kendini düşmanlarından korur?
Mantis böceği, yumurtalarını kuşlara karşı nasıl korur?
Bitkiler, kendilerini korumaları için diğer canlıları nasıl yardıma çağırır?


Bir ilaç almak istediğiniz zaman büyük ihtimalle doktora danışırsınız veya zararlı canlılardan korunmak için yine bu konuda yıllar süren deney ve araştırmalar sonucunda üretilen ilaçları satın almayı düşünürsünüz. Çünkü bunları sizin üretemeyeceğiniz açık bir gerçektir. Oysa birçok canlı ihtiyaç duyduğu kimyasal maddeleri kendi vücudunda üretebilmektedir.

Birçok hayvan ve bitki türü, bünyelerinde üretip salgıladıkları kimyasal maddelerle bazen bir düşmanı etkisiz hale getirirler, bazen de yavrularını tehlikelere karşı korurlar. Hiçbir akla ve bilince sahip olmayan bir canlının, bu salgıları üretmesi ve bunların ne işe yaradıkları hakkında doğru bir karar vererek, hangi durumlarda kullanacağını bilmesi, üstelik bu bilginin o canlı türünün bütün üyelerinde var olması bize tek bir gerçeği kanıtlar: Bu canlılara hükmeden, onlara gerekli bilgileri ilham eden ve davranışlarını yöneten güç Yüce Allah’a aittir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O’nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir.” (Şura Suresi, 29)

Sivrisineğin Lokal Anestezi Yapan Salgısı


Savunma mekanizması olarak kimyasal salgı üreten canlılardan biri sivrisinektir. Sivrisinek bir insanı ısırdığı anda, insan vücudunda bulunan bir tür savunma sistemi devreye girer ve insanın vücudundaki yara bölgesinde, mikropların girmesini engellemek ve kanı durdurmak için gerekli olan enzim salgılanmaya başlar. Bu enzim kanın pıhtılaşmasını sağlar. Kanda pıhtılaşmanın başlaması ise, sivrisineğin kan emişini imkânsız hale getirecektir. Fakat sivrisinek bunu biliyormuşçasına hareket eder ve kesici bıçaklarından birinin içinden yaraya, pıhtılaşmayı engelleyen bir salgı enjekte eder. Bu salgı “anti-coagulant” (pıhtılaşma engelleyici) özellikte bir enzim içerir. Böylece kandaki enzim etkisiz hale getirilir ve pıhtılaşma durur. Dahası bu salgı sayesinde sivrisinek kurbanına lokal anestezi (bölgesel uyuşturma) yapar. Kestiği bölgeyi uyuşturur. Bu sayede canlı, derisinin kesildiğinin ve kanının emildiğinin farkına varmaz. Deride alerjik reaksiyona, dolayısıyla da kaşınmaya neden olan da işte bu salgıdır.


Tüm bu işlem üzerinde biraz durup düşünmek, bizi çok önemli bazı sonuçlara ulaştırır. Görüldüğü gibi sivrisinek ihtiyacı olan kana ulaşabilmek için kanın pıhtılaşmasını engelleyen bir salgı üretebilecek kadar üstün bir kimya bilgisine de sahiptir. Peki böyle bir sıvının laboratuvar şartlarında bile sentezlenmesi son derece güçken, sivrisinek bu sıvıya nasıl sahip olmuştur?


Kuşkusuz sivrisineğin insan vücudundaki kanın kimyasal bileşimi hakkında bilgi sahibi olması ve sonra da bu bilgiyi değerlendirerek kendi bedeninde çözümler geliştirmesi söz konusu dahi olamaz. Açıktır ki, sivrisinekteki salgı üretimini sağlayan sistem, hem insanın hem de sivrisineğin anatomisini en ince ayrıntısına kadar bilen ve bunlara hâkim olan Yüce Rabbimiz’in yaratmasıyla var olmuştur. Bu küçücük hayvana bile kolaylıkla mağlup olan insana düşen görev ise, Allah’ın farklı âlemlerde yarattığı delilleri görmeye çalışmak, Rabbimiz’in kudretini hakkıyla takdir etmektir. Ayetlerde Allah, insanları bu konu üzerinde düşünmeye şöyle çağırır:

“Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir araya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.” (Hac Suresi, 73-74)


Bombardıman Böceği

Böcekler arasında üzerinde en çok araştırma yapılanlardan birisi, bombardıman böceğidir. Böceği bu denli popüler yapan özelliği ise, kendini düşmanlarına karşı kimyasal yöntemler kullanarak savunmasıdır.

Böcek tehlike anında kendisini savunmak için bünyesinde barındırdığı hidrojen peroksit ile hidrokinonu düşmanının üzerine doğru fışkırtır. Bu iki madde, böceğin vücudundaki iki ayrı salgı bezi tarafından salgılanır. Salgılanan maddeler, saklama odacıkları denilen iki ayrı özel bölmede biriktirilir. Bu iki bölme de, patlama odacığı denilen ikinci bir bölüme bağlanır. İki bölüm birbirinden bir çeşit kas ile ayrılır. Böcek tehdit edildiğini anladığında bu kası sıkar ve saklama odacıklarındaki iki madde, patlama odacığına geçer. Orada bulunan enzimlerin de vasıtasıyla yüksek miktarda ısı açığa çıkar ve bu bölümde bir buharlaşma olur. Açığa çıkan buhar ve oksijen gazı, bulunduğu bölümün duvarlarına baskı yapar ve aradaki kas ile bu kimyasal madde düşmana fırlatılır.

Savunma Silahı Olarak Kimyasal Salgılar Kullanan Canlılardan Diğer Örnekler...


Bir arı kovanını korumak, kovanın bekçileri için kendini feda etme anlamına gelebilir. Bal arılarının iğnelerinde bir kirpinin dikeni gibi küçük oklar vardır. Düşmanı sokan arı uçmaya çalışırken iğne orada takılı kalır ve arının karnının arka tarafı yırtılır. Karnının yırtılmış kısmında, zehir salgısı ve onu kontrol eden sinirler vardır. Arı bu yaralanmadan dolayı ölürken, kovanın geri kalanı bu sayede korunmuş olur. (Russel Freedman, How Animals Defend Their Young? s.63)


Sibirya semenderleri (Hynobius Key-serlingii), donmuş toprakların metrelerce derinliklerinde yıllarca kaldıktan sonra buzları çözülür ve normal yaşama dönerler. Bu canlılar vücutlarında antifriz madde üretirler. “Antifriz maddeler” semenderin kanındaki hücrelerde bulunan suyun yerine geçerek, dokuların keskin buz kristallerinden zarar görmesini önler. Sibirya semenderinin bu mekanizmasının nasıl işlediği ise halen tam olarak bilinmemektedir. (New Scientist, Cilt 139, s.15)


Kedi güvesi tırtılı korktuğu zaman adeta “şahlanarak” korkunç bir görünüm kazanır. Tırtıl daha fazla rahatsız edilecek olursa göğsündeki bezlerden, içinde % 40 karınca asidi bulunan yakıcı bir karışım püskürtür. (Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.150)


Dişi Mantis, bir seferde 80-100 yumurta bırakan bir böcektir. Bu yumurtalar sert, süngerimsi keselerin içindedir. Dişi bu kapsülleri ince dallara yapıştırır. Mantis yumurtlarken bir taraftan da bir sıvı çıkartır. Vücudunun hareketleriyle bunu karıştırarak köpüklendirir. Yumurtalar ilk çıktığında henüz sertleşmemiş bu maddenin içinde kalırlar. Sonra bu salgı çabucak katılaşarak kurur. Süngere benzeyen bu kapsül, yumurtaları aç kuşlara karşı korumaktadır. (Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing Böcekler, s.124)


Hipopotamların (su aygırlarının) derilerindeki bezlerden salgılanan pembe bir sıvı, onları güneş yanıklarından korumaya yarar. Bu canlıların derilerinin altında ise, soğuk suyun altında bile sıcak kalmalarını sağlayacak 5 cm. kalınlığında bir yağ tabakası bulunmaktadır. (John Stidworthy, Mammals, The Large Plant Eaters, s.24)


Vatozlar, okyanus dibini temizleyen balıklardandır. Vatozların savunma mekanizmaları kuyruklarının ucunda bulunan dikenlerdir. Rahatsız edildiğinde vatoz düşmanını sokar. Bu sırada dikenlerindeki zehir serbest kalır. Son derece etkili olan bu zehir, canlılar için öldürücü olabilir.


Güney Amerika’da yaşayan zehir oku fırlatan kurbağa saldırıya uğradığında, çok küçük zerresi bile bir insanı öldürmeye yeterli olan oldukça güçlü bir zehir yaymaya başlar. Zehir, kurbağa tarafından yalnızca savunma için kullanılmaktadır. (Michael Scott, The Young Oxford Book Of Ecology, s. 38)


Kendilerini Koruyabilen Bitkiler: Salgısıyla Böceği Yardıma Çağıran Tütün Bitkisi

Çoğu bitki türü, tırtıl saldırısına uğradığında, korunmak amacıyla uçucu organik kimyasal maddeler salgılar. Bu kimyasallar sayesinde saldırgan tırtılların düşmanı olan avcı böcekler bölgeye gelir ve tırtılları yiyerek bitkiyi korurlar.


Örneğin, ABD‘nin Utah eyaletinde yetişen bir tütün bitkisinin yaprakları, manduca güvesinin tırtılı tarafından sıklıkla saldırıya uğrar. Tütün bitkisi yapraklarını yiyen tırtılın salyasını adeta “analiz eder” ve zarar gördüğünü “anlar”. Hemen savunma sistemini “devreye sokar” ve uçucu organik kimyasallar salgılamaya başlar. Tütün bitkisinin salgıladığı uçucu kimyasallar sayesinde Geocoris böceği hemen yardıma gelir ve tırtıl yumurtalarını yiyerek zararlıların sayısının artmasını engeller.


Böylece ekine zarar veren tırtıllar dolaylı bir strateji ve üstün bir akıl sayesinde imha edilmiş olur. Peki ama, bitki kendisine yardım edecek olan Geocoris böceğinin ilgisini çekmek için uçucu özellikte kimyasal maddeyi nasıl üretebilmektedir? Şüphesiz bir bitkinin kendisini düşmanlarından korumak için böyle bir salgıyı üretebilmesi mümkün değildir. Bitkiyi kusursuz özelliklerle yaratan ve kendisini korumak için neler yapması gerektiğini bitkiye ilham eden alemlerin Yaratıcısı olan Allah’tır.

Sonuç: İnsanların Herhangi Bir Deney Yapmadan Keşfedemeyecekleri Bu Zor İşlemleri, Doğadaki Birçok Canlı Milyonlarca Yıldır Uygulamaktadır

Canlılardaki kimyasal salgılar ve bu salgıları üretmelerini sağlayan sistemler, eksiksiz ve mükemmel yaratılışın birer delilidir. Bu yazıda yalnızca birkaç örneğine değindiğimiz bu kompleks sistemlerin tamamı Yüce Allah’ın sonsuz kudretinin ve üstün yaratışının delillerindendir. Rabbimiz’in yaratma ilmi bir ayette şöyle bildirilmiştir:

“De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah ahiret yaratmasını (veya son yaratmayı) da inşa edip yaratacaktır. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Ankebut Suresi, 20)

Isırgan Otunun Zehirli Kesecikleri

Isırgan otu adlı otsu bitkilerin yapraklarının üst yüzeyinde çok sert olmayan ince tüyler ve her tüyün dibinde yakıcı bir sıvı içeren küçük kesecikler bulunur. Bu kesecikler bitkinin savunma mekanizmasıdır. Bitkiye bir canlı dokunduğu anda bu tüylerin keskin uçları o canlının derisini deler ve keseciklerde bulunan yakıcı sıvı deliklerden içeriye sızarak deriyi kızartır, kaşıntı ve ağrıya neden olur. (Temel Britannica Ansiklopedisi, 8. Cilt, s.239)


Koalanın Kimya Bilgisi


Avustralya’da okaliptüs ağacının 600’den fazla türü yetişir. Ancak koalalar bunların sadece 35 kadarını kullanırlar. Okaliptüs ağacı bir koala için yalnız barınak değil, aynı zamanda önemli bir besin kaynağıdır. Hatta okaliptüs yapraklarının koalanın yegane gıdası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bütün bunların yanı sıra okaliptüs yaprakları koalalar için ilaç görevi de görmektedir.


Okaliptüs yaprakları bir dizi tıbbi etkiye sahiptir. Yaprakları eterik yağ içerir. Bu yağ, birçok hayvan için öldürücü nitelik taşıyan kimyasallardan oluşur. Buna karşın koalanın karaciğeri bu maddenin zehirini etkisiz hale getirecek bir sisteme sahiptir. Koalaların karakteristik kokusunun da kaynağı bu yağdır.


Tüm vücuda sürülen yağın bir kısmı havaya karışmakta bir kısmı ise vücut içine girmektedir. Yağ, hayvanın vücuduna yerleşen parazit haşerelerin kürk içerisinden yere dökülmelerini sağlar.

Koala vücut sıcaklığının düzenlenmesini de okaliptüs yaprakları sayesinde yapar. Okaliptüs yapraklarının barındırdığı kimyasal maddeler ağaçtan ağaca değişmektedir. Hatta bir okaliptüs ağacında, iki farklı tipte yaprak bulunabilir. Koala tıbbi eğitim almışçasına ağaçtaki yüzlerce yaprağın içinden kendisi için tam gerekli olanları seçer. Örneğin vücut sıcaklığı düşükse, yani üşüyorsa o zaman “phellandren” yağı içeren yaprakları, bunun tersi bir durumda ise yani ateşi varsa “cineol” içeriği yüksek yaprakları çiğneyerek vücudunun serinlemesini sağlar. Bunların yanı sıra okaliptüs yapraklarında bulunan diğer yağlar da kan basıncını düşürür ve koalanın kaslarının dinlenmesini sağlar. (Darwinistlerbizesorun.com)


Koalayı, üzerinde yaşadığı okaliptüs yapraklarını çok yönlü kullanacak özeliklere sahip olacak şekilde Allah yaratmıştır. Allah her türlü ilmin sahibidir. Bu canlının nerede, hangi özelliklere sahip olarak var edileceğini, nasıl bir görünümünün olacağını ve daha pek çok detay Rabbimiz Katında tespit edilmiştir. Yüce Allah’ın yaratma sanatı kusursuz ve benzersizdir. Kuran’da şöyle buyrulmaktadır:


“İşte gaybı da, müşahede edilebileni de bilen, üstün ve güçlü olan, esirgeyen O’dur. Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır.” (Secde Suresi, 6-7)


Mükemmel Bir Silah: Reçine


Çam, ladin gibi iğne yapraklı ağaçların çoğunda yapraklar ezildiği zaman keskin ve hoş bir koku yayılır. Bu kokunun kaynağı, bitkinin gövdesinde, dallarında, yapraklarında ve kozalaklarında salgılanan yapışkan bir maddedir. Reçine denen bu madde, bitkinin zararlı böceklerden, mantar ve öbür asalaklardan korunmasını sağlar. Çünkü kokusu bize hoş gelen reçinenin yapısında, gerçekte ağaca zarar verebilecek tüm bu canlıları öldürebilecek kadar güçlü, zehirli maddeler vardır. (Temel Britannica Ansiklopedisi, 8. Cilt, s.294)

Muhteşem Bir Yaratılış Harikası : DNA

Mikroskobik hücrenin içindeki bir DNA’da, milyonlarca bilgi içeren dünyanın en büyük ansiklopedisinin 40 katı büyüklüğünde bir bilgi deposu saklı durmaktadır.
  • Peki, bu 1000 ciltlik kütüphane, gözle göremediğimiz tek bir molekülün içinde nasıl saklanmış olabilir?

  • Tek başına taşınması mümkün olmayan 1000 kitaba sığacak kadar bilgi, nasıl olup da 100 trilyon kez bedenimize yerleştirilmiştir?

Ortalama 100 trilyon hücreye sahibiz. Bu hücrelerin her birinde birer tane DNA molekülü vardır. Bu moleküllerden "sadece bir tanesinin" içinde 3 milyar farklı konuda bilgi bulunur. Bu bilgiler toplam 1 milyon sayfalık bir seri kitap oluşturabilirler. 1 milyon sayfalık kitap yaklaşık 1000 cilttir. Bu 1000 ciltlik eserin sayfalarını yan yana uzatabilsek, uzunluğu Kuzey Kutbu'ndan Ekvator'a kadar uzanabilir. Bu 1000 ciltlik eser 24 saat hiç durmadan okunacak olsa, eserin tamamlanması 100 yıl sürer. Bu muazzam bilgi, tek bir tırnağımızda, saçımızın tek bir telinde veya kolumuzun üzerindeki herhangi bir tüyde bulunan "tek bir DNA"ya aittir.

1000 ciltlik bir kütüphane, nasıl bir tüycüğü meydana getiren tüm hücrelerde ayrı ayrı paketlenebilir, nasıl olup da bizleri oluşturan "tüm diğer hücrelerin" içine sığdırılmış olabilir? Bir insan istese bunu kendi kendine başarabilir mi? Böyle bir işlemi gerçekleştirebilecek herhangi bir teknoloji var mıdır? Bu muazzam bilginin tesadüf eseri hücrelerin içine yerleşmiş olması mümkün müdür?

Ne rastgele olayların, ne insanın, ne de teknolojinin, bu hayranlık uyandırıcı eseri meydana getirecek gücü olmadığı açıktır. Bu, bilimsel olarak da delillendirilmiş bir gerçektir.

Bedenimizde taşıdığımız bu hayranlık uyandırıcı eser, herşeyi dilediği gibi yapmaya gücü yeten Allah'a aittir.

Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören kıldık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör. (İnsan Suresi, 2-3)

DNA'nın Sır Dolu Yapısı
  • Teknolojik bir ürünün veya tesisin yapımı ve yönetiminde insanoğlunun yüzyıllar boyunca elde ettiği tecrübe ve bilgi birikimi kullanılır. Dünyanın en ileri ve kompleks tesisi olan insan vücudunun inşası için gereken bilgi ve tecrübe ise DNA'da saklıdır.

  • DNA, hücre çekirdeğinde titizlikle korunan oldukça büyük bir moleküldür ve bu molekül insan vücudunun bir nevi bilgi bankasıdır.

  • DNA'da korunan bilgiler, insanın saç ve gözlerinin renginden, boyunun uzunluğuna kadar tüm fiziksel özellikleri ile birlikte, hücrelerde ve vücutta meydana gelen binlerce farklı olayı ve sistemi de kontrol eder. Örneğin, insanın kan basıncının alçak, yüksek veya normal olması bile DNA'daki bilgilere bağlıdır.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Emlakçı Yengeçler


Yengeçler, büyüdükçe yaşadıkları kabukların içine sığmamaya başlarlar. Bu nedenle bu canlılar da aynı bizler gibi sürekli taşınırlar. Fakat hermit yengeçleri ev arama ve bulma sürecinde insanlardan çok daha pratik ve sosyal bir yöntem kullanırlar.

Tufts Üniversitesi Sanat ve Bilim Okulu’nda ve New England Akvaryumu’nda görevli olan biyologlar tarafından yapılan bir araştırma, hermit yengeçlerinin yeni ve daha iyi bir ev bulmak için sosyal bir düzene göre hareket ettiklerini ortaya çıkardı.

Yapılan araştırmaya göre zamanla büyüdükleri için kabuklarına sığmamaya başlayan yengeçler, daha büyük bir ev bulabilmek için, salyangozların terk edilmiş kabuklarını aramaya başlıyorlar. Fakat, hermit yengeçlerinin uygun evi bulmaları sanıldığı kadar kolay olmuyor. Çünkü yengeçler, evleri konusunda çok seçici davranıyorlar. Üstelik kendilerine uygun bir ev bulamadıkları takdirde savunmasız kalıp düşmanlarının saldırılarına uğrama ihtimallerine
rağmen…

Yengeçler Kendilerine Uygun Evi En Kısa Zamanda Nasıl Bulurlar?

Ev bulmak, yengeçler için çok kolay değildir. Çünkü her zaman yeterli sayıda yerleşecek kabuk bulunamayabilir ve birçok yengeç açıkta kalır. İşte hermit yengeçleri bu sorunu “sosyal bir düzen” oluşturarak giderirler.
Boş bir kabuk bulunduğunda, tüm yengeçler büyükten küçüğe doğru yeni evin önünde sıraya dizilirler. Bu yeni eve, ilk önce en önde yer alan en büyük yengeç yerleşir. En büyüğün yerleşmesinden sonra ise; sırayla tüm diğer yengeçler kabuğun içine doğru ilerler. Böylece tek bir büyük kabuk, pek çok yengece ev sahipliği yapmış olur.

Hermit Yengeçlerinin Fedakarlığı

Araştırmayı gerçekleştiren bilim adamlarına başkanlık yapan Randi Rotjan, araştırma esnasında hermit yengeçlerinin muazzam bir özelliklerine daha tanık olduklarını dile getirdiler: Fedakarlık…

Yapılan gözlemlere göre; bir hermit yengeci, yuva ararken kendisine büyük gelecek bir salyangoz kabuğu bulduğunda asla o kabuğa yerleşmiyor ve o kabuğa uygun büyüklükte başka bir yengeç gelene kadar bekliyor. Büyük yengeç geldiğinde tekrar büyükten küçüğe doğru bir sıra oluşturuluyor ve böylece hiçbir haksızlık yaşanmadan tüm yengeçler kendilerine uygun yeni bir yuvaya kavuşmuş oluyorlar. Randi Rotjan “Yengeçler, kuyruğa girmek için saatlerini harcıyorlar. Fakat kuyruğun yuvaya yerleşmesi yalnızca saniyeler alıyor. Tıpkı domino taşları gibi…” diyerek yengeçlerin oluşturdukları sosyal düzeni ve işbirliğini özetliyor.

Hermit yengeçlerinin yazı boyunca aktardığımız bu muazzam özellikleri, bizlere önemli bir gerçeği hatırlatmaktadır: Bu canlılara sosyal bir düzen kurmayı ilham eden ve fedakar davranışları yaptıran, Kendisi sonsuz merhametli ve şefkatli olan, tüm canlıların Yaratıcısı ve koruyucusu, Rahman ve Rahim olan Allah’tır. Rabbimiz’in sınırsız merhameti ve şefkati sadece bu canlıları değil, insan dahil olmak üzere tüm evreni kuşatır. Yengeçler gibi tüm canlıların Yüce Allah’a teslimiyetleri bir ayette şöyle bildirilmektedir:

“... Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler.” (Al-i İmran Suresi, 83)

Hermit yengeçlerinin, kendilerini düşmanlarından koruyabilecekleri sert kabukları yoktur. Bunun yerine boş bir deniz kabuğundan koruyucu bir örtü oluştururlar. Daha önce bir deniz salyangozunun evi olan bu kabuğun, yengece uyumlu olabilmesi için dikkatli bir şekilde seçilmesi gerekir. Yengeç büyüdükçe ihtiyaç duyduğu kabuğun boyutu da büyüyecektir. Bu yüzden yengeç kendi kabuğu büyümeden önce yeni bir kabuk arayışına başlar. Yenisini bulduğunda hızlı bir şekilde eski kabuğundan yenisine geçer. Başka hiçbir savunması olmayan bir yengecin başka bir kabuk kullanarak kendisini korumayı akletmesi imkansızdır, böyle bir şeyi yengeç başkasından da öğrenmiş olamaz. Yeryüzündeki diğer bütün canlılar gibi hermit yengeçleri de yaratmada hiçbir ortağı olmayan Yüce Allah tarafından yaratılmışlardır.

BİLİYOR MUYDUNUZ?

Paleontologlar tarafından bugüne kadar binlerce yengeç fosili bulunmuştur. En son bulunan yengeç fosili, 150 milyon yaşında olup bugünkü yengeçlerle tamamen aynı özelliklere sahiptir. Bulunan fosillerin ortak noktası, canlıların bugüne kadar hiçbir şekilde değişmediğini belgelemesidir.

Yengeçteki Kusursuz Göz Yapısı

Okyanusların derinliklerindeki zifiri karanlık bölgelerde, dev yarıklar boyunca uzanan ve fırlattığı suyun sıcaklığı 400 dereceye varan hidrotermal bacalar bulunur. Bu bacaların civarında Bythograea thermydron türü bir yengeç yaşar ve bu kadar yüksek bir sıcaklıktan etkilenmez.

Yaşadığı yer zifiri karanlıktır. Ancak bu karanlıkta yengecin gözü önemli bir yardımcıdır. Yengeci 400 dereceye varan sıcaklıktan uzak tutan gözündeki özel yapıdır.

Bu yengeçler, sineklerdeki gibi bileşik göz yapısına sahiptirler. Bu gözler odaklama yapabilen özelliktedir ve okyanusun bu derinliklerindeki zayıf ışığı algılayabilmektedir. Larva döneminden çıkan yengeçlerin gözleri diplere doğru kaybolan ışığı algılayabilmek için değişmeye başlar. Uzun sürede gerçekleşen bu değişim, yengecin DNA’sında kodlanmış özel program dahilinde kusursuz olarak gerçekleşir. Tamamen zifiri karanlıkta ve yaklaşık 4000 metre derinlikteki okyanus tabanına ulaşan erişkin bir yengeç iri, yalın (lense sahip olmayan) bir retinaya sahip oluyor. Işığa son derece duyarlı özellikteki bu gözler, zifiri karanlıkta yengece bir tür gece görüş dürbünü sağlar. Yengeç bu şekilde gözleri ile hidrotermal bacalar civarında mevcut olan zayıf ışıkları kolaylıkla algılayabilir. Böylece yüksek ısısı nedeniyle diğer canlıları öldüren hidrotermal bacaları da uzaktan algılayarak kendisini korur. Bu kompleks plan üstün bir aklın varlığını gösterir. Yüce Allah yengeci yoktan var etmiş ve onu ihtiyaç duyacağı özellikte gözlerle donatmıştır.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Vücudumuzdaki saat sistemi nasıl çalışır?

Vücudumuzdaki saat sistemi nasıl çalışır?
Bu sistem gün ışığından nasıl faydalanır?
Vucudumuzdaki saatlerin ayarı nasıl yapılır?

Her sabah kalkmaya o kadar alışmışızdır ki, uyanmamız esnasında bedenimizde olup bitenleri genellikle pek düşünmeyiz. Oysa bu sırada bedenimizde mucizevi bir alarm sistemi harekete geçmiş ve bizi uyandırmıştır. Çünkü Allah, bedenlerimizi adeta zamanı algılayan bir saatle birlikte yaratmıştır. Bu uyku, beslenme, kan basıncı ve vücut ısısının ayarlanması gibi bedensel faaliyetlerin gün içinde düzenlenmesini sağlayan bir beden saatidir. Bedenimizin derinliklerinde saklı bu saati bilim adamları “biyolojik saat” olarak isimlendirmektedirler. Biyolojik saatimiz mükemmel bir şekilde ayarlanmıştır ve mükemmel bir şekilde işlemektedir. Biyolojik saatimizle kolumuzdaki saat arasındaki paralellik de hayranlık uyandırıcıdır. Çünkü her ikisi de günlük ritimlerini 24 saatte tamamlar.

Vücudumuzdaki Saat Sistemi 24 Saate Göre Ayarlanmıştır

Yüce Allah’ın üstün aklının ve detay sanatının delillerinden biri olan saat sistemi, hücre içinde yer alan moleküllerden yapılmış birçok saati bünyesinde barındırır. Bu saat sistemi gözümüze, beynimize kısacası vücudumuzun tamamına yayılmıştır. Bilim adamları beynimizde SCN (Suprachiasmatic nucleus) adı verilen bölümün bu saat sisteminin merkezi olduğunu düşünmektedirler. SCN sayısız saat hücresinden oluşur. Bu saat, bir günlük zaman dilimi olan 24 saat boyunca eş zamanlı olarak çalışmak için gün ışığındaki bilgiyi kullanır.

Ancak bu noktada Yüce Allah’ın üstün yaratışı mükemmel bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Çünkü beynimizin içindeki SCN bölgesi kapkaranlık bir bölgededir ve gün ışığı ile direkt hiçbir teması yoktur. Hatta buradaki hücreler güneşin ve ışığın ne olduğunu bile bilmezler. Ancak beynimizdeki hücreler arasındaki organizasyon sayesinde bu sistem kusursuz bir biçimde çalışır.

Biyolojik Saat Gün Işığından Nasıl Faydalanır?

Gözümüzün ağ tabakasında melanopsin-pozitif gangliyon hücreleri adında ışığa duyarlı olan hücreler vardır. Bu hücrelere gün ışığı düştüğünde elektrik üretilir ve bu elektrik sinyali RHT adında bir hat boyunca beynimizde bulunan SCN’ye iletilir. Böylece SCN için gerekli olan “kendini güneş ışığına göre ayarla” emri alınmış olur. Bu tıpkı, kronometrenin tuşuna bastığınızda saatini sıfırlaması gibidir. Elbette ki SCN’deki merkezi saati 24 saatlik güne ayarlayan gangliyon hücreleri ve RHT kanalı Yüce Allah’ın vücudumuza yerleştirdiği üstün yaratılış örneklerinden yalnızca birkaçıdır.

İnsan Vücudundaki Çevresel Saatlerin Görevi Nedir?

Vücudumuzdaki SCN adı verilen ve gün ışığına duyarlı olan bu sistem dışında, daha pek çok hücrede de saat yapıları tespit edilmiştir. Bu saatlere de çevresel saatler denmektedir. Bu saatçikler sayesinde hücredeki üretim kusursuz bir şekilde devam eder. Vücudumuzda trilyonlarca hücre olduğu göz önünde bulundurulursa bu muazzam sayıdaki saatin koordineli çalışmasının çok mükemmel bir organizasyonu gerektirdiği daha kolay anlaşılacaktır. Çünkü saatlerin hızındaki ufak farklılıklar bile çok ciddi problemlere sebep olabilir. Örneğin normal büyümenin sağlanması ve tümör oluşumundan kaçınmak için hücre bölünmesinin çok iyi bir biçimde kontrol altında tutulması, bu sistem sayesinde gerçekleşir.

Biyolojik Saatin Ritmi Nasıl Ayarlanıyor?

Biyolojik saatin ritmi tam olarak bir güne göre ayarlanmıştır. Vücudumuzdaki sistemler her 24 saatte bir tekrarlanan ritimde çalışırlar. Beyindeki ana saati oluşturan sinir hücrelerinde yapılan araştırmalar bu ritmin, hücrelerde üretilen iki özel molekül sayesinde oluştuğunu ortaya çıkarmıştır. Per ve Cry isimli bu moleküller, sadece beyindeki ana saatte üretilir, böylece asıl ritim burada belirlenir.

Beynimizdeki ana saat sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gözlerimizden ışık sinyallerini almaya başlar. Bizler uyuyor olsak veya göz kapaklarımız kapalı olsa bile ortamdaki ışık belli bir güce ulaşınca retinamız da uyarılmış olur. Retinadaki sinir düğümü hücrelerine düşen ışık parçacıkları burada Yüce Allah’ın özel olarak var ettiği bir proteinle karşılaşırlar. Melanopsin isimli bu protein, ışığa duyarlı bir proteindir ve ışığı algılayarak elektrik sinyalleri oluşturulmasını sağlar. Bu sinyaller beyinde hipotalamusta bulunan çekirdeklere yani ana saate iletilir. Bu çekirdekteki hücreler ışığı algılayarak günün başladığını haber almış olurlar. Bu sinyali alan ana saat hücreleri tüm vücuda yaydıkları sinyallerle dışarıda havanın aydınlandığını haber verir. Böylece vücudun birçok sistemi uyarılmış olur. Örneğin:

Kognitif (tanımayla ilgili) sistem uyarılır: Dikkat yavaş yavaş açılır. Kişinin ilk kalktığı andaki dalgınlığı bu geçiş döneminden kaynaklanır.
Endokrin (hormonal) sistemi uyarılır: Gün içinde ihtiyaç duyacağınız hormonların sentezine başlanır.
Bağışıklık sistemi uyarılır: Alacağınız ilaçların etkinliği bu yüzden gün içinde farklılık gösterir.
Kalp-damar sistemi uyarılır: Kan sıvısının içerdiği maddelerin dengesi ayarlanır, hücreler arası enzimler üretilmeye başlanır.

Tüm bu ayarlamalar gün içinde ortama uygun şekilde sürdürülür. Karanlık ve loş bir ortamda gün ortasında uykumuzun gelebilmesi bunun bir göstergesidir. 24 saat boyunca dış ortamdaki ışık şiddeti ana saat tarafından algılanır, ana saat bir orkestra şefi gibi diğer saatleri yöneterek vücut düzeninin korunmasını sağlar.

Şuursuz moleküllerin birbirinden uzakta bulunan iki hücre arasında bir haberleşme aracı olarak kullanılması, çok derin olarak düşünülmesi gereken bir durumdur. Bu mesajlaşmanın, şuursuz hücrelerin ya da tesadüflerin eseri olarak asla meydana gelemeyeceği, ancak Yüce Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşebileceği açıktır. Biz hiç farkında olmadan bu mükemmel sistem işler. Yüce Allah bir ayette yaratılıştaki kusursuzluğu şöyle bildirir:

“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” (Haşr Suresi, 24)
Biyolojik Saatimiz Allah’ın Kontrolündedir

Herkes bir saatin rastlantılar sonucu kendi kendine meydana gelemeyeceğini bilir. Çünkü saatler birden çok aşamanın gerçekleştirilmesi sonucunda üretilir. Örneğin mekanik saatler belli bir hızda dönen çarklardan, atom saatleri atomlardaki titreşimlerden, elektronik saatler elektriksel sinyallerden yararlanılarak yapılır. İşte vücudumuzda ve diğer canlıların içlerindeki moleküler saatler de hücrelerdeki son derece kompleks bir dizi moleküler süreçle yaratılmıştır. İşin ilginç yanı tüm canlılardaki moleküler saatlerin farklı türlerde, birbirinden ayrı yapıda olmasıdır. Elbette bunlardan biri bile tesadüfen meydana gelemez. Tüm kainattaki sistemler gibi vücudumuzdaki saat sistemi de alemlerin Rabbi Yüce Allah tarafından bir düzen içinde yaratılmıştır. Yüce Allah bu gerçeği bir Kuran ayetinde şöyle haber verir.

“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)

Biyolojik Saatimiz Olmasaydı…
Retinaya düşen ışığı mükemmel bir şekilde beyindeki ana saate sinyalleyen melanopsin molekülüyle ilgili araştırmaya katılan bilim adamlarından biri olan Bruce O’ Hara bu konuda şu yorumu yapmıştır:

“Eğer biyolojik saat olmasaydı birçok davranışsal ve fizyolojik bozukluk meydana gelir, gün içinde beden ısısının korunması bile mümkün olmazdı.“ (http://news-service.stanford.edu/news/2003/january8/clock-18.html)

Biyolojik Saatin Üç Önemli Görevi Vardır

Her aşaması mucize olan bu görevler şunlardır:

Dış ortamdaki uyarıcıların algılanması

24 saatlik ritim oluşturulması

Tüm saatlerin bu ritme göre ayarlanması

Kuran’da Bildirilen Gerçek

Biyolojik saat 24 saate ayarlı bir ritimdir ve özel olarak programlanmıştır. Bilim adamları dış uyarıcılardan tamamen izole edilmiş kişilerde bile 24 saatlik uyku-uyanıklık döngülerinin sürdüğünü ortaya koymuşlardır. Hatta beyindeki ana saat hücreleri laboratuvarda karanlık bir ortamda yaşatılmış, hücrelerin yine de 24 saatlik ritmi kaybetmediği görülmüştür. Dikkat edilmesi gereken gerçek ise, bu programlamanın bizlere Kuran’da haber verilmiş olmasıdır. Tüm ilmin yegane sahibi olan Rabbimiz, insanı gece vakti dinlenmeye, gündüz vakti ise çalışmaya uygun yarattığını bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:

“O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır.” (Furkan Suresi, 47)

Saatlerin çalışmalarındaki ufak farklılıklar dahi belli bir zaman sonra birbirinden farklı vakitleri göstermelerine sebep olur. Dolayısıyla ortaklaşa uyum göstermeleri için saatlerin senkronize hale getirilmeleri gerekir. Vücudumuzda ise sayısız saat vardır ve bu saatlerin birbirleri ile uyumlu hale gelmesi için Yüce Allah çok özel sistemler yaratmıştır.

Vücudumuzda Gece ile Gündüzün Belirlenmesinde Moleküllerin Görevi

Daha önce de belirttiğimiz gibi Per ve Cry ismi verilen moleküller, beyinde üretilir. Belli miktarlarda üretilen bu moleküller, daha sonra parçalanarak yok olurlar. Moleküllerin üretildiği süre gündüzü, parçalanıp yok oldukları süre ise geceyi ifade eder. Yani beynimizdeki ana saat bu moleküllerin üretimini gündüzün bir sinyali olarak, parçalanmalarını ise gecenin bir sinyali olarak alır. Hücreler üretilmekteyken hızlı (gündüz) bunlar parçalanmaktayken yavaş (gece) çalışma temposu oluşturulur. Moleküllerin sayısı bir duvar saatindeki sarkacın görevini yapmaktadır. Gece boyunca birer birer parçalanan moleküller bittiği anda bu bir sinyal kabul edilir ve üretime yeniden geçilir. İşte bu anda hücre gündüz olduğunu algılamış gibi hızlı çalışmaya başlar. Böylece beynimizdeki ana saat içinde gece ve gündüz ritimleri oluşturulmuş olur.